Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        GEÇEN hafta Türkiye aklı hâlâ başında tüm vatandaşlarını ürkütmesi gereken bir kâbusu üç gün boyunca yaşadı. Kâbusun bitmesi İmralı’da yatan Abdullah Öcalan’ın devletin kendisinden istediği yatıştırıcı bir mektubu yazmasıyla sağlandı. Bu şekilde devlet elindeki en son anda kullanılması gerekecek bir imdat düğmesine bastı. Aynı düğmeye tekrar basılıp basılamayacağını ise bilemiyoruz. Bu şekilde devleti yönetenler kendi hazırlıksızlıkları ve çaresizliklerini de gözler önüne serdiler. Kâbus bir yönüyle yöneticilerin ehliyetinin sorgulanmasını gerektirdiyse, diğer yönüyle de bu toplumdaki şiddet potansiyelinin derinliğini ve vahşetin varabileceği sınırları gösterdi.

        Kürt’ün Kürt’e, Kürt’ün Türk’e, Türk’ün Kürd’e, Türk’ün Türk’e neler yapabileceğini, gidişat farklı bir yola kaymadığı taktirde yaşayacağımız büyük facianın provası niteliğindeki o üç günlük kâbusta gördük. Kaldı ki biz benzer durumları daha önceleri, 1970’lerde yaşamıştık. O dönemin sağ-sol çatışmaları ve kitlesel mezhep kıyımlarının hesabının hiçbir zaman verilmemesinin hepimize ne ağır bir maliyet yüklediğini de bu vesileyle bir kez daha anımsadık ve umalım ki anladık.

        Tarihteki iç savaşları incelemiş olanlar yaşananlardan ürktü. Zira yaşandıkları tüm ülkelerin bilincine kazınan o faciaların hemen her zaman “etle tırnak gibi olanlar” arasında yaşandığını tarih yazıyordu. “Kız alıp kız verenlerin” birbirilerinin kurdu haline geldiğini, ister ortak din ve mezhebin, ister maddi bağların, palamar bir kez çözüldükten sonra işe yaramayacağını gene aynı tarih öğretiyordu. Yugoslavya’nın dağılışını, Bosna faciasını, Irak’ta, Suriye’de yaşananları takip edenler, buralarda toplumların nasıl paramparça olduklarının hikâyesini bilenler yöneticilerin bir an önce akıllarını başlarına toplamalarını dilediler. Balkanlar’da ve bu topraklarda yüz yıl önce yaşananları anımsayanlar gelecek felaketin nasıl korkunç bir insani maliyeti olabileceğini düşünüp gerildiler. Her şey Balkan Savaşlarını anlatan en çarpıcı filmlerden “Yağmur’u Beklerken” (Before the Rain) filmindeki mecrada akıyor gibiydi. İçeride yaşananlar bir yanıyla, iktidarı sürdürmek için tercih edilen stratejinin ve buna bağlı siyasi oyunların bir sonucuydu. O stratejinin gerektirdiğine inanılan şedit dilin ülkenin toplumsal dokusunu, dayanışma anlayışını, huzurunu ne denli tahrip ettiğini gösteriyordu. Bu tahribatın geriye döndürülebilir bir noktada olup olmayacağı ise ancak ileride anlaşılır.

        Yaşanan şiddet patlamasına bir toplumsal birikimin yol açması siyasi aktörlerin bu cinnet günlerindeki payını göz ardı etmemizi gerektirmiyor. Yükseltilen beklentilerin yerine gelmemesi durumunda yaşanabilecekleri hesaplamayan yöneticiler kadar, şiddet ya da şiddet tehdidi dışında siyaset dili üretemeyenlerin de ürünüydü geçen haftanın kâbusu.. Üstelik 1984-1999 arasından farklı olarak, bugün kitleler giderek birbirlerine karşı bileniyor. Toplumdaki sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel, etnik, mezhepsel tüm fay hatları enerji biriktirirken, bunların ilelebet kontrol altında tutulabileceğinden de emin olmak mümkün değil. İşin kötüsü iç politikadaki bu tahripkâr sarsıntı, sığlığı ve sorumsuzluğu gün geçtikçe daha iyi anlaşılmaya başlanan son üç-dört yılın dış politikasıyla yakından ilişkiliydi. İç politikayla dış politikanın bu denli iç içe geçmesinin sağlıksızlığı artık iyice barizdi. Geçenlerde, Taha Akyol, Sultan 2. Abdülhamid’in elinden iktidarı alan İttihatçılara “eğer bu imparatorluğu on yıl yönetebilirseniz, yüz yıl yönettim diyebilirsiniz” dediğini söylemişti. Ben de tam şu sıralarda Abdülhamid’in, tahtını terk ederken yerine geçen ihtirasları sınırsız, istidatları kısıtlı şahsiyetler hakkında neler düşündüğünü merak ediyordum.

        Diğer Yazılar