Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        BÜYÜK milletler bir deprem felaketi sonucunda kaç kurban verdiklerini bilirler. Büyük milletlerin başına gelen felaketlerde bu felaketin sorumluları en ağır cezaya çarptırılır. O felaketlerin böylesine bir felaket düzeyinde yaşanmasının sorumluluğunu taşıyan yetkililer ömürlerinin geri kalanını cüzzamlı hastalar gibi geçirirler. Ellerindeki kanın hesabını soran birileri onları hayatlarının geri kalanını utanç içinde yaşamaya mahkûm eder.

        Türkiye 1999 depreminde kaç kişinin öldüğünü bugün bile bilmiyor. Deniz kabuğu ve kumu karıştırılan harçlarla yapılan inşaatları kontrol etmekle yükümlü olanların hiçbiri ceza görmüş değil. Büyük müteahhitler sıyırırken kurbanlık koyun seçilen Veli Göçer bile artık aramızda. Onun yaptıklarını yapmasını sağlayanların hiçbiri sayısı bile bilinmeyen kurbanların acısı karşısında özür bile dilemiş değiller.

        Japonya'da olsalardı harakiri yapabilirlerdi. Nitekim 1995'teki Kobe depreminde Japon yetkililerinden Kobe belediye başkanı sorumluluğunu ve utancını yüklenerek harakiri yapmıştı. Ama Japonya'da değiliz ve o türden bir namus ve şeref anlayışı bu topraklarda, sorumluluk mevkilerinde yer işgal edenlerde yok.

        Türkiye toplumu da sanki bu Japonya depremini bir video oyunu ya da televizyon dizisi gibi izliyor. Tanık olduğumuz büyük felaketin bizim açımızdan ne anlama geldiği hakkında pek bir merak yok.

        Başrollerinde Jane Fonda ile Michael Douglas'ın oynadıkları "Çin Sendromu" adlı film bir nükleer reaktördeki kazayı konu alıp, oradaki nükleer erimenin nasıl oluştuğunu, çalışanların tepkilerini, büyük felaket karşısındaki tepkileri anlatırdı. 1979 yılında vizyona çıktığında tesadüfen ABD'nin Pennsylvania Eyaleti'ndeki Three Mile Island'da bulunan nükleer santraldaki kaza da yaşanmıştı. Bunun üzerine film büyük bir ticari başarı sağlamış, nükleer enerjinin riskleri hakkında kamuoyu duyarlılığı artmış, ABD'de nükleer santral yapımı ciddi oranda yavaşlamıştı.

        Şu anda bir film değil Japonya'daki gerçekleri izliyoruz. Deprem ve tsunaminin etkisiyle nükleer santrallarda yaşanan arızalar ve radyasyon salınımı ciddi riskler oluşturuyor. Nükleer enerjiyle ilgili bugüne dek dile getirilen tüm kaygıları bir kez daha meşru kılan bir yeni durumla karşı karşıyayız. Doğrudur her zaman 9 şiddetinde depremler ve bunun ardından gelen tsunamilerle karşılaşılmıyor. Gene de tüm dünya nükleer enerji konusunda geri adım atmak üzere.

        Bunun Türkiye'yi ilgilendiren pek çok tarafı da var. Gene deprem kuşağı üzerindeki İran'ın nükleer enerji konusunda Japonya kadar teknolojide hassas ve kaza için Japonya kadar teçhizli olmasını bekleyebilir miyiz? Yarın İran'da bir nükleer felaket yaşansa, ya da ikinci nükleer santralını yapacak Ermenistan'da, nasıl korunacağımızı biliyor muyuz?

        Türkiye yakında ilk nükleer santralının inşaatına başlayacak. Başbakan Erdoğan'a göre her şey risk içerdiğine göre sırf riskli olduğu için nükleer enerjiden vazgeçmek söz konusu olamaz. Bunu kabul etsek bile nükleer santralda nasıl bir teknoloji kullanılacağı hakkında bir fikrimiz olması, bir söz hakkımın bulunması da gerekmiyor mu?

        Genelde Türkiye'nin özelde AKP'nin kalkınmacı zihniyetinin çevre filan gibi meselelere pek de ciddiyetle yaklaşmadığını, tarih, kültür, doğa tahribatı gibi meselelerin ancak tatsız teferruat gibi görüldüğünü yaşadıklarımızdan biliyoruz.

        Ama canı tehlikede olan vatandaşları olarak nükleer santralı inşa edecek Rusya'ya giden Başbakan Erdoğan'ın bu konularda bir nebze duyarlılık göstermesini, bu inşaatın teknik şartları hakkında bizi bilgilendirmesini, nükleer santral inşası sırasında toplum adına bu süreci denetleyecek güvenilir kurumların hayata geçirilmesini istemek hakkına bile sahip değil miyiz?

        Diğer Yazılar