Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        BAŞBAKAN Erdoğan’ın partisi tarafından Cumhurbaşkanlığı’na aday gösterilmesi üzerine yaptığı konuşmanın üzerinde durulacak pek çok boyutu var elbette. Bunların başında Başbakan’ın anlattığı tarihle, yaşanan tarihin birbirinden hayli farklı olduğunu sayabiliriz. Ancak konuşmada, bana göre, çok çarpıcı iki nokta öne çıkıyor. Birincisi, Başbakan Erdoğan’ın sanırım ilk kez bu denli açıkça Türkiye’nin geleceğini, bu gelecekte kurulacak olan düzeni, 200 yıllık Batılılaşma hatasından dönme “davası” çerçevesinde tanımlaması. İkincisi ise daha önce farklı platformlarda söylediğini, yani Cumhurbaşkanı’nı milletten yetki almış, yürütmeden sorumlu bir siyasetçi diye konumlandırması.

        İslamcı hareketin Batıcı modernleşmeden hoşlanmadığı sır değil. Ülkenin ve bölgenin başındaki tüm belaların müsebbibi olarak bu siyasi tercihi görenlerin İslamcı kesimde geniş temsili var. 18. yüzyıl sonu-19. yüzyıl başlarında 3. Selim ile başlayıp 2. Mahmud ile devam eden, Sultan Abdülmecid döneminin Tanzimat Fermanı’yla kavramsal-hukuki çerçevesini bulan bu süreç pek çoğuna göre yanlış bir tercihti.

        Tarihin akışını, 19. yüzyılın güçler dengesini, devleti tahkim etmenin gerekliliğini hesaba katmadan yapılan bu değerlendirmeler ayrıca tartışmaya fazlasıyla açıktır. Tarih ideolojik aidiyetlerin ve bağlılıkların keyfine göre okunup yorumlanamaz. Ayrıca İslamcılar, son dönem Osmanlı İmparatorluğu’nun yani İttihatçıların ve Cumhuriyet yönetiminin, sermayenin Müslümanlar elinde toplanmasını, memlekette neredeyse gayrimüslim kalmamasını sağlayan uygulamaları olduğunu da es geçerler.

        Buradaki önemli ayrıntı, Başbakan Erdoğan’ın, her ne kadar AB üyeliği hedefinin tutkuyla peşinden gideceğini söylemiş olsa da, kendi zihnindeki Batılılaşma karşıtlığını, Osmanlı dönemini de içine katarak, faş etmesidir. Bu sürece yönelik olumsuz duygu ve düşüncelerini gayet net olarak söylemiş olmasıdır. Bu durumda 12 Eylül 2010’daki referandumun ardından inşası hızlanan yeni Cumhuriyet’in temel parametreleri hakkında artık kuşku duymaya gerek yoktur.

        Yeni Cumhuriyet, daha önce de değindiğim gibi, bir “dindar Cumhuriyet” diye tasavvur edilmektedir. Dindar Cumhuriyet’in bugünkü hali, popülizmden beslenen, devlet imkânlarının siyasi destek harmanlamasında kullanıldığı, liberal değerlere pek de kulak asmayan bir çoğunlukçuluk halidir. Dindar nesil yetiştirme hedefiyle tanımlanan eğitim anlayışı kurgulanmak istenen yeni Cumhuriyet’in ana çerçevesini zaten tanımlıyor. Devletin ve topluma yön vermede etkili kuruluşların eylem planları ve felsefeleri de zaten bu doğrultuda çalışıyor.

        Başbakan Erdoğan’ın vurguladığı ikinci emeliyse Türkiye’de demokratik rejimi parlamenter sistemden başkanlık sistemine taşımaktır. Bu başkanlık sisteminde yürütme erkini dengeleyecek herhangi bir başka erke yer yoktur. Ülke, yönetimde tevhid ilkesiyle, yani tüm iktidarın tek elde toplanmasıyla yönetilecektir. Referandumdan beri yaşanan gelişmeler bu anlayışın kökleştiğini, iktidar partisinin kendisini hiçleştirme pahasına liderini öne çıkarmaya kararlı olduğunu gösteriyor.

        H. Bahadır Türk’ün, yoğun emek ürünü Muktedir adlı etkileyici kitabında yazdığı gibi, “Erdoğan’ın partisi içindeki konumu, her daim onun partisinden daha önemli olduğuna işaret eden bir görünüm arz eder... Takım onun etrafında kurulur. O olmazsa galibiyetlerin de olmayacağı fikri, diğer oyuncuların kaptanlarıyla kurdukları hayati bağın altında yatan temel nedendir”.

        Ne var ki Cumhurbaşkanlığı seçimleri, gene Türk’ün yazdığı gibi “asıl ustalığı, takımını her koşulda galibiyete taşıyacağını kanıtlamış” büyük Usta açısından 12 yıl önceden çok farklı iç ve dış koşullarda gerçekleşecektir. Tarihin derslerine göre en büyük zafer anı, düşüşün kaçınılmazlaştığı an olma özelliğini de içinde barındırır.

        Diğer Yazılar