Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Yarın Ortadoğu’ya şekil verdiğine inanılan Sykes-Picot anlaşmasının 100. yıldönümü. Aslında anlaşmanın doğru adının Sazonov-Sykes-Picot anlaşması olması gerekir. Zira daha bu anlaşmanın müzakereleri başlamamışken Çarlık Rusyası’nın dışişleri bakanı Sazonov, İstanbul’un kendilerinde kalacağı bir bölüşüm fikrini ortaya sürmüştür.

        Bu hafta içinde 100. yıl ile ilgili sayısız yazı çıkacak ve dünyanın çeşitli ülkelerinde, üniversitelerde ya da toplantı yapılan yerlerde bu meşum anlaşmanın tüm veçheleri tartışılacaktır. Ortadoğu’dan, daha doğrusu Güneybatı Asya’dan bakıldığında bu anlaşma, özellikle Arap dünyasının kendini içinde bulduğu tüketici siyasi krizin ana sebebidir. Hatta bazılarına göre yegâne sebebidir. Bu anlayışa göre, eğer Sykes-Picot anlaşması olmasaydı, tüm Araplar ya da Güneybatı Asya Müslümanları kardeşçe yaşayacaklar ve herhalde 100 yıl içinde de müreffeh, şeffaf, dünyaya her bakımdan mühim katkılar yapan bir topluluk oluşturacaklardı.

        Tabii bunun gerçekleşmesi için Osmanlı İmparatorluğu’nun batmamış olması gerecekti. Yani Ortadoğu’daki savaştan elindeki Arap topraklarını kaybederek çıkmaması, o topraklardaki nizamın bozulmamış olması gerekecekti. Tarih yazık ki bu tür faraziyeler üzerinden yürümüyor.

        Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetimini 1913’te tümüyle ele geçirmiş olan İttihat ve Terakki, Balkan Savaşları sonrasında yepyeni hayallere kapıldı. Balkanlar’da varlığı kalmamış imparatorluğun Doğu’ya doğru genişlemesi gerektiğine hükmettiler. Bu arada Anadolu’nun güvenilmeyen unsurlardan da arındırılması gerekecekti. Bu hevesle, ihtirasları akıllarının on karış önünde giden Enver ve yanındakiler, imparatorluğu Almanya tarafında savaşa soktular. Bugün bile bu kararın ne ölçüde zorunlu olduğu tartışma konusudur. Kanımca Osmanlı savaşın dışında kalabilirdi.

        Ama savaşa bir kez girildikten sonra bunun anlamı hakkında kendimizi aldatmamak da gerekir. İttihat ve Terakki, Osmanlı İmparatorluğu’nu antiemperyalist bir savaşa sokmadı. Emperyalistler arasındaki bir bölüşüm savaşında yükselen kara gücünün, yani Almanya’nın yanında yer alarak, kendisine de bir emperyal genişleme alanı açmak istedi. Bu bakımdan ne Çanakkale ne de bu yıl yeniden hatırlanan Kut-ül Amare zaferleri, antiemperyalist etiketini hak etmezler. Bunların ikisi de Kurtuluş Savaşı’nın değil, emperyal bölüşüm savaşının muharebeleridir.

        Antiemperyalist savaş, ancak ulusal bir başkaldırı şeklinde örgütlenebilen Kurtuluş Savaşı için kullanılabilecek bir terimdir.

        Çanakkale Savaşı tarihin akışını değiştiren bir savaş olmuştur. Muhtemelen eğer Çanakkale geçilse ve İstanbul müttefiklerin eline geçseydi, Çarlık Rusyası’nda devrim gerçekleşmeyebilirdi. Kut-ül Amare için benzer bir yargıda bulunmak zor. Kaldı ki 1916 Nisan’ında kazanılan o zafer sırasında Rusya Anadolu’nun içindeydi. Trabzon, Batum, Erzurum, Erzincan’da Rus orduları zaferler kazanıyor, Kuzeydoğu Anadolu Rusya’nın eline geçiyordu. 1. Dünya Savaşı’nın bitmesine de daha 2 yıl vardı.

        İstanbul’u almaya hazırlanan, Karadeniz’i tümüyle kontrol eden, Kafkas ordusu için tedarik merkezi olarak kullanacakları Trabzon ile Batum arasında demiryolu inşa eden Rusların tüm bu emelleri, şubat ayında çarlık rejimini deviren Rus Devrimi’yle boşa çıktı.

        Bolşeviklerin iktidarı ele geçirecekleri ekim ayına kadar Ruslar birkaç hamle yapmak istedilerse de ordularının dağılması, ekimden sonra da iç savaşın patlamasıyla Anadolu üzerindeki baskı azaldı. Sazanov’un arka planda mimarı olduğu, 6 Mayıs 1916’da imzalanan Sykes-Picot anlaşmasını dünyaya Bolşeviklerin dışişleri bakanı Troçki açıkladı.

        Anlaşmanın maddeleri de sınırları da hiçbir zaman tam olarak hayata geçirilmedi. Zaten asıl anlamı da sınırların nerede çizildiğinden çok, bölgede emperyal güçlerin hâkimiyetini başlatmasıydı.

        Diğer Yazılar