Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Bazı olayların, duyguların özel olduğunu düşünürüm ve paylaşmak istemem. Özellikle çok sevdiğim birinin ölümüyle ilgili yazmak da istemem, konuşmak da. Acımı içimde sessizce sindirmek, kendi kendime iyileşmek isterim. Sevgili İlyas Özgüven’in Pazar günü Facebook’ta paylaştığı Orhan İlhan yazısını okuyuncaya kadar bu davranışımı normal buluyordum. Ama o yazı aslında bencillik ettiğimi düşündürdü.

        Ve otuz beş yıllık meslek hayatımın en zor yazısını yazmaya başladım. Eminim bu yazı Orhan İlhan’ın, ustamın nasıl bir insan, nasıl bir gazeteci, nasıl bir baba olduğunu anlatmanın yanından bile geçemeyecek.

        Bunları anlatmak gibi bir iddiam da yok zaten. Sonuçta, bugün gazeteciyim diyebilen onlarca insanın hayatına dokunmuş, örnek olmuş, gerçek bir aydın, gerçek bir entelektüel, iyi bir insan, mütevazı bir o kadar da bilge bir adamdan söz edeceğim.

        SENARİSTLİK DERSLERİ

        80’li yılların başında Hürriyet Haber Ajansı’na geldiğimde gerçek bir okulla karşılaştığımı söylemeliyim. Sinema eğitimi almış, yazarlık, senaristlik dersleri görmüş biri olarak iyi yazdığımı düşünüyordum. Bu konuda tam olarak yanılmamıştım ama haber yazmak farklıydı ve ilk haber dersimi sevgili Avni Erboy’dan aldım. Spor servisinde bir haftamı tamamladıktan sonra sırayla tüm servislerde çalıştım. Ve haber yazmak konusunda, sürekli eski gazeteleri de okuyarak kendimi geliştirdim. Orhan İlhan, Bölge Masası Şefi olarak Hürriyet’e geldiğinde tamamen farklı bir gazeteci ile tanıştım.

        Bir kez olağanüstü bir sezgiye sahipti. Bunu yanında çalışmayanların anlaması çok zor. Sonra, Çanakkale’den Uşak’a, Manisa’dan Muğla’ya HHA’nın bölge sınırları içindeki herkesi ama herkesi tanıyordu. Bürokratlardan, küçük esnafa kadar.

        Herhangi bir şey öğrenmek için telefonu kaldırması ve sorması yeterliydi. Bir keresinde Kuşadası’nda pek de kolay bilgi alamadığımız bir olayda ilçenin en büyük halı tüccarını aramış, ne olup bittiğini öğrenmişti. Ama asla kimden olursa olsun aldığı bir bilgiyi doğrulatmadan yazmazdı. Sürekli sormayı, her şeyden şüphelenmeyi, bir olayı araştırırken insanların yalan söyleme eğilimleri olduğunu unutmamak gerektiğini söylerdi.

        NE YAZACAĞINI HEP BİLİRDİ

        Küçük gri daktilosunun başına oturup tıkır tıkır yazmasına özenirdim. Manşet haber sıkıntısı mı var. Eğer Orhan İlhan varsa dert değildi. Ne yazacağını hep bilirdi. Bölgeyi, sorunlarını, gelişmeleri o kadar yakından takip eder, o kadar iyi bilirdi ki hiç zorlanmazdı. Eğer daktilonun başında saçlarını ovuşturuyorsa düşünüyor demekti. Gerçek bir ustaydı, neyi nasıl yapmamız gerektiğini söylemez, gösterirdi. Beraber çalıştığımız yıllar boyunca sinirlendiğini, bağırıp çağırdığını hiç görmedim. İnanılmaz bir öfke kontrolüne sahipti. Benim cinnet geçirecek raddeye geldiğim olaylarda onun hafifçe sesi yükselir, sözlerine “Affedersiniz ama” diye başlardı.

        Kızlarını, ailesini çok severdi ve bizi de kızları gibi görürdü. En büyük zevkimiz, gazetede yemek çıksa bile özellikle ayın ilk günlerinde çevredeki esnaf lokantalarına gitmekti. Pek çok yöresel lezzeti bu yemek buluşmalarında ve bölge gezilerinde ondan öğrendim. “Peygamber taamı” dediği kabak yemeğini severdi. Yemekte o varsa onun hatırına gidip kabak yerdik.

        Saat iki olmadan acıkır, “bu meret iyi hoş ama tok tutmuyor” derdi. Sofrası olağanüstü eğlenceliydi. Babamdan sonra içki sofrası adabını ondan öğrendiğimi söyleyebilirim.

        Beylik bir laf gibi gelecek ama bazı insanlar ölmez. Orhan ağabeyin geride o kadar çok eseri, anısı, el verdiği o kadar çok öğrencisi var ki.

        Diğer Yazılar