Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        28 Şubat denen dönemin henüz başıydı.

        Washigton’da “Türk-Amerikan” toplantılarını izliyordum.

        28 Şubat Genelkurmay’ının Üç Numarası Paşa da oradaydı. Yanında da çantalı, dosyalı, kimi sivil giyimli, kimi üniformalı kurmaylar.

        Oturumlardan birinde ABD’nin İnsan Hakları’ndan Sorumlu Bakan Yardımcısı Türkiye gezisini anlatmış, “insan hakları sorunları”ndan bahsetmişti.

        Sivil giyimli Paşa, az sonra konuşmacı olan eskiden ünlü bir “gazeteci”nin eline notlar vermiş, ABD’liye cevap olarak onları okumasını istemişti.

        Beriki şaşırmış, paniklemiş, terlemiş, sinmiş, telaşlanmış; konuşması bambaşka bir mevzu iken acele acele “Paşa’nın notları” ile “Türkiye’nin ne kadar demokratik, insan haklarına titiz bir ülke” olduğunu anlatmıştı.

        Türkiye medyası”nın pek ilginç bulmayıp izlemediği bu oturum sonrası “İğreniyorum” diye bir yazı yazmıştım.

        Aynı oturumda, ABD’nin Türkiye ve 28 Şubat zihniyeti ile çok ilgili bir düşünce kuruluşu olan Washington Enstitüsü’nün bir konuşmacısı da vardı.

        Türkiye’ye sık sık gelip giden, Türkiye’den bazı gazetecilerle çok çok yakın, bazen Genelkurmay yahut başka mahfillerde konferanslar vermiş, raporlar sunmuş bir zat!

        Enstitü fazlasıyla İsrail, daha doğrusu İsrail’deki sağcı Likud çizgisi yanlısıydı.

        Grafikli, haritalı, ekranlı “sunum”unda bir harita koydu, üç ülkeyi işaretledi:

        İran, Irak, Suriye!

        Bu üçünün dünyaya ne kadar tehdit olduğunu da anlattı ama üçünden oklarla füzelerini Ankara’ya, Konya’ya, Hanya’ya kadar uzattı.

        Böylece oralarda birileri düğmeye basıyor, bizim memleket havaya uçuyordu.

        Yani, Türkiye, aynı İsrail ve ABD’de büyük, derin bir iktidara hazır “Neo-muhafazakârlar” gibi bu üçünü temel düşman saymalıydı.

        Çünkü kimyasal, biyolojik, nükleer kitle imha silahlarıyla önce Türkiye’nin düşmanıydılar.

        Başta nükleer bu silahlara sahip olduğu kanıtlanmış İsrail ise sanki Ortadoğu’da değildi!

        Bundan 19 yıl önceden bahsediyoruz.

        Bugünden bakalım diye!

        Genelkurmay “sunumlar”ı da aynı harita, füze ve “tehlikeler”i tekrarlayınca, ikinci bir yazı daha yazmıştım.

        Bu “benzeşme, örtüşme, buluşma”yı yerin dibine sokan!

        İkisi de önce kovulmam için baskı dosyalarına, sonra Genelkurmay’ın açtığı davada mahkeme dosyama konmuştu.

        Sonra şöyle yazdım: Hadi ilk yazıyı, “İğreniyorum”u anladım da, Genelkurmay ve devlet neden komşularla ilgili yazıdan da alındı?

        ***

        Epey kişisel oldu ama şu yüzden hatırladım, hatırlattım:

        Demek ki haritalar ve hedefler o kadar da palavra değilmiş!

        19 yıl sonra o paşalar yok, o uzmanlar da. Kurmayları bilmiyorum tabii!

        Ama artık haritalarda Irak ve Suriye de yok!

        Şiilerin çoğunluk olduğu Sünni yönetimli Irak” darmadağın oldu önce…

        Sonra aynı bölücü kalıplarla, “Sünnilerin çoğunluk olduğu Şii (Alevi) yönetimindeki Suriye!”

        Ortada (Irak’ın daha önce Batı teşvikiyle İran’a karşı ve Kürtlere karşı Halepçe’de kullandığı, Suriye’nin muhtemelen muhaliflere karşı denediği kimyasalları saymazsak) pek “kitle imha silahı” yok.

