Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        BUSH yönetimindeki yeni muhafazakârlar 11 Eylül saldırılarını fırsat bilip Amerikan dış politikasını radikal bir yöne kaydırdılar. Hedef Ortadoğu’yu Amerikan çıkarlarına göre yeniden tasarlamak, Irak’tan sonra İran ve Suriye’de rejim değişikliğine yol açmak, İsrail’in güvenliğini Filistin meselesini çözmeye gerek kalmadan sağlama almaktı. Bu tasavvur Irak’ta fena halde bozguna uğradı. Bir önceki yazıda değindiğim sonuçlar ortaya çıktı. Türkiye, çok rahatsız olduğu savaşın başlamasından sonra, bu Amerikan macerasının başarısızlığından kendi dış politika hedefleri ve ihtirasları açısından yararlandı.

        1990’ların sonunda İsmail Cem döneminde başlayan, ancak zihinsel altyapısı Özal dönemine giden bir yeni yaklaşım dış politikaya hâkim oldu. 11 Eylül saldırılarının Türkiye’yi, laikdemokratik kapitalist Batı ittifakı üyesi Müslüman bir ülke olduğu için, dünya siyasetinde merkezi bir konuma getirdiği konjonktürde ülkenin profili yükseldi. On yıl içinde ülkenin çevredeki etkisi arttı.

        Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı yapısal olarak zaten girilecek bu yolu kendi anlamlandırması ve kavramsallaştırmasıyla daha özgün ve kapsamlı hale getirdi. Türkiye’nin nerede olduğu kadar “ne” olduğunun önem kazandığı, yumuşak gücün ön plana çıktığı bir dönemde Türkiye deneyimi büyük ilgi gördü. AKP iktidarının başlangıç yıllarındaki Avrupa Birliği üyeliğine yönelik büyük siyasi reform hamleleri, ülke ekonomisinin 2001 yapısal reformlarından sonra ciddi bir büyüme ivmesi kazanması Türkiye’yi vitrine çıkardı. “Komşularla sıfır sorun” ilkesi bu bağlamda farklı dünyalar arasında sentez arayan, yumuşak gücüne güvenen ve geçmiş dönemlerin takıntılarına kapılmayan bir Türkiye profili sundu.

        ABD’nin başarısızlığı, İran’ın, Irak savaşı ardından giderek bölgede daha etkili bir ülke haline gelmesi, Tahran’ın gücünün dengelenme gereği Türkiye’ye, özellikle Ortadoğu’da ciddi şekilde manevra yapabileceği bir alan açtı. İran ve Suriye ile ilişkiler ABD’nin aksi yöndeki baskılarına rağmen gelişti. Başlangıçta sıcak giden İsrail ilişkileri 2009’dan sonra bir gerilim politikasının ana unsuru olmaya evrildi. Bu ilişkilerdeki gerginlik Türkiye’nin Ortadoğu’daki hegemonik heveslerini kabartan Arap kamuoyu hayranlığı ve desteğini sağladı.

        Arap isyanlarının ardından ortaya çıkan iklimde Türkiye yalnızca Batı dünyasında değil, genelde dünyada daha dikkat çeker oldu. Ne var ki, bu isyanların sunduğu fırsat tuzaklar da içeriyordu. AKP, ideolojik hevesleri nedeniyle kendi kapasitesini aşan bir ihtirasla siyaset üretince 2001 sonrasındaki özgün konumunu yitirdi.

        Özellikle Suriye politikasında kendini gösteren beceriksizlik ve gerçekçilikten uzak yaklaşım Türkiye’ye pahalıya mal oldu. Yalnızca, Türkiye’nin olmak ve yapmak istedikleriyle olduğu ve yapabildiği arasındaki ışık hızıyla ölçülebilir fark çıkmadı ortaya. Mısır’daki askeri darbeye verilen tepki Türkiye’nin Suudi Arabistan’ın dümen suyundaki Körfez ülkeleriyle arasını açtı. Mısır ve Suriye’deki radikal unsurlarla ilişkileri nedeniyle ABD ile gerginlik yaşadı. Ama son aylarda bu ülke ile ters düşmemeye özen göstererek durumu düzeltti.

        ABD İran yakınlaşması sonuca varırsa Türkiye, son 15 yılda elde ettiği avantajların bir kısmını kaybedecek. Tam bu noktada Rusya’nın, Ukrayna’da Soğuk Savaş sonrası düzenin kurallarını yıkması, Batı’nın buna bütünlük içinde karşılık verememesi gibi gelişmeler yaşandı. ABD’nin ilgisizlikten, umursamazlıktan veya beceriksizlikten zaaf içinde görülmesinin de etkisiyle yeni bir dünya dengesi şekillenmeye başladı. Bunun sonucunda Türkiye’nin önüne bir dizi tercih çıktı. İç politikada gidişatın nereye varacağı, Türkiye’nin gelecek yazıda ele alacağım bu tercihlerin hangisine yöneleceğiyle yakından ilişkili olacak.

        Diğer Yazılar