Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Delfi-Budapeşte

        Şu ara uluslararası toplantılara katılmanın insanın içini karartan üç boyutu var. Birincisi dünyanın ahvaliyle ilgili. Gerçekten de hemen kimsede dünyadaki düzen krizinin, arka plandaki meşruiyet sorunsalının nasıl aşılacağıyla ilgili somut bir proje yok. Trump yönetiminin niteliği ve şimdilik güzergâhının belirgin olmaması tartışmaları zorlaştırıyor. Hemen tüm merkezlerde kaygı hâkim.

        Bir taraftan hemen herkes liberal dünya düzeninin krizde olduğunu kabul ediyor, diğer yandan buna alternatif bir yönelim gözükmüyor. O nedenle küreselleşmeyi savunmak Çin Komünist Partisi Genel Sekreteri’ne kalıyor. Diğer taraftan giderek artan sayıda odak, demokrasilerin kriziyle küreselleşmenin bugüne kadarki mantığı arasındaki bağlantıyı daha iyi görmeye başladı. Dolayısıyla dünya ekonomisinin işleyişi ve bunun siyasi sonuçları hakkında, teknolojinin etkilerini de kapsayan, daha ciddi bir sorgulama başlamış.

        FRANSA’DA KRİTİK SEÇİM

        Bu sorgulama iç karartan ikinci neden. Dünyanın belli başlı merkezlerinde gündelik gelişmeler bir tarafa bırakılmış, kriz analizleri üzerinden gelecek tartışılıyor. İlgili kişi ve kurumlar geleceğin dünyasına ayak uydurmak için neler yapılması gerektiğini tartışıyor. Bunun siyasi ve stratejik boyutları var. Avrupa, özellikle 2017 yılının, AB projesi ve kıtanın dünya siyasetindeki yeri gibi meseleler açısından kritik olduğunun farkında. Tedbirlerini almaya çalışıyorlar. Fransa’daki seçimler bu bağlamda sadece bu ülkenin değil AB’nin ve hatta küresel demokratik düzenin geleceğini etkileyecek önemde sayılıyor.

        Sonraki yazılarda aktarmaya çalışacağım bu tartışmaların Türkiye’nin gündeminden çok uzak olması yeterince can sıkıcı. Bir kez daha, potansiyel gücü dünya tarafından da tanınan bir ülkenin kendi iç didişmeleri nedeniyle devre dışı kalmaya mahkûm olduğunu hissediyorsunuz. Dünyanın gündemiyle bağlantısı olmayanların takıntılarıyla içine kapanmış, kendisini tüketen bir görüntü veriyor Türkiye.

        İki yüzyıllık tarihin yönünü değiştirme sevdası, Cumhuriyet projesini düzeltmek ve ileriye taşımak yerine kısırlaştırma eğilimi, ülkeyi dünyadan koparıyor. Kendi tarihiyle kavgalı olma hali ve yüz yıl öncenin stratejik önceliklerine bağlı kalma hatası, fırsatların ıskalanmasına da yol açıyor. İç politikada kendini yiyip bitirme hali, dış politikanın tamamen iç politikanın ipoteğine girmesi, hızla değişen bir ortamda gerçekçi tahlil yapabilme imkânlarını da kurutuyor.

        MÜNBİÇ’TE RUS ŞOKU

        Burada üçüncü can sıkıcı noktaya geliyoruz. Bir zamanlar Türkiye’den sitayişle bahsedenler, Ankara’nın dış politika düşüncelerini merak edenler, Türkiye’yi özellikle Ortadoğu’daki çekişmelerin önemli ve etkin bir gücü olarak görenler artık farklı davranıyor. Kimisi, mangalda kül bırakmayan bir üslupla kamuoyuna sunulan hedeflerin gerçekleşmediğine bakıp bıyık altından gülüyor. ABD’ye “Münbiç’ten çekil bakalım, biz giriyoruz” derken, Rusların şehri kontrol eden YPG militanlarına mevzilerini Suriye rejimine teslim ettirmesi gibi bir “şok” ile karşılaşıyoruz. Türk dış politikasını yürütenler sürekli iç kamuoyuna konuşurken, söylediklerinin sahadaki gerçeklikten koptuğunu fark etmedikleri için yaşanıyor bu şoklar. Türkiye gibi bir devlet PYD/YPG konusundaki tutumuyla kendi yumuşak karnını dosta düşmana gösterdiğinden dış politikasında mahcup oluyor, iradesini kabul ettiremiyor, güç yitiriyor.

        Rakka’da IŞİD’in yok edilmesinde Türk ordusunu öne çıkararak, yani El Bab’dan daha yüksek sayıda şehit verilmesini göze alarak bu tablodan çıkmaya çalışmak ise doğrusu hiç de akıl kârı sayılmaz

        Diğer Yazılar