        Ama “kitle”nin kendi içinden bizatihi “canlı kitle imha silahları” çıktı; çıktı ne kelime, patladı:

        Kimi patlayıcı, kimi canlı bomba, kimi “Kaleş” formatında: Bağdat’ta, Şam’da, Rakka’da, Halep’te, Kobani’de, Lübnan’da, Tunus’ta, Suruç’ta, Ankara’da, Paris’te!

        O günkü (büyük ölçüde İsrail merkezli) “güvenlik konsepti”, bu iki devletin (İran’la birlikte) tehlike olduğunu, tabiri caizse “yıkılmaları gerektiğini” vazediyordu.

        Bugünkü “güvenlik konsepti” ise “Yıktık ama ortaya bu çıktı” formatında!

        Ana hedef İran idi o vakit de. Şimdi “İran’a yakın” iki devlet, Irak ve Suriye yönetimleri ile “Sünni Blok” hedefinde!

        Batı’nın müttefiki ve Türkiye’nin muteber Saray’ı” Suudilerin “Paris’ten sonra” bile aynı şeyleri söylemesi boşuna değil!

        Fakat sevdikleriniz, canlarınız paramparça, delik deşik ise, Suruç’ta, Ankara’da, Beyrut ve Paris’te de…

        Tarihin bir tarihi yoktur artık. “Tarihin sonu” orada, bir meydanda, bir lokantada, bir morgda, bir örtü altında, bazen parça parça yatıyordur!

        MADE IN FRANCE!

        Işıktan bir kentin koması böyle demek.

        Paris; Suruç, Beyrut, Şam, Halep, Halepçe, Ankara, Silvan, Bağdat da olunca ıssız, kurak, ürkek.

        Bir yanda “öldürenler” tespit edilmeye çalışılıyor; “başka hücreler de olabilir” kuşkusuyla. Bir yandan “öldürülenler”in kimlikleri tespit ediliyor; kayıp yakınlarının “Belki orada değildi” son umuduyla!

        Dün gece: Bir metro istasyonundaki görevli birden kapıları kapatıyor: “İçeride şüpheli paket var.”

        Republique (Cumhuriyet) Meydanı’nda büyük bir kalabalık. Anma için. Çoluk çocuk. Çiçekler, mumlar yazılar ve neredeyse hep sağduyulu, dinsel düşmanlığa, ırkçılığa karşı yazılar. Zaten meydanda, çiçek koyan, mum yakanlar arasında Araplar, Müslümanlar, başörtülüler de var.

        Meydanın etrafı jandarma kontrolünde; derken birkaç yerden birden “alarm.” Meydandakiler kaçışıyor. İkinci bir alarm “Yahudi Mahallesi” denen Rosiers Sokağı’ndan!

        Sokak araları koşanlarla dolu. Gaza basmış motorlar, otomobiller klakson çalıyor.

        İlk açık apartman kapısı sokakta çaresiz kalanları buyur ediyor. Kapılar hiç tanımadıkları insanlara açılıyor. İnsanlar sokak kapısıyla yetinmeyip evlerini açıyor. Bir türlü doğrulanamıyor ne olup olmadığı ama restoran ve kafeler dışarıdaki sandalyeleri topluyor. Kimi iç kepenkleri indiriyor.

        Yakında bir sokakta silahlı bir kovalamaca. Silvan, Cizre ülkesine bunları anlatmanın manası yok. Büyük kentin paniği, travması, çıldırması da böyle bir şey!

        Ağustos’ta Suriye’den, Rakka’dan dönen bir Fransa vatandaşı gözaltına alınmış. Demiş ki, “Bir konser salonu hedef alınabilir.”

        Hangisi? O kadar çok ki? Nasıl? Ne zaman?

        Meğer “Bataclan”mış! Yakın geçmişte bir Yahudi aileye ait olan ama onların sattığı kadim salon.

        Saldırganlardan biri de “Fransa vatandaşı” Ömer! 2010’dan beri radikal olarak fişlenmiş ama o kadar!

        Made in France” ise bir kez daha vizyona giremeden rafa kalkıyor. Nicholas Boukhrief’in filminin konusu ve kahramanı, “Paris’te büyük saldırı planlayan Cihatçı bir gruba sızan Müslüman bir gazeteci.”

        Filmin gösterime girmesi daha önce Charlie Hebdo saldırısı yüzünden iptal edilmiş.

        Belki de kitaplar ve filmler olacakları daha iyi biliyor!

        İnsanlar ise kendi hayatlarının, kaderlerinin bile sahibi değil.

        Diğer Yazılar