Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        ADINI ilk sakinleri Grekler’in mitolojik kahramanı Monoikos’tan alan ve Grimaldi Hanedanı tarafından Akdeniz’in kıyısında kurulan bir prenslik Monako.

        Sınırlarıyla Fransız Alpleri’ne komşu olan prenslik her ne kadar Fransız Devrimi sırasında Fransa’ya bağlanmış olsa da kısa bir süre sonra tekrar bağımsızlığına kavuşmuş.

        Asıl Monakoluların sayıca az bulunduğu ülke, metrekareye düşen nüfus açısından dünyada ilk sıralarda…

        Bu bilgiyle Monako’yu tıklım tıklım bir yer gibi düşünmeyin sakın. Ne genel düzende ne de trafikte en ufak bir aksaklık yaşanıyor. Bilakis imrenilecek bir düzen ve huzur hâkim bu topraklara.

        En çok da lüks!

        Bunun en büyük sebebi devletin kişi ve şirketlere sağladığı vergi kolaylığı. Hal böyle olunca lüks arabalarda, yatlarda-katlarda hatta kaşanelerde yaşamak diğer ülkelere nazaran çok daha kolay oluyor Monako’da.

        Bu da doğal olarak ülkeyi karşı konulmaz bir çekim merkezi haline getiriyor.

        92 YAŞINDA BİR DEV SAHNEDE

        Geçen hafta sonu ben de bu çekime kapılanlardan bir olarak Monako’daydım.

        Hem de Fransa’nın dünyaca ünlü sanatçılarından biri olan Charles Aznavour’u yine dünyanın en ünlü salonlarından biri olan Salles des Etoiles’de izlemek için gittim.

        Her ne kadar Aznavour biz Türklere, biz Türkler Aznavour’a bayılmasak da ben sanatçının müziğine hep hayran olan tarafta olmuşumdur.

        Monako ve Türkiye ilişkilerine yaptığı katkıyı, yıllardır ses getiren organizasyon ve projelerle güçlendirerek iki ülke arasında benzerine az rastlanan bir köprü kuran Hülya Biren’in davetlisi olarak gittim Monako’ya.

        Hülya Hanım, aralarında meşhur Monte Carlo Casino’nun da bulunduğu kumarhanelerin, otellerin, SPA’ların, restoranların, konser salonlarının ve gece kulüplerinin sahibi olan, aynı zamanda dünyaca ünlü festivalleri, galaları, opera ve baleleri düzenleyen La Societe des Bains şirketinin Türkiye ve Ortadoğu temsilcisi.

        Her yıl olduğu gibi bu sene de yıldızlar geçidini andıran Monte-Carlo Summer Festival’de Rod Stewart, Seal, Julio Iglesias, Scorpions, Tom Jones ve Pink Martini gibi sanatçıları ağırlamak için kolları sıvamışlar.

        Dediğim gibi ben seçimimi Charles Aznavour’dan yana kullandım.

        ‘La Boheme’, ‘Hier Encore’, ve ‘She’ gibi klasiklerin sahibi 92 yaşındaki sanatçı tam 2 saat boyunca sahnede kaldı o akşam.

        Monako Prensi Albert’ın özel asistanı Christine Sprile ve eşi Jean Philippe Sprile ile işleme şansı yakaladığım konser tek kelimeyle muhteşemdi diyebilirim.

        Michelin yıldızlı mütevazı şef

        MEŞHUR Monte-Carlo Bay Hotel’in genel müdürlüğü görevine getirileli henüz 7 ay gibi kısa bir süre olmasına rağmen oteli prensliğin sosyal hayatının en cazip noktalarından biri haline getiren sevgili Frederic Darnet ve otelin şefi Marcel Ravin ile sohbeti- muhabbeti bol bir öğle yemeği yeme fırsatı buldum Monako’da.

        Blue Bay Restoran’daki yemekte ünlü şef Marcel’in hikâyesini de dinledim.

        Bugün dünyanın en iyisi olan Osteria Francescana’nın sahibi 3 Michelin yıldızlı şef Massimo Bottura ile inanılmaz bir benzerlik kurdum aralarında.

        İş her ikisinin hikâyesinde de özünü ve geçmişi kaybetmemeye dayanıyor aslında. Sevgili Massimo her fırsatta “Evimizde nasıl yiyorsak öyle yemeliyiz, çok fazla süse püse gerek yok bu işte… İşin sırrı büyükannelerimizin yemek tariflerinde ve doğal malzemede gizli…” derdi.

        Marcel’in sırrı da Massimo gibi tam burada gizli!

        O da babaannesinin tariflerini esas alıyor mutfağında.

        Babaannesi bırakın sebzesini- meyvesini, tütününü hatta kahvesini bile Martinik’teki evinin bahçesinde yetiştirirmiş. Yaptığı yemeklerde de hep bu bahçenin malzemelerini kullanırmış.

        Marcel de öyle yapıyormuş. Monte-Carlo Bay gibi lüks bir otelin bahçesinin bir bölümünü geniş bir tarlaya çevirmiş. Mutfakta kullandığı sebze ve meyveyi burada yetiştiriyor.

        O da özünü yaşamaktan yana: “Monako’daki şık sofraların aksine Martinik’e gittiğimde yerde yemek yiyorum. Nerden geldiğimi hiç unutmuyorum.”

        Afrika, İspanya ve Lübnan mutfaklarının karışımı bir mutfağın savunucusu Marcel, genç şefleri yetiştirmeye baş koymuş. Bunun için mutfağına 24 kişilik bir masa yaptırmış. Çömezlerin pişirdiklerini birlikte yiyip, daha iyisini yapmalarını sağlamak adına eğitici öğle yemekleri tertip ediyorlarmış bu masada.

        Bu arada seyahat etmeyi çok sevmesine rağmen hâlâ İstanbul’u ziyaret etmemiş ve çok da merak ediyormuş Marcel.

        İstanbul’un yeme-içme sektörüne benden söylemesi: Mutlaka konuk şef olarak davet edin zira hem çok iyi hem de bir o kadar mütevazı bir şef kendisi.

        Diğer Yazılar