Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Dün TÜSİAD ve Brookings Enstitüsü’nün birlikte düzenledikleri “ABD Başkanlık Seçimleri: İç Dinamikler ve Küresel Etkileri” başlıklı panelde, Brookings Başkan Yardımcısı Bruce Jones bu seçimlerin yakın tarihin en önemli seçimi olduğunu vurguladı. Bu seçim, sonuçları itibarıyla yalnızca ABD değil tüm dünya açısından kritik önemde. Hem gelişmiş demokrasilerin iç düzenleri hem de ABD’nin liderliğini yaptığı dünya düzeninin geleceği, seçimin sonuçlarından köklü şekilde etkilenecek.

        Amerikan seçimlerinde Donald Trump gibi bir şahsiyetin başkanlığı kazanma şansının bulunması aslında dehşet verici. Ancak Trump’un varlığı olmasa 2008 kriziyle birlikte giderek daha fazla köpüren ve ekonomik eşitsizliklerle gelirin adaletsiz dağılımından beslenen öfkenin boyutları tam anlaşılmayacaktı. Trump’un adaylığı, kendini rehavete kaptırmış Amerikan seçkinlerinin ve Avrupa’daki merkez partilerle, onları destekleyenlerin rahatını kaçırdı, huzurunu bozdu.

        Aslında çok uzun zamandan beri konuşulması, tartışılması gereken konular ancak Trump sayesinde seçkinlerin gündemine geldi. Amerikan sisteminin eşitsizlikleri, aksaklıkları, seçkinlerin vurdumduymazlığı, neo-liberal anlayışın düsturlarına uygun ekonomi politikalarının sosyal maliyeti mercek altına yatırıldı. Tüm bunların bilinmesi önümüzdeki dönemde bu sıkıntıları aşmak için politika geliştirileceğinin garantisi değil. Gücü, parayı, eğitimi, imtiyazları ellerinde tutanların gönüllü olarak bölüşümcü ve eşitlikçi bir siyasete destek vereceklerinin bir garantisi yok.

        Demokrat parti adayı Hillary Clinton’un işinin zorluğu da burada başlıyor. Clinton, eski ABD Başkanı olan eşiyle birlikte 30 yıldır siyasetin zirvelerinde. Finans çevreleriyle çok yakın ilişkileri var. Partisinin adayı olmasını tabandaki popülaritesine değil, kocasıyla birlikte son 30 yılda inşa ettikleri girift ilişkiler ağına borçlu.

        Aslında Demokratlar genel kamuoyunda hemen hiç sevilmeyen bir adayı öne çıkararak siyaseten çok riskli bir iş de yapmış oldu. Hemen kimsenin tanımadığı Vermont Eyaleti’nin sosyalist senatörü, aksi bir kişiliği de olan Bernie Sanders’in önseçimlerdeki başarısı, verdiği eşitlikçi mesajlar kadar, Hillary antipatisinden de kaynaklanıyordu.

        Trump’un küreselleşme, serbest ticaret, seçkinler ve göçmenler karşıtı politikaları Clinton’un tarzına ve bugünkü tercihlerine uymasa bile bu gerçeği görmezden de gelemez. Bu nedenle eğer seçilirse en zor işi kendisini destekleyen sermaye çevrelerinin tercihleriyle, çok şey borçlu olduğu partinin sol kanadının talepleri arasında dengeyi bulmak olacak.

        “Yerleşik düzenin merkezinden gelen bir başkan sistemi değiştirebilir mi?” sorusu ise orta yerde duruyor. Amerikan aristokrasisi denecek bir aileden gelen Franklin Delanore Roosevelt (FDR) bunu başarmış ve Amerikan kapitalizmini 1930’lu yıllarda düze çıkarmıştı. Ne var ki Clinton bir FDR değil.

        Dış politikaya gelince iki day arasında ciddi farklar var. Trump, ABD’nin müttefiklerine güvenmediği gibi, Amerikan seçimlerine siber saldırılarla müdahale eden ve Wikileaks aracılığıyla Demokratların yazışmalarını ortalığa döküp sorun yaratan Rusya’ya karşı sıcak duruyor. Dış politika deneyimi yok ve fevri hareketlerde bulunması ihtimali de güçlü. Clinton’un ise sanıldığı kadar şahin olması beklenmiyor.

        Şahinleşmese bile Obama’nın dış politikada özellikle son dönemde yarattığı boşluğu kapatmak isteyecektir. Bunun tercümesi Çin ev Rusya’ya karşı daha sert bir politika izlemesidir. Bunun yanı sıra müttefiklerine de giderek ABD’nin yeniden dünya siyasetine aktif olarak döndüğünü söyleyip onların desteğini talep edecektir. O an geldiğinde Türkiye’nin de bugünkü kavgacı ama işbirliğinden kaçmayan yarım rotalı siyasetini izlemesi zorlaşacaktır.

        Clinton’un başkanlığı ABD’nin Türkiye’ye yaklaşımında daha net bir tavrı gündeme getirecektir. Ankara ise stratejik kimliğinin ne olduğuna karar vermek durumunda kalacaktır.

        Diğer Yazılar