Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Ümran Avcı- HT GAZETE

        uavci@htgazete.com.tr - 2123136786

        Fotoğraf: Sinan Bilgenoğlu

        Mario Levi’nin “Size Pandispanya Yaptım” romanı bitip de kitabı kapattıktan sonra hikayenin akışını elbette düşünüyorsunuz ama romanın sizde bıraktığı ayrı da bir his fırtınası var: Bir; yaşanması gereken her şey yaşanır. İki, sofralar ve o yemek sofralarındaki hikayeler önemlidir. Üç, zamanla o sofralardaki insan sayısı azalır. Ve en önemlisi, sabahları mutfaktan gelen yemek kokusuna uyanmak bir ayrıcalık hatta kimileri için lükstür. Kıymetini bilmek gerekir…

        Kemik bir okur kitlesi olan Mario Levi ile o sofraları, yemek sofralarını zorunlu terk edenleri, yemek lezzetindeki edebiyatı konuşup biraz da “hayatı” çekiştirdik…

        “Ben bir yalancıyım, az sonra okuyacaklarınız da yalanlar üzerine kurulu” cümleleriyle başlıyor. Galiba en masum yalancılar da, - gerçeklere ayna tutmak adına - yazarlar. Ne dersiniz?

        Muhtemelen öyle. Söylediğiniz doğru, yazarlarda bir yalancılık eğilimi vardır ama bence bu yalancılık eğilimi bazı gerçeklerin daha çok ortaya çıkması içindir. Bu yüzden benim yaptığım bir ironi vardır; - Neden yazıyorsunuz? – sorusuna cevabım şudur: Anlatmayı, hayal kurmayı ve yalan söylemli çok sevdiğim için. Bu sözlerin ardındaki ironiyi yeteri kadar anlamayanlar yalancılığı biraz öne çıkarmayı yadırgayabilirler ama sizin de hissettiğiniz gibi buradaki en önemli istek gerçeklere davet.

        “Yemekler önemliydi, tatları da önemliydi, kokuları da. Ama hatırlattıkları daha da önemliydi…” Yemek kokuları ve tarifleri arasında geçen, aile hikayelerinin anlatıldığı kitabın belki de en kilit cümlelerinden biri de bu… Kesinlikle öyle. Yekemler asıl insanlarla değer kazanırlar. Paylaşma ilerleyen yıllarda sizin hayatınızı anlamlandıran bir hikaye oluşturur. Daha da ileri gidecek olursak toplumların ruhunu, duygusunu, tarihini, yemeklerden yola çıkarak tahlil edebilirsiniz. Bunu araştırmacı kaygısıyla değil, el yordamıyla, yazar sezgilerimle bulmaya çalıştım. Ve her zaman olduğu gibi sahiciliğin peşinden koştum.

        Yahudi mutfağından sizin aklınızda kalan en derin hatıra nedir? Bu romanı yazarken o sofralara dair en çok neyi hatırladınız?

        Bayram sofraları. Çocukken özellikle ergenlik çağında bu bayram sofralarında olmaktan ya da olmaya zorunla kalmaktan hiç haz etmezdim. Çok sıkılırdım. Ama yaşandı gitti. Ardından, birçok insanın o sofralardan gittiğini gördüm. Zamanla anladım ki bu birliktelik, bu ruh ve o insanların o sofralara getirmiş olduğu hikayeler, meğerse çok değerli ve anlamlıymış. Genelde Hamursuz Bayramı olarak bilinen Pesah Bayramı’nda, ailenin bütün bireyleri neredeyse bir araya gelirdi dedemin evinde. 12 – 14 kişilik sofralar anlatırım. Şimdi düşünüyorum da adeta bir romanın hazırlığı yapılmış. Çünkü herkesin kendine göre bir hikayesi vardı. Bu aile bireylerini hepsi öldü. Bunda iki yıl önce kalan ne kaldı; ben, eşim, ilk evliliğimden kızlarım, annem ve babam. Yani sofrada altı kişiydik. Annem de çok yaşlandığı için bana geliyorlar. Pesah yemeklerini ben yapıyorum. Babama dedim ki, “Bak ne kadar azaldık, farkında mısın? Bu anların kıymetini bilelim” onun da gözleri doldu. Kim bilir neleri hatırladı. En değerli anı buymuş, birliktelikler, o sofralarda yaşananlar. O sıkılgan çocuğun, o öfkeli ve isyankar ergenin bulunmaktan hoşlanmadığı sofralar meğerse çok değerliymiş ve bir romanın hazırlığıymış.

        Bu roman yazılırken sofradan zorunlu olarak gidenler hatırlandı mutlaka. Bu roman nasıl bir ruh haliyle yazıldı?

