Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        30 küsur yıldır deneme yazıyorum bugünkü yazım belki de kendimi en zorlayarak, korkarak ve bir o kadar da üzerinde en fazla çalışma yaparak hazırlandığım yazı. Hatta hazırlandığımı 'sandığım' desem daha doğru olacak.

        "Adorno’yu Anlayamama Çalışmalarım Bütün Hızıyla Yoğun Sürüyor" başlıklı yazımda (1 Eylül) Adorno’yu belki de hiç tam anlayamayacağımı çünkü onun müzik teorisi üzerine çalışmalarını okuyup anlamadan bunun imkansız olduğunu söylemiştim.

        Onu anlayamayacağımı itiraf ettiğim cümleyi o yazıda yazar yazmaz kendi başımı fena halde derde soktuğumu fark etmiştim. Bunu isterseniz siz bir karakter zafiyeti olarak kabul edin ama yazılı metinleri anlayamamayı itiraf etmeyi yıllardır kendime yediremem.

        Tam anlayamadığımı düşündüğüm metini kendime anlaşılır kılmak için daima kendimi yıpratırcasına çalışırım ve konunun deyim yerindeyse dibine kadar inerim.

        Bu defa konu klasik müzik ile ilgili olduğundan çalışmamın benim açımdan daha da yıpratıcı olacağını biliyordum.

        Klasik müzik bilgim çok sınırlıdır. Çok fazla dinlediğimi söyleyemem ama eğer dinliyorsam da dinlediğimi tam anladığımı söylemem imkansız.

        Son aylardaki yazılarımın sadece başlıklarına bakanlar bile benim caz sevdiğimi ve cazı anlamak için gayret gösterdiğimi görebilirler.

        REKLAM

        Klasik müzik sevmemenin ve anlamamanın bir eksiklik olduğunu bildiğimden yıllar önce klasik müzik ile ilgili birçok kitabı alıp kütüphanenin bir köşesini bu konuya ayırmışım. Bunu iyi ki de zamanında yapmışım çünkü o kitaplar olmasaydı bugünkü konuyu yazıyor olmam, yazmayı düşünmem bile imkansız olacaktı.

        Hatta kitapların çoğunu son günlerde yoğun okumuş olsam da bu yazının belki de yine de bir hata olabileceğini düşünüyorum.

        Çünkü birazdan gireceğim konuyu bir insanın kendine iyice içselleştirerek anlayabilmesi için sadece teorik açıdan güç metinleri çözebilmek becerisine sahip olması bence yetmiyor o insanın aynı zamanda müzik hakkında teknik/teorik bilgi ve altyapısı da olmalı.

        Bunun da bende olmadığı, klasik müzik bilgim de bulunmadığı halde o zaman bu yazıya yine de neden giriştiğimi sorabilirsiniz.

        Bunun cevabı deneme yazılarının karakteriyle bağlı olabilir. Deneme biraz da insanın kendi öğrenme süreçlerini ve konuyla ilgili hatalarını okuyucuyla dürüstçe paylaşma sanatı da olabilir. Yani yazdığı konuda uzmanlığı olmadan yanlış da yapmaktan korkmadan yazmaya girişmek bir deneme yazısının temelidir denilebilir. Deneme yazarı okuyucu önünde kendi sınırlarını zorlamaktan çekinmemelidir.

        Bugün yazacağım konuda ben hala daha bir öğrenme sürecindeyim. Bugüne kadar öğrendiklerimi de sadece öğrendiğimi sanıyor da olabilirim. Yani eğer okuyacaksanız bu yazıyı sadece kendinize bir başlangıç noktası olarak kabul edin ve eğer mümkünse vereceğim kaynaklardan işin daha doğrusunu öğrenmeye girişin.

        Başlıkta dediğim gibi konu Amerika’da bir klasik müzik yapısı oluşturmanın tarihiyle ilgili. Yüzyılın başından İkinci Dünya Savaşı sonuna kadarki dönem Amerika’da müzik açısından deyim yerindeyse kendi özgün sesini aradığı yıllardır.

