Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Bizim bir temel sorunumuz şu;

        İki gazeteciyi içeri alıp (sert de olsa) yaptıklarını yayını daha yayınlanmadan bile kolayca durdurmak…

        İki gazetecinin gırtlaklarının kesilmesini ise asla önleyememek!

        Diğer vurulanları saymasak bile!

        ***

        Halbuki burasının yaşanır, konuşur, bir ötekinin fikriyle tanışır ve barışır bir ülke olması için, gırtlak kesenleri engellemek, fikir ve hatta ahkam kesenleri bırakmak gerekiyor.

        Çünkü o kadar çekiştirdiğimiz demokrasinin özü bu kadar basit.

        Yazıdan, çiziden, eleştiriden, yayından, fikirden, sert eleştiriden rahatsız olmayacaksın…

        Gırtlak kesenlerin, ev basanların, öldürmeye yeminlilerin varlığından çok rahatsız olacaksın.

        ***

        Tabii sıradan insanlar olarak biz de böyle düşünsek çok iyi olur.

        Ama esas “yöneticilerimiz”in biraz böyle düşünmesi lazım. Daha iyi olur.

        Cumhurbaşkanı’nın “kendisine hakaret suçu”yla 1300 kişi suçlanmış, zanlı olmuş, sanık olmuş, kimi yargılanmış beraat etmiş, kimi mahkum olmuş.

        Milyonlarca oy almış, bu ülkenin makamdan makama “yücelttiği” birisi 1300 kişiyi neden hedef alsın ki?

        Her şey “hakaret” değildir; siz eleştirilerin sertini de hakaret saymadıkça.

        Diyorum işte; dergide şey ediyorlar diye iki gazeteciyi dergileriyle birlikte içeri atan bir düzen…

        Yani “çıkmamış dergi”yi, “olmamış eylem”i, bu eylem yazı ve fikirden ibaret olsa dahi “tutabilen” bir sistem…

        Bu memlekette Suriyeli iki gazetecinin gırtlaklarının kesilmesini engelleyememişse, esas problemi odur.

        Canlı bombaları saymıyorum bile!

        ***

        Başbakan, gergin değil de “muzaffer” olunca sanki daha da müşfik bir “imaj” verdi.

        Zaten eşi doktor. Hepimiz biliriz de, o oradan daha çok biliyordur, insan hayatının (ve ruhunun) kıymetini.

        İşte “ötekiler” de insan.

        Başkaları güçlü, kudretli, haşmetli, hiddetli olduğunda “berikiler”in de etiyle, canıyla, kanıyla, ama inancıyla, fikriyle, kılığıyla, hayatı ve hayat tarzıyla hep insan olması gibi.

        O yüzden “güçlü bir iktidar” artık (hem de) güçsüz saydıklarından neden korksun ki?

        Neden korku kanunlarıyla bu ülkenin aklına, vicdanına, eline, diline prangalar vursun ki, değil mi efendim?

        Herkesin fikrine, fikrinin ince gülüne, hayatına, hayatının tarzına, düşündüğüne, düşünmediğine, inandığına, inanmadığına, lafına, yazısına, çizisine, dizisine, kuzusuna saygı göstermek çok mu zor?

        Neden zor olsun ki?

        13yıl boyu “sandık”ta zafer kazanmış bir iktidar şimdi “bazen seve seve, bazen döve döve kazandık” diye düşünüyorsa; sandık, içine aklımız ve vicdanımızla birer pusula atalım diyedir…

        O sandığı alıp kırıp kiminin başına başına vurmak için değil!

        ***

        Sandık meşruiyeti” üzerine asla laf edilemez. (Burayı uzun yıllardır okuyanlar bilir.)

        Bak; darbe, diktatör, despotların “çeyiz” sandıkları hariç tabii.

        Ama insan hayatı bir sandıktan çıkarak başlamadı, her ne kadar bir sandukaya konarak son yolculuğuna gidiyorsa da, gittiği yer topraktır.

        Yani her insanın insan olarak hayatı, “millet iradesi”yle değil, ister “doğal” de, ister “ilahi” de, ister sadece “ana baba” demekle yetin, ama öyle başlıyor işte.

        İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde bu yüzden “her insan eşittir.”

        Bu eşitliğin onların siyasi, dini, mezhepsel, etnik, ideolojik haller, doğduğu andaki sınıfsal vaziyet ve iradeler; diktatör iradesi veya millet iradesi gibi daireler, idareler ile ilgisi yoktur.

        Onlar sonra gelir, önce insan gelir!

        Çünkü o yavru doğarken bunları bilmez ama varoluşunu bilir.

        Tuttuğu ana veya baba parmağı odur.

        Doğuştan hak”tır insanca yaşayabilmek.

        ***

        Tamam, öyledir, şöyledir, ne zaman eşitlik olmuştur ki filan…

        Lakin hepimizin görmek istediği saygının, bulmak istediği hakkın, bilmek istediği hakikatin, tatmak istediği özgürlüğün, insanca yaşamak istediği bir hayatın en temeli budur:

        O “eşitlik”tir.

        Aslolan, “birlik, teklik, tek tiplik” filan değil, temeldeki bu eşitliktir; bin türlü insanlık lekesi, karası, ihtirası, şiddeti, hoyratlığı, nefreti, zulmü, zenginlik-yoksulluk cehennemleri ile hep yakılan, yıkılan eşitlik.

        Normal saydığımız şeylerdir esas anormal olan!

        O yüzden, o beyanname ancak oradan kalkarak anında “özgürlük, onur ve hak”ka varır.

        Saniyesinde “Akıl ve vicdan”a varır.

        Budur işte.

        Sandığın da, öyle ya da böyle sandığın şeylerin, usandığın nice meselenin de temeli budur.

        Diğer Yazılar