Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Adalet ve Kalkınma Partisi seçildiğinde, önünde hem çok risk içeren dış politika konuları duruyordu hem de uluslararası konjonktür müthiş bir şevkle partinin lehine çalışıyordu.

        Parti, seçildikten sadece 8 gün sonra kucağında nurtopu gibi Annan Planı’nı bulmuştu. AB’nin müzakere tarihini belirleyecek Kopenhag zirvesine 1.5 ay vardı. ABD’nin Irak’a karşı başlatacağı savaşın eli kulağındaydı. Yeni hükümetin üzerinde, Amerikan birliklerinin Türkiye’de konuşlandırılması için muazzam baskı bulunuyordu.

        Buna karşılık yeni hükümetin arkasında hem kamuoyu hem de güçlü bir uluslararası sistem desteği vardı. 11 Eylül’ün yarattığı şok, cihatçı kâbusun alternatifi olarak laik-demokrat-kapitalist-NATO üyesi- Müslüman Türkiye’nin cazibesini artırmıştı. Siyasal İslam’ın demokratik bir deneyden başarıyla çıkması, Batı’nın da Doğu’nun da arzusuydu. Ortam, İslamcı kökenden gelen bir partinin denenmesine, desteklenmesine uygundu.

        Sivil hükümetin ne denli muteber olduğu, 1 Mart Tezkeresi AKP’nin fire vermesi nedeniyle kabul edilmediği halde, Bush yönetiminin Silahlı Kuvvetler’i sorumlu tutmasından anlaşılıyordu. Eğer o fatura TSK’ya kesilmemiş olsa, toplumdaki tepkiye ve AB sürecinin getirdiklerine rağmen sivil-asker ilişkilerinde bugünkü noktaya varılması daha zor gerçekleşirdi.

        Küresel finansal sistem, yükselen piyasalar denilen ülkelerin yelkenine güçlü rüzgâr yüklüyordu. Türkiye’nin dış politikası da güçlü bir uluslararası sistem desteğinden yararlanıyordu. ABD’nin Irak’ta fena halde çuvallaması, Türkiye’nin Ortadoğu’daki manevra alanını genişletti. Daha özerk davranabilmesini, İran ve Suriye konularında üzerindeki baskılara direnebilmesini kolaylaştırdı.

        Tabii o zamanlar çiçeği burnunda iktidar partisi geniş bir toplumsal koalisyona yaslanarak hareket ediyordu. Türkiye’yi çevreleyen üç “jeopolitik eko-sisteme” eşit önem veriliyor, AB üyelik süreci sayesinde Ankara’nın etki alanı genişliyordu. Bu, aynı zamanda ülkede özgürlük rüzgârlarının hissedilir derecede güçlü estiği, farklı toplumsal kesimlerin işbirliği yapabildikleri bir dönemdi.

        Ülke ortak bir dil konuşabiliyor, ortak bir hedefe kilitlenebiliyordu. 27 Nisan muhtırası, kapatma davası gibi faullü girişimler geniş ve farklı renkleri temsil eden bir kamuoyunca engellenebiliyordu. Güç sarhoşluğu henüz etkisini göstermeye başlamamıştı. İktidar partisinin kararları ve politikaları dışlayıcı bir hıncı yansıtmıyordu. Ekonomi rant çılgınlığına teslim edilmemişti. Kibir, deva bulamayacak bir kanser benzeri, iktidar sahiplerinin bünyesini ele geçirmemişti. Ülke tek adam iradesine böylesine mahkûm olmamıştı.

        Bugün baktığımızda Türkiye, 10 yıl öncesinin toplumsal uyumundan uzak. Ülke kendisiyle kavgalı ve tehlikeli fay hatları iktidarın hem iç hem dış politika tercihleri nedeniyle hızla enerji biriktiriyor. Arap isyanlarının ilk perdesinin ve son cihatçı patlamanın ardından, Siyasal İslam’a yönelik romantik beklentilerin yerinde yeller esiyor. Otoriterliğe meyyal ama seçimle iktidara gelmiş liderler pıtrak gibi her yerde ortaya çıkıyor, ama toplumlarını da örseliyor, bölüyorlar.

        Türkiye’de de iktidar partisi ülkeyi yönetirken artık geniş bir toplumsal koalisyona dayanmıyor. Lider ile destekçileri arasındaki sarsılmaz bağ, bağlılık ve biat, siyaseti sürüklüyor. Böyle bir ortamda Türkiye, denetimsiz başkanlık rejimiyle kendi yetersiz parlamenter sistemi arasında hayati bir tercih yapacağı seçime biraz da kurbanlık koyun gibi gidiyor.

        Yıllar önce Fuad Ajami şunları yazmıştı: “Arap siyasal kültürünün trajedisi kitlenin -sokağın- düşüşe son verecek, solmuş görkemi ve azameti canlandıracak kurtarıcıyı usanmadan beklemesi olmuştu.” Bu beklenti hep ama hep trajik sonuç verdi.

        Kayda geçmek istedim.

        Diğer Yazılar