        Blues’un patlama yaptığı, onun kendi içinden Swing ekolünü doğurduğu, onun içinden de modern cazın kurucu ustalarının Bebop müziği yarattığı yıllarda klasik müzik şehirlerdeki burjuva kökenli ve çoğu da Avrupa’dan göç etmiş aile tarihine sahip olanlar tarafından dinleniyordu. Amerikalı tarafından bestelenmiş klasik müzik yoktu ve konserlerde nerdeyse tamamen Avrupalı üstatların bestelediği parçalar çalınıyordu ve bunlara talep vardı.

        REKLAM

        Şef Arturo Toscanini’nin otoritesi ve şef olarak konserlere hakimiyeti de Amerikalı bestekarların klasik müziğe girmelerini zorlaştırıyordu. Çünkü Toscanini’nin de tercihi Avrupalı üstatların bestelerinden yanaydı.

        VE RADYO DEVREYE GİRİYOR

        Elektiriğin hayata sokulmasıyla müzik sesinin kalite ve derinliğinde büyük gelişme yaşandı. Radyo ise canlı konser yayınlarının sadece büyük şehirlerdeki elit dinleyicinin tekelinde kalmasını engelledi ve konserlerin en küçük köydeki dinleyenlere bile ulaşabilmesini sağladı. Bu gelişmeler olurken filmlerde ses de olmaya başlayınca film müzikleri de ayrı bir piyasa oluşturdu.

        Radyo şirketlerinin başında çoğu Avupa göçmeni olan ve müzik zevki klasik müzikte olan kişiler bulunuyordu. Ve bunlar kendilerine klasik müziği halka sevdirmek gibi bir misyon edinmişlerdi.

        NBC Radyo kanalının ilk canlı müzik konseri yayını 1926 yılının kasım ayında gerçekleştirildi. Şef Walter Damrosch’un yönetiminde New York Senfoni Orkestrası vermişti konseri.

        Dediğim gibi radyoların çoğunluğunun yönetiminde Avrupa göçmeni olan ailelerin çocukları vardı ve onlar Avrupa’nın üstat bestekarlarını kendi yurttaşları gibi benimsemişlerdi ve onları Amerikan halkına da öğretmek, sevdirmek amaçlarıydı.

        Radyo bu şekilde devreye girince klasik müzik için ayrı bir dinleyici kitlesi oluşacağı beklentisi doğdu. Kendi kökenleri Blues ve cazda olan bazı müzisyenler klasik müzik bestesi yapmaya çalışmaya bu yüzden karar vermiş olabilirler. Duke Ellington, Benny Goodman bu yönde bazı ciddi adımlar atmış olsalar bile Blues ve caz ekolü kendi içinden etkili klasik müzik bestesi fazla çıkaramadı. Dönemde George Gershwin gibi Brooklyn’de doğmuş ve Yahudi Rusya kökenli olan Aaron Copland ilk büyük Amerikan klasik müzik bestekarı olma yolunda yürümeye başladı. Gerçi Copland’in de cazdan etkilenmiş besteleri vardır ama bu etkiden bağımsız besteleri de bulunuyor.

        REKLAM

        MAALESEF ADORNO DEVREYE GİRİYOR

        Müziğe ulaşma ve zevklerin demokratik paylaşılması açısından son derece Amerika’ya özgü olan klasik müziği seçkinlerin tekelinden çıkarma süreci yaşanıyordu anlayacağınız Amerika’da.

        Ama ara başlıkta dediğim gibi o dönemde Kaliforniya’da yaşamakta olan Adorno maalesef devreye girdi ve bu güzel olabilecek gelişmeye teorik müdahalesini yaptı.

        Büyük düşünürün müdahalesine neden maalesef dediğimi daha sonra anlatacağım ama onun Kaliforniya’da yaşadığı dönemde Nazilerden kaçmak için göç etmiş Schoenberg, Stravinsky, Bartok, Rachmaninov’un da ABD’de bulunduğunu hatırlayın. Hele birbirlerine tamamen zıt ve hatta teorik açıdan düşman bile sayılabilecek Schoenberg ile Stravinsky Kaliforniya’da komşu sayılabilecek uzaklıktaki evlerde oturuyorlardı. Onlara yine komşu sayılabilecek uzaklıkta Adorno’nun evi de vardı.

