Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        BU yılı ne dünyada ne de Türkiye’de iyimser bir havada bitirebiliyoruz. Dünyanın hemen her yanında hukukun üstünlüğüne, bireyin devlet karşısında korunmasına ve ifade özgürlüğüne dayalı demokrasi anlayışı saldırı altında. Birçok yerde bu saldırı mevzileri teker teker fethediyor, direnç noktalarını kırıyor ve özgürlüksüz, hukuksuz yönetimlerin temellerini atıyor.

        Halen bu konuda en ciddi direnişi beğenseniz de beğenmeseniz de AB içindeki Batı Avrupa ülkeleri veriyor. Önümüzdeki günlerde otoriterlik yönünde en pervasızca giden iki üyesinden biri olan Polonya’ya yönelik tutumu bu açıdan da önemli bir eşik oluşturacak.

        Demokrasilerin pek çok kez birbirini de besleyen popülist ve otoriter siyasi dinamikler, baskılar altında kalmaları ve güçten düşmeleri dünyadaki patlayan eşitsizlikten bağımsız bir olgu değil. Vitrindeki tüm karmaşaya, meşruiyet eksikliğinden ve özgürlük korkusundan kaynaklanan tepkilere rağmen Türkiye’de de eşitsizliğin tıpkı dünyada olduğu gibi bugün yaşadıklarımızın derin arka planını şekillendirdiğini düşünüyorum.

        Fransa’nın önemli tarihi şahsiyetlerinden, soykırımdan kurtulmuş düşünür ve siyasetçi Simone Weil’in şöyle bir sözü var: “Onun etkisinde olduğumuz zaman kötülük bize şer gibi gelmez, zorunluluk gibi gelir.” Dünyada bu düsturla açıklanabilecek pek çok iktidar ilişkisi, siyasi gelişme var. Eşitsizlik konusundaki vurdumduymazlıkta da iktidar sahiplerinin benzer bir duygu içinde olmalarının mutlaka payı vardır.

        Türkiye dünyanın eşitsiz ülkelerinden birisi. Artan toplumsal huzursuzlukta bu gerçeğin payını yadsımak mümkün değil. Ne var ki tarihsel olarak örgütlenme becerisi kendi yakın çevresi, mezhebi, tarikatı, mahallesi, şehrinin ötesine pek gitmeyen bir toplumda böylesi bir gidişin protesto edilebilmesi mümkün olmuyor. Aslında bir toplumdan da bahsetmek giderek zorlaşıyor. Zira Türkiye bilinçli kutuplaşma ve her konuyu güvenlikçi bir açıdan ele alma yoluyla hızla, ortak paydalarını kaybeden bir topluluklar bileşkesi haline geliyor.

        Hukuksuzluğun alıp başını gitmesinde, toplumun geniş bir kesimi adaletsizlikten şikâyetçi olduğu halde hukukun umursanmamasında bu parçalanmışlığın izlerini görmek mümkün. Güçlü olanın hükmünün geçtiği yerde zaten adalet aramak anlamsız. Bir ülkenin nüfusunun yarısı gelirden yüzde 15 pay alırken yüzde 1’lik kesimi 23.4 pay alıyorsa burada iktisadi şiddet vardır. En fakir kesimlerin eğitim olanaklarının sürekli daraltılması, çocuklarının gelecekte eğitimsizliğe/becerisizliğe mahkûm edilmesi fakirlik döngüsünün kırılamayacağını gösterir. Bu da insanların kendilerinden olmayanlara yönelik şiddetini besleyecek bir tür toplumsal şiddettir.

        İşin kötüsü okkanın altında kalanların, sürekli kapsamı genişleyen “öteki”lere düşman edilerek, orman adaletini hukukun yerine koyarak işini görebileceğine, öne çıkabileceğine inandırılarak hep cambaza bakmaya zorlanmalarıdır.

        Pazar sabaha karşı, Meclis tatile sokulduktan sonra, ihtiyatlılığıyla bilinen 11. Cumhurbaşkanı’nı bile uyarı mesajı göndermeye sevk eden bir KHK yayınlandı. Devletin şiddet tekelinden feragat ettiğini gösteren, yeni bir şiddet yaratmaya davetiye çıkaran, temel demokratik hukuk ilkelerine uymayan bu KHK, en beklenmedik kişilerin bile uyardıkları gibi bir iç çatışmaya davet metni gibidir. Kendisini vatandaş hissettiği için temel hak ve özgürlüklerine sahip çıkmak isteyecek herkes bıçağın ucundadır.

        Kendini fiilen lağveden Anayasa Mahkemesi’ne de götürülemeyeceği için KHK’yı hazırlayanların yanlıştan dönmesini ummaktan başka çare yok. Böyle bir umut beslemek içinse fazla bir gerekçe yok. Bu ölçekte hukuksuzluk ve bu düzeyde eşitsizlik hiçbir topluma huzur, istikrar ya da selamet getiremez. Finans piyasaları ne yaparsa yapsın.

        Diğer Yazılar