Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        BU yazı yazılana kadar ABD tarafından dün Başbakan Yıldırım ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın söylediklerine yönelik bir yanıt gelmemişti. Türkiye yaklaşık bir günlük suskunluğun ardından vize krizinin sorumluluğunu tümüyle ABD Büyükelçisi John Bass’ın sırtına yüklemeyi ve sert bir tavır benimsemeyi seçti. Amerikan Dışişleri Bakanlığı, Bass’ın tasarrufu olduğu anlaşılan vize işlemlerinin durdurulması kararını sahiplendiği takdirde krizi kısa sürede yumuşatmak ve aşmak da herhalde kolay olmayacaktır.

        Benzer tüm kararlarda olduğu gibi asıl zararı görecek olanlar bu hizmetlerden yararlanmaya ihtiyaç duyan sıradan vatandaşlardır. Arada vizeleri bitmiş önemli şahsiyetler de sıkıntı yaşayabilirler ama özellikle varlıklı ya da statü sahibi olanlar açısından halen dünyanın herhangi bir yerindeki konsolosluktan vize almak mümkündür. O masrafların altından kalkamayacak olanlar içinse krizin bir an önce bitmesi için dua etmekten başka bir çare yok gibidir.

        İki müttefikin bu noktaya gelmeleri ilişkilerde uzun zamandır bilinen sıkıntıların patlama noktasına geldiğinin işaretidir. Bu ilişkilerin titiz bir izleyicisi olan Profesör Serhat Güvenç’in dikkat çektiği gibi meşhur ve menfur “çuval hadisesi” gibi vize vakası da bir Amerikan tatil gününe denk gelmiştir. Yani muhtemelen pazartesi günü Washington’da muhatap bulmak mümkün olmamıştır. Dolayısıyla kendi başına önem taşıyan vize krizi ve bu krize yol açan 23 senedir Türk polisi ve yargısıyla işbirliği yapmış bir görevlinin tutuklanması hadiseleri, aslında yalnızca bardağı taşıran son damlalardır.

        Dünkü yazıda da vurgulamaya çalıştığım gibi iki taraf uzun zamandır ortak bir dil oluşturma konusunda zorluk çekiyorlar. Türkiye, PKK uzantısı PYD/YPG ile ABD ilişkisinden dolayı duyduğu rahatsızlığı dile getirdiğinde tatmin edici bir cevap alamıyor. Ancak bu işbirliğinin Türkiye’nin 2014 yılında Musul DEAŞ tarafından alınırken, Erbil saldırı altındayken ve Kobani kuşatılmışken verilmiş, geriye dönüp bakıldığında yanlış oldukları daha da açık şekilde ortaya çıkan kararları nedeniyle şekillenebildiğini asla göz önünde bulundurmak istemiyor.

        İş bir kere o noktaya vardıktan sonra da tarafların stratejik bakışları giderek zıtlaştı. Türkiye’de çözüm sürecinin sona ermesi, şiddetin dönüşü ve Ankara’nın Irak-Suriye siyasetlerinin yalnızca PKK odaklı hale gelmesi de ilişkilere müthiş bir güvensizlik boyutunun eklenmesine yol açtı. Fethullah Gülen’in iadesi meselesindeki lakaytlık da kuşkusuz kamuoyundaki olumsuz duyguların da patlamasına yol açtı.

        Başbakan Yıldırım, “Neden halkın yüzde 80’inden fazlası ABD’ye sempati duymuyor?” diye sorarken doğru bir noktaya parmak basıyor. Ne var ki akıl almaz mantık hatalarıyla dolu, hukuk belgesi olma niteliği taşımayan iddianamelerle insanların hayatının karartıldığı bir ülkenin hukuk devleti olduğunu iddia ettiğinde de söyledikleri, dünya devletler sistemi ve kamuoyu indinde havada kalıyor. Tutuklu Amerikalıların bir değiş tokuşun unsurları olabilecekleri mesajı da bu nedenle Türkiye’nin tezlerini zayıflatıcı bir gelişme olmuştu.

        Vize krizinde daha da garip olan bir unsur ise şu: Hürriyet Gazetesi yazarı ve darbe dosyalarına en hâkim gazeteci olması gereken Sedat Ergin, geçen hafta darbecilerin sivil kanadından Kemal Batmaz’ın 2016 yılı başında Pennsylvania’da Gülen’in yanında kaldığını kanıtlayan bir Amerikan belgesi ele geçirmişti. Amerikan İç Güvenlik Bakanlığı’nın sağladığı bu belge sayesinde 15 Temmuz darbesi ile Gülen’in ilişkilendirilebilmesi de mümkün olmuştu.

        ABD bu hamlesiyle darbe ve Gülen konularındaki tutumunda bir değişiklik işareti vermişti. Bundan sonra işbirliğinin ilerlemesi de beklenebilirdi. Bu bağlamda ABD İstanbul Konsolosluğu’nda görevli Metin Topuz’un tutuklanması bu çizgiyi kıracak, zehirleyecek bir gelişmeydi.

        Bunların ötesinde vize krizini bir bakıma Türkiye’ye hayli sakil/kaba şekilde verilmiş bir “safını belirle” mesajı olarak da okumak mümkündür. Gerçekten de ABD, Ankara’ya, “Müttefik miyiz?” sorusunu soruyor olabilir. O zaman belki Türkiye’de de bu ittifak, NATO üyeliği. Türkiye’nin dünyadaki yeri ve stratejik tercihleri hakkında hayallerden ve garezlerden değil gerçeklerden ve analizlerden beslenen bir tartışmayı başlatma zamanı da gelmiş hatta geçmektedir.

        Diğer Yazılar