        Adorno müzik üzerine yoğun teorik kitaplar yazmış ve yenilerini de yazmak için çalışıyordu. Adorno kendisini Schoenberg’in ve onun öğrencisi Anton Berg’in öğrencisi olarak görüyor ve onların temsil ettiği yeni müzik ekolünün doğru teorik yaklaşım olduğunu düşünüyordu.

        Horkheimer’ın yönettiği enstitüye resmen üye olmasa da onun çatısı altında 'The Social Situation of Music" (1932), "On Jazz" (1936), "On the Fetish-Character in Music and the Regression of Listening" (1938) and "Fragments on Wagner" (1938) gibi çalışmaları da yayınlandı Adorno’nun.

        Tonal yapının ve armoninin egemen olduğu klasik müzik dünyasında gerçi Wagner operalarında bu yapının limitlerini zorlayan denemeler yapılmış olsa da Schoenberg, Wagner ile yapılabileceklerin sonuna gelindiğini ve yeni bir şeyler denemenin zamanı geldiğini düşünüyordu. O ve öğrencisi Berg klasik müzikte tonal yapıdan ve kromatik armoniden tamamen çıkılmasının doğru olacağını ve atonal parçalar bestelenmesi gerektiğini söylemeye başladı. Tonalın ve atonalin ne olduğunu anlatmaya çalışmaya hiç kalkışmasam diye düşünüyorum başta (bunu net yapabileceğim şüpheli çünkü) dediğim gibi bu konu beni aşar ama başta dediğim gibi bunları biraz anlamaya çabalamadan ne Adorno’yu ne de onun teorisini anlamak mümkün olabilir.

        REKLAM

        (Ayrıca mesele bir besteciyi Wagner ile karşılaştırmak olduğunda bütün uzmanlar son derece dikkatli olunması gerektiğini söylüyorlar. Çünkü belki de Wagner'in yaratmış olduğu müziğin sihrini tek bir kalıpla anlatmak mümkün olmayabilir. Schoenberg yeni bir şey deniyordu ama onun da Wagner'in ileriki dönem operalarında yaptığı yeni teknik çalışmalarından öğrendiği biliniyor, ayrıca Schoenberg'in öğrencisi olan Berg'in de getirdiği yenilikleri Wagner'e borçlu olduğu ifade ediliyor uzmanlarca.)

        Bunu oldukça basitleştirerek ifade etmek zorundayım Adorno'ya göre klasik müzik konserlerinde çalınan parçaların tonal yapılarıyla, armonisiyle, iç yapısının düzgünlüğü ile yaratılan sesler aracılığıyla zaten hem topluma hem de kendisine yabancılaşmış olarak yaşamakta olan insanların bu yabancılaşmalarını daha da unutturmak için onlara uyuşturan bir güzellik veriliyordu.

        Kendisinin de besteleri bulunan Adorno'ya göre, Schoenberg’in bestelerinin atonal yapılarıyla içerdiği görünürdeki iç düzensizliği (Dediğim gibi bu görünürde bir iç düzensizliktir. Çünkü Schonenberg daha sonra geliştirdğii 12 nota sistemi ile görünürdeki atonal düzensizliğe bir düzen vermiştir) insanların kendi ruh hallerindeki iç çelişkileri dışavurmalarını ve yabancılaşmalarının farkına varmalarını sağlayabilecekti. (Yine insanın ruh hallerindeki iç çelişkileri ve dalgalanmaları ifade etmek konu olunca Wagner operalarının da bu konuda teknik açıdan devrimci yanları olduğu da vurgulanıyor uzmanlarca.)

        Freud’un teorilerinin etkisinin duyulduğu dönemde onu çalışmış olan Adorno insanın fırtınalı değişik ruh halllerini müzik yoluyla dışarıya vurmaya açık yapısıyla Schoenberg’in ekolüne yakın olması da çok normaldi.