        Bu kitabı ancak hayatımın bu döneminde yazabilirdim. 56 yaşındayım. Bu benim 10. kitabım. Bugüne kadar kitap yazmakla kalmadım bir de hayatı tanımaya çalıştım. Bu kitabı daha önce yazmaya yeltenseydim, duygum herhalde farklı olacak ve muhtemelen çok daha fazla acı çekecektim. Değindiğiniz o özlem, insanlardan ayrı kalma, onun beraberinde getirdiği eksiklik tabi çok iç burkucuydu. Zaman zaman gözlerimin dolduğunu hatırlıyorum. Ancak ben artık gülümsemeyi öğrendim. Bu gülümseme öyle şeklen bir gülümseme değil, İçten gelen bir gülümseme. Hayatın çok mizahi bir tarafı olduğunu da bana söyletiyor. Hatta komik bir tarafı olduğunu bile söyletiyor bana. Haliyle bu romanı yazarken bir yandan zaman zaman gözyaşı dökerken, bir yandan da çok eğlendim. Zaman zaman kahramanlarımla kendi içimde tartıştım, kavga ettim. Hayatın böyle güzel bir tarafı olduğunu biliyorum artık. Ne mutlu bana ki hala yazabiliyorum.

        Romandan bir alıntıyla, “İnsanlar hatırladıklarıyla bir dünyayı yeniden inşa ediyor” diyorsunuz. Siz de bu dünyayı yazarak yeniden inşa edenlerdensiniz.

        Doğru, aynen öyle. Aslında edebiyatın ruhunda da bu var. Edebiyat her şeyden önce bir dil meselesidir. Bunu kabul ediyorum. Bir romanda kurgu elbette önemlidir. Ama madem bir sahicilikten söz ediyoruz, o zaman hayat edebi metne geçerken, yeniden inşa edilirken bizim duygumuzdan geçiyor demektir. Duygumuz ise birçok değeri kucaklıyor. Mesela yaşadığımız iklimin değerlerini kucaklıyor, mesela tarihi kucaklıyor. Mesela birçok insanın bizde bıraktığı hikayeleri kucaklıyor. Böyle olunca kendinizi ortaya koyabilmek için ve hayatınızı anlamlı kılabilmek için yeniden hayatı inşa ediyorsunuz. Ben galiba yeniden inşa etme sürecini, hikayesini romana yansıtmak istiyorum.

        Bu romanda var olan yazar, “Kırılganlık… Yazmamı sağlayan en güçlü duyguymuş” diyor. Bir başka yerde de “Kalemim sayesinde çıldırmaktan kurtuldum” diyor…

        Bu bize ustalarımızdan bize büyük duygu mirası bırakan Sait Faik’in sözünden esinlenerek söylendi. Bu gerçekten öyle. Bir de kırılganlık diyoruz. Çok başka ifadeler de kullanılabilirdi burada. Ama ben şuna hep inandım, edebiyat belki de tüm sanat dallarında olduğu gibi mutlaka ve mutlaka bir olumsuzluktan çıkar. Yani, ‘ben tamamı ile bu dünyayla barışığım’ diyen ve mutlu, toz pembe tablolara övgüler düzen ve mutlu olduğuna inanan bir insan hiçbir eser doğramaz. Mümkün değil Madem her şey böyle olumsuz. O zaman neden yazıyorsun diye sorabilirler. Birincisi başka türlüsünü yapamadığım için yazıyorum, ikincisi kendimi bu yolda var edebildiğime ve bu dünyaya tahammül edebildiğime inanıyorum. Üçüncüsü, valla bir eser çıktıktan sonra yaşadığım hazzın, yaşadığım sevincin, mutluluğun eşi benzeri yok. Biraz da onun için yazıyorum…

        Romandaki yazar demiş ya, “Başkaların hissettikleri hissettiklerimize siner ve yaşadıklarımıza dayanmak için kederli hikayelere ihtiyacımız var” demiş ya. Bu roman özelinde de öyle hikayelere tanıklık ediyoruz ki, yalnız değilim diyor okur.

        Aynen bu. Paylaşmak istediğim aynen bu. Bunu bana birçok kitap farkı duygularla ve farklı zamanlarda yaşattı. “Bak böyle hayatlar da var derim” kendi kendime. Aynen dediğiniz gibi bir tahammül gücü veriyor ve hayatınızı anlamlı kılıyor. Diyorsunuz ki, benim gibi yaşayanlar var, bunları yazdılar, o kadar da yalnız değilim diyorsunuz.

        Şehrin anlattıklarına kulak vermekten bahsediliyor. İstanbul ne anlatıyor?

