Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Ümran Avcı, uavci@htgazete.com.tr - 2123136786

        Fotoğraf: Ozan köse

        Ödüllü öykü yazarı Ayşegül Çelik'in kaleme aldığı Türk tiyatrosunun efsanevi ismi Muhsin Ertuğrul'un hayatını anlatan "Ölmeyi Bilen Adam / Muhsin Ertuğrul" adlı biyografisi okurla buluştu. Büyük beğeni toplayan kitapta Muhsin Ertuğrul'un dur durak bilmeyen çalışmaları, yaşamı ve bilinmeyenleri anlatıldı. Ertuğrul'un yaşamı için, "Bir hayat hikayesi değil, bir hayat önerisi" diyen Ayşegül Çelik ile edebiyatı ve elbette Muhsin Ertuğrul'u konuştuk...

        - Biyografiyi tamamladıktan sonra nasıl bir Muhsin Ertuğrul çıktı karşınıza?

        Türk tiyatrosu, sineması üzerine okumayı seviyorum. Karşılaştığım bazı hikayeleri not alıyordum. Niyetim tiyatronun hikayesini kendi anlayacağım hale getirmekti aslında. Bu yüzden hep yineliyorum, bu bir tarih kitabı değil, ben de tarihçi değilim zaten. Yapmak istediğim şey, okuduğum ve bana muazzam gelen bazı hikayeleri bölüşmekti. Muhsin Ertuğrul hakkında okumaya başladığımda bu kadar uzun bir yolculuğa niyetlendiğimin farkında değildim, giderek içinde kayboldum. Önceleri bir hayat hikayesinin beni bu kadar etkilemesine şaşırıyordum. Ama okudukça anladım ki, karşımdaki sadece bir hayat hikayesi değil. Muhsin Ertuğrul, bir hayat önerisi aslında. "Böyle yaşamak da mümkün" diyor. Kendi tuhaf gücünü üflüyor insana. "Bir adam neyi değiştirebilir ki?" sorusunun, yalın, sahici cevabıdır Muhsin Ertuğrul. Ortaya koyduğu kişilik günümüzün hakim hareket tarzının içinde tokat gibi duruyor. Sabahattin Eyuboğlu: Muhsin Ertuğrul'un Türk tiyatrosuna getirdiği kendisi, kişiliğidir" demiş, aynı fikirdeyim. O, benim karşılaştığım en kuvvetli karakter.

        - Muhsin Ertuğrul gerçekten de kuru ekmeğe muhtaç olanlardan. Hem onu hem de Fransızca'sını ilerletmek için Paris'te başvurduğu ilginç yöntemi anlatırsak okurun kafasında karakteri daha net oturur sanıyorum...

        İlk kez 1911'de gidiyor Paris'e. Bu fikri aklına sokan Vahram Papazyan. Muhsin Ertuğrul, onun oyunculuğuna hayran. Vahram, herşeyi Avrupa'daki tiyatroculardan öğrendiğini söyleyip "eğitim görmemiş sanatçı aşısız armut ağacına benzer, ikisi de ham, ahlat kalır" deyince içine kurt düşüyor. Ne yapıp edip kendini Paris'e attığında 19 yaşında. Para yok, pul yok, yol gösteren yok... Ciddi bir sefalet yaşıyor orada, günlerce aç kalıyor. Yediği tek şey, pansiyonun kahvaltı için verdiği ekmekler. Bunları cebine doldurup bütün günü öyle geçiriyor. Hedefi olabildiğince çok oyun görmek ve mümkünse eğitim almak. Fakat başaramıyor. Bulduğu bir öğretmen akıl almaz paralar istiyor diksiyon dersi için. Muhsin Ertuğrul çaresizlik içinde kısılıp kalıyor. İstanbul'a dönse ne yapacak? Ailesinden ayrılmış, tiyatro mu biz mi diyenlere, tiyatro diyerek çekip kapıyı çıkmış. Zaten İstanbul, tiyatro yapacağım diye ortaya çıkanlara vaadleri olan bir şehir değil, oyuncuların şahitliği bile kabul edilmiyor. Paris'te kalabilmek için insanüstü çaba gösteriyor. Aksanını düzeltmek için dahiyane bir fikir geliyor aklına, Paris adliyesine girip ceza davalarını dinlemeye başlıyor. Avukatların kurallı, temiz Fransızcası, bedava dil dersi yerine geçiyor onun için. Her sabah erkenden soluğu Adliye'de alıyor. Cebindeki ekmek parçalarını çıkarıp duvar kovuklarına saklıyor, sonra içeri girip duruşmaları dinliyor. Çıkışta bıraktığı yerden ekmeklerini topluyor, çünkü bütün parasını izlediği tiyatro oyunlarına ve tiyatro gazetesine veriyor. Anılarında, Hamlet seyretmek için ödediği bilet parasının, iki günlük öğle ve akşam yemeği parasına denk geldiğini yazmış. Daha o günlerde nasıl bir karakter inşa etmekte olduğu belliymiş aslında vazgeçmeye, bırakmaya hiç niyeti yokmuş.

