Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        SOĞUK Savaş sırasında Batı dünyası ile Sovyetlerin hegemonyasındaki “halk demokrasiler”inden oluşan sosyalist dünya arasındaki rekabetin önemli bir unsuru ideolojikti. Bu kavgada “hür dünyanın” kullandığı söylemin en önemli mesajlarından birisi demokratik yönetimin ancak özel mülkiyete saygılı piyasa ekonomisiyle mümkün olabileceğiydi. Gerçekten de her ne kadar kapitalist ülkelerin birçoğu demokratik değilse de kapitalist olmayan demokratik ülke de yoktu.

        19. yüzyıl düşünürlerinde de, pratiğinde de bu türden bir denkleme aslında rastlanmaz. O dönemde de zenginlerin ya da muktedirlerin ellerindeki parasal ya da siyasal gücü paylaşma diye bir dertleri olduğu söylenemezdi. Liberal düşünürlerin pek çoğu da avamın, o bağlamda yeni şekillenmekte olan işçi sınıfının, siyasete eşit yurttaş olarak katılabildiği demokratik bir katılımdan ürkerdi. Ancak dağıtılabilecek zenginlik arttıkça tedricen demokratik katılımın önü açıldı. Birinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrasında, hele 1920’lerin sonlarına doğru dünyada gelir eşitsizliği iyice zirve yaptı. Sonuç yükselen faşizm ve savaştı.

        İkinci Dünya Savaşı sonrasında hem 1930’ların deneyiminden alınan ders, hem de Sovyetler Birliği’nin hiç değilse teoride daha eşitlikçi bir düzen vaat etmesi ve iki kamp arasındaki stratejik rekabette toplumsal desteğin sağlanması gerekliliği yeni bir arayışı kurumsallaştırdı. Refah devleti, geliri daha adilce bölüştürerek, toplumun en korunaksız kesimlerini sosyal güvenlik ağıyla koruma altına almıştı. Gerçekten de 1945’ten yaklaşık 1980’e kadarki dönemde tarihçi Eric Hobsbawm’ın deyimiyle “altın yıllar” süresince çalışan kesimler ürettikleri değerden tarih boyunca görülmüş en yüksek payı almıştı.

        Artan eşitlik demokrasileri güçlendiriyor, sistemin meşruiyetini perçinliyor, hesap verilebilirlik sayesinde hukukun üstünlüğü, bireysel güvence sağlanabiliyordu. Soğuk Savaş bitince küresel kapitalizm savaş sonrası “karma ekonomi”nin kısıtlayıcı kurallarından iyice kurtuldu. Tek ekonomik sistem olarak “piyasacılık” kalınca dünyadaki işgücüne eklenen 1.5 milyar kişi ücretler üzerinde ciddi bir baskı yarattı. Hem bu durumda sermayenin güçlenmesi, hem serbest ticaret, hem de teknolojideki yenilikler bölüşümün giderek bozulmasına yol açtı.

        Karma ekonominin piyasa dinamizmiyle vatandaşın güvenliğini dengeleyen finans sisteminin denetlenmesi, emeğin güçlendirilmesi, refah devleti ve kamu mülkiyeti gibi uygulamaları eridi. Robert Kuttner’in veciz ifadesiyle, servet vatandaşlığı kenara itti. Gelir ve buna bağlı siyasal etki temerküzü arttı. Kaybedenlerin demokrasiye inancı azaldı. Bunun sonucunda ortaya büyük eşitsizliklere ve istikrarsızlığa zemin hazırlayan ve sadece güçlülere yarayan bir ekonomik yapı ortaya çıktı. Katıksız bir küreselleşme taraftarıyken, giderek görüşlerini törpüleyen Martin Wolf gibi liberal bir iktisatçıyı “eşitsizlik demokrasilerimiz için bir tehdittir” diye yazı başlığı atmaya iten de bu gerçekler oldu.

        Yeni yayınlanan “2018 Dünya Eşitsizlik Raporu” (http://wir2018.wid.world ) bu durumla ilgili en sağlam rakamları detaylarıyla sunuyor. Avrupa dünyanın tüm bölgeleri içinde eşitliğin bir ölçüde muhafaza edilebildiği, ya da en azından eşitsizliğin toplumsal ahengi tarumar edeceği noktalara ulaşmadığı tek kıta. Ancak genele bakıldığında 1980 ile 2016 yılları arasında en zengin yüzde 1’in reel gelirden aldığı pay yüzde 16’dan 2000 yılında 22’ye çıktıktan sonra 20’ye düşmüş ve orada kalmış. 1980- 2016 arasında tepedeki yüzde 1’in reel gelir artışından aldığı pay yüzde 28 iken en alttaki yüzde 50’nin payı yüzde 9 civarında kalmış.

        Gelir dağılımındaki eşitsizlik elbette servetin dağılımını da etkilemiş. Özel kesimin elindeki servet miktarı 1970’de milli gelirin yüzde 200 ile 350’si arasındayken bugün yüzde 400 ile 700’ü arasına gelmiş. Rusya ve Çin gibi kapitalizme geçmiş ülkelerde hem gelirin hem de servetin dağılımı müthiş eşitsiz bir tablo ortaya çıkarmış. ABD’de tepedeki yüzde 1’in servet içindeki payı 1980’de yüzde 22 iken 2014’te yüzde 29’a çıkmış.

        Bu tablodan demokrasi ya da uzun vadeli istikrar çıkması zordur.

        Hıristiyan okurlarımın Noel’ini kutlarım.

        Diğer Yazılar