Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Yaşıyorsa kulakları çınlasın Ahmet Efe'nin. Suadiye'de buluştuğumuz bir yaz günü evinde Yüz Yıllık Yalnızlık romanını görüp, nedir diye sorduğumda hala okumamış olmama kızıp derhal edinmemi emretmişti. Ertesi gün o zamanlar Şişli'de, Halaskargazi Caddesi üzerinde bulunan Sander kitabevine gidip, sanırım bizzat kasada oturan rahmetli Necdet Sander'e parasını ödeyerek almıştım kitabı.

        "Albay Aureliano Buendia, yıllar sonra idam mangasının karşısına dikildiğinde, babasının onu buzu keşfetmeye götürdüğü o çok uzaklarda kalmış ikindi vaktini anımsayacaktı" diye başlıyordu roman. Daha ilk satırdan milyonlarca başka okur gibi zokayı yutmuş, ilk yüz sayfada biraz bocalasam bile sebat edip, kitabın sonundaki aile soyacağına bin kere bakarak romanı bitirmiştim. Bitirdiğimde artık farklı bir evrendeydim ve Gabriel Garcia Marquez ile bugüne kadar sürecek yarenliğimiz, sırdaşlığımız, suç ortaklığımız başlayacaktı.

        Yıllar sonra, Paris'teki o bitlendiğim tavanarasındaki hizmetçi odasında kitabı, soğuktan titreyerek yeniden okurken artık Latin Amerika edebiyatının hafızayla oyunlar oynayarak bizi konuk ettiği ‘sihirli realizm' labirentlerine aşinaydım. Jorge Amado'nun, Carlos Fuentes'in, Jorge Luis Borges'in, Octavio Paz'ın, Ernesto Sabato'nun eserleri hayatıma girmişti.

        "Azgelişmişliğin anıları"nı yazan Edmundo Desnoes, filmini çeken Tomas Gutierrez Alea'yı biliyordum. O dönem muhteşem bir çıkış yapan Brezilya sinemasından görebildiğim her film içime işliyordu. Sanki edebiyatçıymış gibi kullandıkları sihirli, akıcı dille ülkelerinin ve kıtalarının acılarını, dramlarını yazan Latin Amerikalı siyaset bilimcilerin dünyama girmesine daha biraz süre vardı. Ama Marquez'in ve sonradan Meksiko kentinde Marquez'in burnunun ortasına eski karısı Patricia'ya yaptıkları veya söyledikleri nedeniyle yumruğu indirecek Mario Vargas Llosa'nın hayatımdaki yerleri başkaydı.

        Ömrünün 17 yılını, Türkçe'ye de çevrilen bir Marquez biyografisi yazmaya adayan Martin Gilbert'ten o ilk cümlenin hikayesini de öğrenecektim. Yıllardır bir türlü yazamayan Marquez, ailesiyle Meksika'da tatildeyken, arabada direksiyon başında bu cümle aniden zihnine yerleşir. Bunu kaydeder, ardından notlar tutar ve derhal tatili yarıda keserek Acapulco'ya döner. Evde yıllardır bir türlü şakırdatamadığı daktilosunun başına oturur ve bir yıl içinde, daha sonraları dünyanın ilk küresel romanı diye nitelendirilecek ve kendisine Nobel'i kazandıracak romanını yazar.

        Marquez yalnızca bir dil sihirbazı değil, ülkesi Kolombiya'nın, kıtası Latin Amerika'nın sesidir. Siyasidir. En yakın dostlarından biri Küba lideri/diktatörü Fidel Castro'dur. 1982 yılında Nobel ödülünü alırken yaptığı konuşma o günlerde hala dikta rejimlerinin karanlığında boğulan Latin Amerika'nın tarihi hakkında bir methiye, dramını anlatan bir şiir, romancının kendi kıtasının geleceğine duyduğu güvenin bir haykırışıdır. Latin Amerika'nın, acı ve kanla dolu tarihine verdiği cevabın hep hayat olduğunu, hayatın daima ölümün önüne geçtiğini anlatır.

        Aslında gazetecidir. Yıllar yıllar sonra artık dünya çapında bir romancı olduğunda bile içindeki gazetecilik ateşi sönmeyecektir. Bir keresinde, (artık bunun sebebi içindeki gazetecilik ateşi midir yoksa hakkında yazdığı kişinin ateşi mi, ona sizin karar vermeniz gerekir ey okur!) ülkesinin dünya çapındaki ikinci büyük yıldızı Şakira'yı konser konser izleyip muhteşem bir profil bile yazar.

        Marquez hayat kadar ölümün de yazarıdır. Ama ölüm elbette onun dünyasında yaşamın kendisidir de. Geçen hafta, iyiden zayıflayan hafızası artık kendisini daha sıkça aldatır, kanser vücudunu kemirirken dostlarına hitaben yazdığı veda yazısında şöyle hesaplaşır ölümle: "Yaşlılara diyeceğim şudur ki, ölüm yaşlandıklarında değil unutmaya başladıklarında gelir ziyaretlerine".

        Hasta luego compañero!

        Diğer Yazılar