        - Yine Paris'te, Seine Nehrini'nin kıyısında intiharı düşünüyor. Ancak onu bu girişimden bir edebiyatçı kurtarıyor. Edebiyatın gücü ve bir yazarın insan üzerindeki etkisi bakımından çok etkileyici geldi bu hikaye bana...

        Paris'e ilk gidişinde geleceğe ait hiçbir umut ışığı göremediği, yapayalnız kaldığı günlerde büyük bir karamsarlığa kapılmış. Üstüne açlık ve yoksulluk da eklenince canına tak etmiş ve 19 yaşındaki delikanlı intihar etmek üzere nehir kıyısında almış soluğu. Kıyıda geçirdiği birkaç dakikayı atlatabilmesinin, o buhranlı, karanlık halden çıkabilmesinin tek nedeni olarak Rus yazar Leonid Andreyev'i gösteriyor. Andreyev de yaşadığı sefalet yüzünden intiharın eşiğine gelen bir adam. Fakat sonra sandalyenin arkasına astığı pantolona gözü takılıyor; "Satabileceği bir pantolonu olan adam intihar eder mi hiç?" diyerek kararını değiştiriyor. Muhsin Ertuğrul'un tutunduğu, onu sefalete de, yalnızlığa da, nehrin karanlığına da bırakmayan şey bu işte; sadece bir cümle. Edebiyat hakikaten de kuvvetli bir şeydir; hastayı değil ama hastalığı iyileştirir, korkuyu dindirir, dünyaları değiştirir aslında.

        - Kitabın adını taşıyan "Ölmeli Bilen Adam". Ölmeyi bilmek ne demek? Muhsin Ertuğrul hayatında bir öğrenci, çevresindekilere karşı da hep bir öğretmen. Ölümünün ardındaki vasiyet çok enteresan. Anlatır mısınız?

        Ölüm geldiğinde hazır olmanın Muhsin Ertuğrul'un yaşam felsefelerinden biri olduğuna inanıyorum. Behzat Butak'ın ardından yazdığı bir yazıda bahsediyor "ölmeyi bilmek" ten. İstesek de istemesek de oynanacak bir oyun diyor ölüm için ve "yaşarken sanatçı olmak yetmez, asıl zor iş yenilmeden ölmeyi bilecek kadar 'ölmek sanatı'nı benimsemiş olmaktır" diyor. Buradan bakınca Muhsin Ertuğrul, ölmeyi bilen, hem de iyi bilen bir adamdır. Ölüme yaklaşımı bir derviş gibi, ‘keşke' demiyor, ‘biraz daha' demiyor... Aksine son derece rahat, ölümle hiçbir derdi yok, kanaat etmiş, doymuş.. Kendi cenazesini bile planlayan, ailesi için durumu kolaylaştırmaya çalışan bir adamdan bahsediyoruz. Beklan Algan'a yazdığı son notta, "Benim mezarımın genişliği 60 santimdir. Eğer tabut 55 santimden daha geniş olursa mezara sığmaz" diyor ve kontrol etmesini istiyor çok sevdiği öğrencisinden. Eşi Handan hanım için de var böyle bir notu "Cenazenin evde gecelemesi tatsız oluyor" diyerek Handan hanımı teselli edeceğini, üzüntüsünü azaltacağını düşündüğü bazı önerilerini yazmış.