        Bazı yorumcular getirdiği büyük yenilik nedeniyle Schoenberg’i ‘Avant garde’ besteci sayabiliyorlar. Ama o aslında atonal kavramını bile tam benimsememiş geleneğe bağlı bir bestekardı. Yani yenilik yapmış olmak için yenilikler yapabilen bir avant garde besteci hiç olamazdı. O sadece tonal geleneğin klasik müzikte yenilik yapılmasının önünü tıkamış olduğunu ve atonal yapıyla klasik müzikte bir devrimin yapılacağını düşünüyordu. Devrim yapma işinin kendisine zoraki kaldığını bunu istemeden yapmış olduğunu söylese de bu devrimin sonuna kadar görütürülüp tamamen başarılı olduğu da söylenemez çünkü tonal yapıdaki eserlerin konser programlarındaki hakimiyeti hala daha görülebiliyor. Schoenberg’in eserlerindeki anlaşılması ve kavranılması zor yapı onun konserde halkın beğenisini kazanmasını hala daha zorlaştırabiliyor.

        REKLAM

        NEDEN MAALESEF?

        Şimdi artık yazının ortalarında Adorno’nun Amerika’daki teorik müdahalesine neden 'maalesef' dediğimi anlatmaya geçebilirim.

        Radyonun yaygınlaşmasıyla ve ses tekniğinin gelişmesiyle Amerika’da ücra köylerdeki evinde bile yanan şöminenin başında toplanan ailelerin klasik müzik dinleyeceği fantezisi ortaya çıktı.

        Avrupa’dan göç etmiş ailelerin çocuklarının başında bulunduğu radyolardan halkın kolay anlayabileceği kolay sevebileceği klasik müzik paçaları seçilerek yayınlanmaya başladı. Yeni potansiyel dinleyici kitlesi herkesi çok heyecanlandırıyordu. ’Modern Music’ dergisinde 1936 yılında yayımlanan ‘Coming- The Mass Audience’ başılklı yazıda bu yeni dinleyici kitlesinin müzik açısından önemi vurgulandı.

        Klasik müzik yayınlarının da artmasıyla birlikte şef Arturo Toscanini de ilk radyo starı olarak ortaya çıktı. Toscanini radyo istasyonunun halka ilişkiler bölümünü de arkasına alarak halkın hangi klasik müzik parçasını, ne zaman dinleyeceğini belirleyen güç haline geldi.

        Bu aslında sonuçları güzel olabilecek bir gayretti, çünkü klasik müzik sevgisinin halk arasında yaygınlaşmasına karşı çıkabilecek kimse olamazdı herhalde.

        Ancak böyle düşünenler büyük ihtimalle memlekette Adorno’nun da var olduğunu düşünememişlerdi.

        Avrupalı üstat bestecilerin tonal yapıdaki parçalarının halkın çelişkili ruh hallerini bastırmaya, onlara yabancılaşmışlıklarını unutturmaya yaradığını düşünen Adorno hele bir de tüketim toplumunu yerleştirmeye, var olan hayatı olumlamaya yarayan radyo aracılığıyla bu müziğin yaygınlaştırılmasına daha da karşıydı. "Halktan birisinin radyoda duymuş olduğu Beethoven’in Birinci Senfosi'nin finalini ıslıkla çalsa bile o müziğin anlamını kavramış olduğu şüphelidir" diyen Adorno radyodan müziği halka sevdirme çabalarında Stalinist veya faşizan esintiler olduğunu söylemiştir. Otoriter tavrıyla yeniliklerin önünü kapadığını düşündüğü şef Toscanini’ye de ayrıca saldırdı Adorno.

        Dönemin sosyal karakteri nedeniyle güçlenme eğiliminde olan sol hareketin de etkisiyle bu tür düşüncelerin etkisi bence hiç iyi olmadı Amerika’da. Biraz abartma riskini de göze alarak şunu söylmeliyim; Amerika klasik müzik seven ve anlayan, yani daha kültürlü bir halka sahip olma şansını Adorno sayesinde kaçırmış bile olabilir.

        Diğer Yazılar