Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Kamuoyunun duyguları, güvenlik seçkinlerinin güdüleri veya sıkıntıları ne olursa olsun Soğuk Savaş bittikten sonra da Türkiye NATO içinde kalmaya devam etti. Özellikle AB ilişkisi adaylık kıvamına gelmeden önce Batı ile en önemli kurumsal bağının kopmasına hatta gevşemesine izin vermedi. NATO’nun işlevsiz kaldığı halde genişlemesini de Türkiye örgütün varlığını kendi çıkarlarına uygun gördüğü için yürekten destekledi.

        Üyelerin bazılarıyla Türkiye’nin başı sıkıştığında yardım etme konusundaki ikircikli tavırları nedeniyle gerginlikler yaşandı. Saddam Hüseyin Kuveyt’i işgal ettiğinde Almanya ve Belçika Türkiye’de hava filoları konuşlandırılmasına uzun süre direndiler. 2003 Irak işgalinde Saddam’ın Türkiye’ye saldırması halinde ittifakın Türkiye’nin yardımına koşacağına dair karar ancak alt komisyon kararıyla alınabildi. Suriye’den gelebilecek bir saldırı ihtimali karşısında ise Patriot füzeleri sınıra yerleştirildi.

        2000’li yıllardaki Ergenekon davalarında Avrasyacı diye tanımlanabilecek kadrolar tasfiye edildi. Karadeniz’de Türkiye için Batı ittifakının tanımladığından daha farklı bir rol hedefleyen Deniz Kuvvetleri özellikle Balyoz davalarında ağır darbeler aldı. Deniz Kuvvetleri’nin ana hedefi ABD’nin Karadeniz’e çıkma iradesine karşı Türkiye’nin bu denizde sahip olduğu üstünlüğe halel gelmemesini sağlamaktı.

        Gürcistan krizi sırasında veya hemen akabinde Rus ve Türk deniz kuvvetleri komutanları Karadeniz’de bir Türk fırkateyninde buluştular. Amerikalıların bu konuda sitemkar oldukları söylenir. Wikileaks belgelerine bakıldığında Karadeniz konusunda Türkiye’nin bu hakimiyet tezlerini ve hedeflerini en çok destekleyen ekibin daha sonraki Balyoz davası sırasında tasfiye edilen kadrolar olduğu da görüldü.

        Kısacası Türkiye’de Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarından önce de Atlantik ittifakının ülke çıkarlarına hala uygun olup olmadığını sorgulayanlar oluyordu. Kendi başına hareket etme ya da kendine mümkün olduğunca geniş bir hareket alanı yaratma dürtüsü Türkiye’deki güvenlik anlayışının belli ki “fıtratında” vardı.

        Bugünkü iktidarın da özellikle dışpolitikada önemli atılımlar yapmayı becerdiği ilk dönemlerinde Türkiye’ye mümkün olduğunca genişbir manevra alanı açmak istediğine kuşku yok. Irak işgalinin hemen ardından üzerine gelen İran ve Suriye ile ilişkileri kesme baskısına şiddetle direndiğini biliyoruz. Ancak kendinden önceki hükümetler gibi kendine alan açmaya çalışırken Atlantik ittifakıyla, özel olarak da ABD ile ters düşmemeye özen gösterdi.

        Arap isyanları sonrası kabaran ideolojik ayran ve büyük hegemonya hayalleri Türkiye’yi kendi özerklik sınırlarını test etmeye yöneltti. Aslında AB’ye değil NATO’ya karşı kurulmuş Şangay Beşlisine üye olma arzusunun dile getirilmesi, geçen yıl NATO’nun bunu zinhar kabul etmeyeceği bilinmesine rağmen Çin’den savunma amaçlı füze alınacağının ilan edilmesi bu çabanın tezahürleriydi.

        Ne var ki aslında 2010 yılının Mayıs-Haziran aylarında Türkiye neleri yapamayacağı konusunda mesajları almışve içine sinse de sinmese de kabullenmişti. Hatırlanacağı gibi 2010 Mayıs’ında Türkiye ve Brezilya, İran ile nükleer program konusunda bir anlaşmaya varmıştı. ABD bunu yekten reddederek Türkiye’ye bazı sınırları zorlamamasını hatırlattı. Daha sonra Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde İran’a yönelik yaptırımlara, Obama’nın şahsen telefon edip ricacı olmasına karşın, hayır oyu kullanması ilişkileri gerdi. Türkiye’de bir “eksen kayması” yaşanıp yaşanmadığı tartışması başlatıldı. NIhayetinde Toronto’daki G-20 zirvesindeki Obama-Erdoğan görüşmesinin ardından yapılan NATO’nun Lizbon zirvesinde Türkiye o güne dek sıcak bakmadığı Füze Kalkanı projesini kabul etti, radarı da Kürecik’e kurdu.

        Stratejik Batılılık’tan vazgeçmenin pek kolay olmadığı bir kez daha görüldü.

        Diğer Yazılar