        - Ne olursa olsun, hangi protokol adamı gelirse gelsin sahneyi tam zamanında açmak gibi bir prensibi var.

        Şükrü Saraçoğlu, dönemin TBMM Başkanı. Konuğu olan birkaç siyasiyle birlikte, perde açıldıktan sonra geliyor oyuna. Tiyatro görevlileri Ertuğrul'un kesin emri var diyerek kimseyi almıyorlar. Saraçoğlu haber yolluyor Ertuğrul'a, "Biz tiyatroya saygı göstermeyen insanlar değiliz, reisicumhur ile beraberdik, gecikmemiz bize bağlı değildi" diye. Sonu sürprizli bir hikaye bu, anlatmayayım.

        TİYATRO TOPLUMUN BİRBİRİNE DOKUNMASINI SAĞLAR

        - Ahmet Tulgar son kitabında Avusturya'nın imparatorluktan, dar bir toprak parçasına sıkışma travmasını, tarihsel komplekslerini sahne sanatlarından faydalanarak atlattığını yazdı. Tiyatro bu tür travmaları atlatmakta etkili gerçekten? Muhsin Ertuğrul'a göre, toplumların tiyatroyu bilmemesiyle birbirini sevememesi arasında bir bağlantı var. Bir yazısında şöyle diyor Ertuğrul, "Sevgiyi kaybettik. Öfkeli, önümüzdekini iten, yanımızdakini muştalayan hoyrat bir kalabalık olduk: Çünkü tiyatrodan uzak kaldık. İnsanca yan yana oturma mutluluğunu daha tatmadık ki." Şüphesiz, toplumun birbirine dokunması için tiyatro müthiş bir araç. Eskiden oyun seyretmeye bayramlık elbiselerle gidilmesinin nedeni de bu. Sadece oyuna, oyuncuya duyulan saygı ile açıklanacak bir şey değil bu. Tiyatrolar insanların bir araya geldiği, birbirlerini gördüğü yerler aynı zamanda. Sair zamanda şehrin başka köşelerinde yaşayanlar birkaç saatliğine de olsa bir araya gelecek, yan yana oturacak ve aynı şeye gülüp ağlayacaklar. İnsanlar bu şekilde bir araya gelmeye alışırsa yabancılaşma, ötekileştirme azalır, hoşgörü artar. Bütün toplumu etkileyen, baskılayan bir durumda, savaşta örneğin, ikişer üçer kişilik gruplar halinde evlere kapanmak mı, yoksa mahalle halkının bir arada bulunması mı korkuyu azaltır? Savaş zamanı Rusya'da, Almanya'da her yer kapalıyken sadece fırınlar ve tiyatrolar açık kalmış. Bunu neye bağlayacağız? Tepelerinden bomba yağan insanlar niçin tiyatroların açık kalmasını istiyor? Çünkü aynı korkuları, aynı kayıpları yaşıyorlar. İnsanın çamurunda var bu, bir arada bulunmak herkese iyi geliyor. Tiyatronun da insanları bir araya getirmek gibi bir misyonu var.

        - Size iki ayrı ödül getiren öykü kitaplarınız var. Aynı zamanda da sahne tozu yutmuşluğunuz. Kendinizi en iyi nasıl ifade ediyorsunuz?

        Eskiden yazmayı sevdiğimi sanıyordum. Fakat yıllar geçtikçe anladım ki, ben de şu mecbur olanlardanmışım. Yazmasaymışım olmazmış...

        Diğer Yazılar