Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        İLK kez, 33 yıl önce Ahmet Cevdet Paşa’nın Yeniçeri Ocağı’nın yok edilmesiyle ilgili görüşünü sunumunun odağına yerleştirdiği konuşmasını yaparken dinlemiştim Şerif Mardin’i. O güne dek yalnızca yazılarından bildiğim, ismini bir efsane olarak duyduğum büyük sosyal bilimcimizle tanışmamız da o vesileyle idi.

        Öğrencisi olmadığım halde kendisinden çok feyiz aldım. Hem yaptığı işe sarsılmaz bir ciddiyet ve disiplinle yaklaşır hem de buralara çok uzak bir tavırla, düşüncesi ve makaleleri nüanslarla dolu olurdu. Her şeye siyasi tarafgirlikle bakan bir ülkede bu kolay sindirilecek bir özellik değildi. Vefatının ardından yazılan ipe sapa gelmez pek çok lafın da bu siyasi hınç şehvetinden kaynaklandığını sanırım. Uzunca süre, Türkiye üzerine düşünen, Türkiye’nin toplumsal yaşamındaki dönüşümü anlamaya çalışan yerli-yabancı hiç kimse, bunu Şerif Mardin okumadan gerçekleştiremezdi. Verdiği cevaplarla mutabık olmasanız bile sorduğu soruları önemsememezlik edemezdiniz.

        Şerif Bey dinin toplumdaki yeri, din ve ideolojinin değişim ve dönüşüm üzerindeki etkisi üzerine ciddi şekilde eğildi. Üstelik bunu çok erken sayılacak bir dönemde yapmaya başladığından Türkiye’de yalnız şövalye olmayı da göze aldı. Ne Kemalistlere ne 1960’lı yıllarda düşünce hayatında ağırlığı olan Marksist ekoldekilere yaranabilmişti. Bu durum, yazdığı makalelerin çoğunun dünya sosyoloji literatürüne mal olmasına engel teşkil etmedi.

        Din gibi netameli bir konuyla uğraştığı, üstelik dinin toplumdaki yerine ve temsil ettiği sorunsala klasik Kemalist perspektiften bakmadığı için oldukça şimşek çekti üzerine. Bu bağlamda daha 1960’larda yayımladığı “Din ve İdeoloji” kitabı hâlâ meseleye nasıl bakılması gerektiği konusunda zihin açıcıdır.

        O kitapta Marx’ın “Din kitlelerin afyonudur” sözünden yola çıkarak, kaba ve indirgemeci din analizlerini elinin tersiyle itmişti. Dinin Türk toplumundaki şekillendirici etkisinin topografyasını çıkarmış, dini donmuş ve değişmez bir sistem ve pratik olarak geriliğin yegâne ya da başlıca sebebi gibi gören yaklaşımlara karşı çıkmıştı. Böyle bir değerlendirme yapması nedeniyle onu bugünkü Türkiye’nin siyasal durumundan sorumlu tutmak, “mahalle baskısı” kavramını gündeme getirdiğinde, analizindeki nüansları ve inceliklerin de ıskalandığının ve günah keçisi arama alışkanlığının göstergesidir sanırım.

        10 yıl önce hakkında yazdığım bir yazıdan alıntıyla bitiriyorum...

        “On küsur yıl önce Syracuse Üniversitesi yayınevi tarafından derlenen makalelerini takdim ederken yazdığı giriş yazısı, derdinin ne olduğunu açıklar: ‘1960’larda bile Türkiye’nin sorunları akademisyen meslektaşlarım tarafından donmuş bir din anlayışının artıkları olarak görülürdü. Bu betimlemeyle birlikte Türk İslam’ının kendisine atfedilen bu şeytani etkiyi nasıl sağladığını araştırma konusunda ciddi bir isteksizlik de oluştu. 1950’lerde, eğer ihanet diye görülmüyorsa kesinlikle kuşku uyandırıcı sayılan bir merak beni bu meseleyi incelemeye itti.’

        Yeni Osmanlı düşüncesinin evrimi üzerine yazdığı doktora tezinde Tanzimat döneminin zihinsel arkeolojisini açığa çıkardı. Jön Türklerin Siyasi Fikirleri kitabında ise sert ve kavruk İttihatçı kafa yapısının sığlığını ifşa etti.

        Türkiye hakkında 1973’te yayınlanan, bugün belki eski önemini taşımayan ‘Çevre- Merkez İlişkileri Türk Siyasetini Anlamak İçin Bir Anahtar mıdır?’ başlıklı makalesine atıfta bulunmadan onyıllar boyunca ciddi makale yazılamazdı. Ne Türkiye’de ne dünyada. Şerif Bey’in, sevmeyenleri indindeki günahı o kuşku uyandıran merakın peşinde koşmasıdır. Nakşibendiliği bir araştırma konusu olarak ele almış, bu tarikatın kapitalist ekonomiyle hangi mekanizmalar aracılığıyla eklemlendiği üzerine kafa yormuştur. Said Nursi’yi konu alan kitabında da İslam ve modernlik ilişkisine yeni bir yaklaşımla bakmıştır. Türkiye’deki muhafazakâr/dindar sermaye sınıfının ortaya çıkışının dinamikleri o çalışmalardadır.

        Galiba Şerif Bey’in asıl büyük günahı, topluma ve özellikle içinden geldiği eski seçkinlerine ayna tutmasıydı. Kendi yalanlarına inanmayı gerçekle yüzleşmeye her zaman yeğleyen bir toplumda bu gerçekten affedilemez bir suçtur.

        Allah’tan ki Şerif Bey günahkârdı.”

        Diğer Yazılar