        İstanbul anlatıyor ama dinletebiliyor mu onu bilmiyorum. Ben dinleyebilenlerdenim. İstanbul bence eski bir şehir değil, yaşlı bir şehir. Bu anlamda çok anlatacağı var. Bu açıdan da kendime şunu söylüyorum, ne mutlu bana ki İstanbul’da yaşıyorum. Çünkü hikayeler gerçekten bitmiyor. İstanbul’un anlattıkları eğer siz kulak vermeyi bilirseniz onun da ötesinde hissedebilirseniz duyacağınız, dinleyeceğiniz çok hikaye var. Ve ben hala bitirmediğime inanıyorum. İstanbul benim esin kaynağım. Beni var eden coğrafya…

        Hakiki hayatlar için hakiki bedeller ödemek gerekir anlatıcı. Hayatınızda ödediğiniz en büyük bedel neydi?

        Bir bedel ödemeden hiçbir şey öğrenemiyorsunuz. Hayatımda ödediğim en büyük bedel şüphesiz aşklarımın bana öğrettikleri ile ödediğim bedeldir. Benim biraz da kadınlarla ilişkilerim olabilir. Sadece bu mu, belki bu değil ama uzunca bir süre hayatta büyük bir haksızlığa uğradığımı düşündüm; neydi o biliyor musunuz? Ben çok uyumsuz bir çocuktum. Çok yalnız bir çocuktum. Çelimsiz, zayıf ve astımla mücadele eden içine kapanık bir çocuktum. Bütün bunların getirdiği acıları, insanlarla ilişkilerimi, kadınlarla ilişkilerimi, uzunca bir süre zorlaştıran bütün bu dönemi - ki, bu üniversite yıllarıma kadar uzanır – büyük bir haksızlık gördüm. “Neden hayat başkaları için bu kadar kolayken, benim için bu kadar zor?” dedim. Ama bu bir bedelli. Neyin bedeliydi? Yazar olmak için bir bedeldi. Meğerse ben bir yazar olmaya hazırlanıyormuşum. Bütün bunları yaşamasaydım yazar olmazdım. Yazar olmaya niyet etmezdim. Bir yerde bu benim var oluş çabam, hayatta kalma isteğimdi. Bu yüzden bir bedel ödendi ama sonuçla çok da fena olmadı…

        Tok karnına yapılan sohbetlerin daha sağlıklı olduğunu söylüyor anlatıcı. Ama bu kitap da tok karnına okunmalı…

        Üniversitede çok çok sevdiğim üniversite hocası bir arkadaşım var. Kitabı yayınevine verdiğimde romanın metnini okumak istedi. Akademik makale yazacaktı. Bu arkadaşımız da ve Ramazan’da okudu bu romanı. “Bana bunu nasıl yaparsın?” dedi. (Gülüyor) Ben de iftardan sonra okusaydın dedim. Herkese tavsiyem şudur; bir şeyler yiyip kitabı okuyun ya da aç karnına okuyacaksanız yemek yapabileceğinize güvenin de okuyun derim. Gecenin bir vakti okuyacaksanız ve buzdolabınız da boşsa, bunu kendinize yapmayın…

        Bu kitap bana bazı şeyleri hatırlattı. Aile sofraları çok önemlidir ve siz uyurken annenizin yemek yaparken çıkardığı seslere ve mutfaktan gelen yemek kokularıyla uyanmak ne büyük bir lüksmüş…

        Ne güzel bir duygu bu hissettiğiniz. Ben sizi bu yüzden seviyorum çok duygulandırıyorum çünkü. Bu çok güzel bir şey. Bu bir bağlantı işte. Yazarlığın en anlamlı olduğu taraf da budur. Bir insanın iç dünyasına girebilmek ve orada yer edinebilmek. Yazarlar bunun farkında olmayabilir. Bunu hayal edebilmek bile bir yazar için çok önemlidir Yazarken çünkü bu ihtimal hiç aklınızdan çıkmaz. Roman bittikten sonra kim, nerede, nasıl okuyacak romanımı? Varlık sebebi…

        Ve son olarak yazım tekniği üzerine konuşmak istiyorum… Romanı okurken, “Mario Levi okuruna çok güveniyor” dedim.

        Evet, bir konunun gözardı edilmemesini istiyorum. O da şu ki, bu romanda kendi ölçülerime göre dil anlatım tekniği denedim. Çok yazarlı bir parçalanmışlığı denedim. Bunun önemli olduğu kanaatindeyim. Bunun incelenmesi ve bunun üzerine düşünülmesi gerektiği kanaatindeyim. Evet okuruma güveniyorum… Kolay anlaşılan ama tuzak kuran bir kitap. Bu böyledir, yazacaksınız ve birileri günün birinde bu yaptığınızı daha iyi görecek. İyi kitabın er ya da geç okurunu bulacağına inanıyorum. Bu gerçekten en samimi duruşum ve düşüncemdir bir yazar olarak. Bugün değilse yarın. O yarın da elli yıl sonra olabilir hiç önemli değil. Bakın Ahmet Hamdi Tanpınar’a, bakın Oğuz Atay’a. Yaşadıkları yıllarda ne kadar kırgındılar, ne kadar üzgündüler kitaplar okunmuyor diye.

        Diğer Yazılar