Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        1970’ler roman gibi filmlerin patlama yaptığı yıllardı. O günlerde öğrenci olarak New York şehrinde bulunmak, benim için “usta romancılar gibi yönetmenler”in şehrinde yaşamak anlamına geliyordu.

        Hemen her hafta bir büyük film gösterime giriyor ve dünya ölçeğinde büyük çalkantılara yol açıyordu. Film sanatının teorik tartışmasının da çok yoğun olduğu yıllardı. Fransa’da “Cahiers du Cinema”, New York’ta ise her hafta parasız olarak dağıtılan “Village Voice”teki teorik tartışmaları şehrin “Village” bölümündeki kafelerde okumak çok güzeldi.

        Bir gün önce açılışı yapılmış büyük filmi (örneğin Godfather) seyrettikten sonra bir hafta içinde yapılan tartışmayı okumak inanın hem büyük bir keyif hem de beyni çok besleyiciydi.

        SARRIS-KAEL TARTIŞMASI

        İkisi de büyük eleştirmenler olan Pauline Kael ile Andrew Sarris birbirlerine girmişlerdi o günlerde.

        Fransa cephesinde “Cahiers du Cinema” dergisiyle de desteklenen Sarris, Village Voice’teki yazılarında yönetmenlerin aslında bir usta romancı gibi olduklarını, bu ustaların kalemle roman yazmak yerine kamerayı kalem gibi kullanarak (camera stylo) klasik romanlar gibi büyük filmler yaptıklarını yazıyordu (auteur teorisi).

        Pauline Kael ise New Yorker Dergisi’nde yayınlanan yazılarında “auteur teorisi”nin anlamsız olduğunu ve yönetmenlerin anlattıkları hikâyelere romancılar gibi kendi duygularını katmalarının filmin özünü ve anlatılan hikâyenin sahiciliğini bozduğunu, bir filmin tek bir insanın eseri olmadığını, bunun ciddi bir işbirliği sonucunda oluştuğunu söylerdi özetle.

        BU GECE

        Neyse lafı uzatmadan bu gece yapılacak Oscar ödül törenine geleyim. Aslında bu geceki aday filmler listesine bakınca “auteur” yönetmenlerin elinden çıkan filmlerin çoğunlukta olduğunu görmekteyiz. Filmlerin çoğu büyük roman ruhu taşıyor, ama bu filmlerde Pauline Kael’in de ruhu yaşıyor. Çünkü tüm filmlerde kameramanlar harikalar yaratıyorlar, tabii ki “auteur” yönetmenin gözetiminde oluyor bu.

        ÇOCUKLAR

        Bu yıl aday olan filmlerde çocuklara ve onların hayatın zorlukları karşısında yaşadıklarına son derece duyarlı yaklaşan filmler var. Moonlight bunun net örneği tabii ki. “Manchester by the Sea”de de bu var. Bir de “Lion”daKalküta’da kaybolan çocuğun hikâyesi anlatılırken yönetmen tam bir “auteur”e dönüşüyor.

        HACKSAW RIDGE

        Kameraya ve görüntü yönetmenlerine özel önem veren bir sinema yazısında Mel Gibson’un “Hacksaw Ridge” filmine özel önem vermemek olmazdı. Savaş filmleri konuları itibarıyla usta yönetmenlerin elinde muhteşem sahneler çekilmesine elverişlidir.

        Bence en muhteşem savaş sahnesi, “Er Ryan’ı Kurtarmak” filmindeki Normandiya çıkarması sahnesiydi. Ancak Hacksaw Ridge filmi de tarihin en kanlı, en vahşi savaşlarından birinin yaşandığı Japonya’daki olayı anlatırken Gibson da muhteşem sahneler çektirmiş. Bu “En İyi Film” ödülünü almaz ama yönetmen ve görüntü yönetmeni ödülü için favoriler arasında bence.

        Hacksaw Ridge

        LA LA LAND

        Örneğin, bu filmin açılış sahnesini alın. Ben yıllar önce büyük usta Martin Scorsese’in Goodfellas filmini izlediğimden bu yana “steadicam” kamera tekniği tutkunuyum. O filmde iki yeni sevgilinin gece kulübünün arka kapısından içeriye girmesi sahnesini hatırlayın. O sahnede Scorsese’in kameramanı, iki çifti uzun ve dolambaçlı yürüyüşlerinde takip ederek biz seyircilere onlarla birlikte yürüyormuş hissini verir.

        Açıkça söyleyeyim, ben La La Land filmini fazla beğenmedim. Bu büyük ihtimalle müzikal filmlere karşı antipati duyduğumdan olabilir. Ama arkadaşım usta yönetmen Ömer Vargı, “Filmin açılış sahnesine dikkat” dediği için bu sahneye konsantre oldum ve bayıldım. Film sadece bu sahnesiyle bile ödül kazanabilir. Steadicam aşkımı yine depreştirdi bu açılış sahnesi.

        Olağanüstü araç trafiğiyle meşhur olan Los Angeles’ta bir trafik sıkışıklığında bekleyen arabalar arasında çekilmiş bu dans ve şarkı sahnesine tek uzun bir çekim görünümü verilmiş, ama aslında üç ayrı çekimin birleştirilmesinden oluşuyormuş.

        La la Land

        Arabalar arasında dolaşan ve 360 derece açılar yapan kamera, vinçli çekimle arada bir yükselip kuşbakışı çekim yapmaya da başlıyor.

        Bu sahne bir şaheser ama ben filmi sonuna kadar izleyemedim, sıkıldım. En çok ödülü o alırsa doğrusu nedenini de anlamayacağım. Yönetmenine, görüntü yönetmenine tabii ki ödül verebilirler ama en iyi film ödülünü asla almamalı.

        EN İYİ FİLM

        Bu ödülü bence ya “Hidden Figures” ya da “Moonlight” almalı. Benim favorim Hidden Figures. Senaryosu muhteşem olan bu film gerçek olaylara dayandığından çok da çarpıcı. Kadınlar çok güzel oynuyor, son derece doğal görünüyorlar. Moonlight özellikle tam bir “auteur” yönetmen filmi.

        Moonlight

        Moonlight da çok güzel, ama tercihler kişiye özeldir, benim kalbim Hidden Figures’te. Ama madem kamera sanatına girdik bugün, Moonlight filmindeki denizde yüzme sahnesine de dikkat çekmek istiyorum. Bu sahnede kamera denizdeki dalgalarla birlikte oynuyor, arada bir çocukla birlikte dibe dalıyor, o çıktığında birlikte çıkıyor. Usta işiydi bana göre.

        SİYASİ ETKİLER

        Hollywood camiası, geleneksel olarak solda ve liberaldir. Bu yüzden bu gece bol Trump karşıtı sözler dinleyeceğimize emin olabilirsiniz.

        Bu politize olmuş ortam en iyi film seçimlerini de etkiliyor. Son yıllarda Afrikalı Amerikalıların sinemada fazla etkili olmaması eleştirildiği, bu da Hollywood camiasının sol duyarlılığını çok rahatsız ettiği için bu yıl en iyi film ödülünün ya “Moonlight” ya da “Hidden Figures”e (benim favorim) verilmesini beklemeliyiz.

        Savaş karşıtı olan “Hacksaw Ridge”in Trump döneminde bir şansı tabii ki olabilir, ama açıkça söylemek gerekirse bu film benim daha önce gördüğüm savaş filmleri (Apocalypse Now, Er Ryan’ı Kurtarmak gibi) arasında en iyisi değildi.

        Diğer Yazılar