Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        ABD’yi, Irak macerasına ve hegemonik gücünü ciddi şekilde kaybetmeye iten olaylar zinciri 1979 yılında başladı. O yılın başında ABD’nin Körfez bölgesindeki en güçlü müttefiki İran Şahı’nı deviren devrim, bölgedeki yerleşik dengeleri temelden sarstı. Nixon doktrini çerçevesinde Körfez güvenliğini Amerikan desteğiyle sağlayan Şah’ın gitmesi Körfez’de stratejik boşluk yarattı.

        Üstelik “Ne Doğu ne Batı” diyerek İran’ın konumunu bambaşka bir noktaya getiren yeni rejim radikalliğiyle de sivriliyordu. İslam devriminin rüzgârıyla ve bir genel devrim ateşini yakmak için komşusu olan iki Arap ülkesine müthiş hakaretler yağdırarak saldırıyordu. Irak ve Suudi Arabistan rejimleri İran’dan yayılan dini/devrimci rüzgârlara karşı kendilerini rahatsız hissediyordu.

        Aynı yılın kasım ayında Kâbe’nin Cüheyman el Oteybi liderliğindeki bir grup tarafından basılması, Suud ailesini şeriattan vazgeçmekle suçlayan saldırganların ancak iki hafta sonra Fransız antiterör birlikleri tarafından alt edilebilmeleri kraliyet ailesini iyice kaygılandırmıştı. Bu olay üzerine Vehhabi ulemaya, bağnazlıklarını bildikleri gibi yaymaları için açık çek verilmişti. İsyanın bastırılmasından yirmi gün sonra Sovyetler Birliği Afganistan’ı işgal etmiş, ABD’nin daha önce yardım etmeye başladığı mücahitlere akan para ve malzeme katlanmıştı. Suudi Arabistan, Washington’un teşvikiyle bu mücadelenin baş sponsoru olmuş, ayrıca Vehhabiliği her yere yaymaya çalışarak İran’a karşı sert bir Sünnici dalgayı da harekete geçirmiş, bugünkü cihatçı hareketlerin ideolojik ve maddi zeminini hazırlamıştı.

        İran’da devrimi öngöremeyen, daha sonra büyükelçiliğinin işgaline engel olamayan ABD, 1983 yılında kurulan ve Ortadoğu alanından sorumlu Merkez Komutanlığı’nın ilk tohumlarını bu koşullar altında atmıştı. Bu tarih içinde 11 Eylül saldırıları Afganistan savaşının hasadı sayılabilirdi. 11 Eylül’le alakası olmayan Irak’ın işgali ise İran devriminden beri bölgeyi askeri olarak şekillendirmek isteyenlerin nihayet muratlarına erecekleri an diye öngörülmüştü.

        Savaş, tersine Amerikan gücünü perişan etmekle kalmadı, İran’ın yükselişinin de önünü açtı.

        1979 yılının bu olayları daha birkaç yıl öncesinde Kıbrıs nedeniyle Kongre’nin silah ambargosuna maruz kalan Türkiye’nin stratejik önemini katladı. 12 Eylül darbesinin ardından Washington kanlı cunta yönetimine koşulsuz destek verdi. Müdahale tüm darbeler gibi Atatürkçülük adına yapılmıştı gerçi ama kendisini “Türk-İslam” sentezi söylemiyle meşrulaştırmaya çalıştı.

        Bir yanıyla bu, korkulu rüya komünizme karşı toplumun muhafazakârlığını derinleştirme amacı güdüyordu. Diğer yanıyla ise İran devriminin estirdiği ve Sünni muhafazakâr rejimlerin kâbusu olan radikal rüzgârlara karşı Sünnileştirme şeklinde uygulanıyordu. General Evren’in o zamana kadar en çok imam hatibin kendi dönemlerinde açıldığıyla böbürlenmesi bundandı.

        12 Eylül baskıcı, devleti toplum ve birey karşısında mutlak amir kılan bir rejimi şekillendirdi. Anayasası ona göre yazıldı. Soğuk Savaş’ın bitmesi bu durumu değiştirmek için bir şanstı ama bu yapı on yıl değişmemek için direndi. 2001 yılında tefessüh edince de AKP’nin önü açıldı. Zaten 30 yıl boyunca 12 Eylül Anayasası’nı kökten değiştiremeyen bir siyaset sınıfının/toplumun hukuk üstünlüğüne dayalı demokratik bir rejimi ne kadar istediği de sorguya muhtaçtı.

        11 Eylül’ün akabinde dünyada demokratik bir İslamcılığa duyulan ihtiyaç, Türkiye’nin AB adaylık süreci ve giderek hareketlenen kitlenin talepleri nedeniyle yeni iktidarın ilk yıllarında kısa süren ve toplumu ferahlatan bir demokrasi baharı yaşandı. O konjonktür zayıfladıkça, Batı’nın bunalımı derinleştikçe hava da değişti.

        Şimdilerde dünyanın Türkiye’de demokrasinin kalitesini dert etmediği ama Ortadoğu’daki bitmeyen belalarla uğraşmak için Ankara ile makul bir ilişki tutturmak zorunda olduğu bir dönemdeyiz. Bir nevi 12 Eylül yani.

        Darbeye direnişin umursanmaması da, şimdilerde olup bitenlere esaslı bir tepki verilmemesi de bundandır zahir.

        Diğer Yazılar