Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Hatıra bu ya:

        Yıllar yıllar önce, o sıra “en büyük medya patronu” olmamış bir “gazete” sahibi, odasında iki kişiye bir şey açıklamaktadır.

        Der ki “Artık bir icra kurulu kurmamız lazım. Başkan benim” ve “gazeteci” olmayan “damadı”na dönüp ekler:

        “Sen de kurul üyesisin ama başkan yardımcısı sen olamazsın, çünkü burası bir gazete. Gazeteyi gazeteciler yönetir.”

        ***

        Hikâyenin sonrası yıllar boyu bin türlü “dizi” tadında, ülkenin ve medyanın bin bir felaketleriyle sürmüş olsa da, bildiğim kadarıyla hiç olmazsa o gün yahut o günlere kadar bunu “inanarak” söylemiş olabilirdi:

        “Çünkü burası bir gazete!”

        ***

        Ondan sonra ama yine yıllar yıllar önce, yanlış hatırlamıyorsam, aynı “gazete sahibi”nin artık “en büyük medya patronu” olarak ortaya çıktığı bir dönemde, yüzüne karşı birisi şunu söyler:

        “İleride bir gün, mezar taşınızda yahut insanların hafıza taşlarında ne yazacak: Çok cevval işadamı, hırslı medya patronuydu, sayelerinde gazetecilik ne hale geldi mi? Yoksa bu ülkede bağımsız, namuslu bir gazetenin çıkması için gayret etmişti mi? İkincisi çok renksiz, aşırı mütevazı değil mi? Ama bir insan son nefesinde, nefsinin son hevesinde artık neyle anılmak ister? Torunlarının filan gurur duyabileceği şey hangisidir?”

        ***

        Böyle saf ve aptalca soruların elbette sınıf, sermaye, iktidar, güç ilişkilerinde bir yeri yok.

        Ancak tek bir insanın hayatında, hayatının sonlarında ve işte o son nefesinde bir kıymeti olabilir.

        Çoktan tükenmiş bir kıymeti; çoktan çürümüş bir hüviyeti.

        Çünkü o toprağa girdiğinizde, olacak odur!

        İsterlerse üzerinize en debdebeli taşları diksinler.

        ***

        Yıllar yıllar geçmiş aradan, ortadan, yandan, üzerinden, üzerimizden.

        “Hortum medyası, 28 Şubat medyası, darbekâr medya, tamahkâr medya, tövbekâr medya, rehine medya” gibi rezil dönemler, gazetecilik rezaletleri, insanlık sefaletleri yaşanmış.

        Sonra o “kumandalı, tek tip medya günleri”nden en çok yakınmış, en çok mağdur olduğunu iddia etmiş olanlar da, bir zamanlar karşı oldukları bin çeşit “dayatma, tahakküm, tehdit, baskı, otorite” alet edevatı ile zevatını tepe tepe, vura vura, kıra kıra kullanmaya başlamış.

        Gelmişiz bugüne de işte!

        ***

        Yazının en başındaki “hatıra” aktörleri o günleri muhtemelen çoktan unutmuştur da, bugünlerin de idrakinde mi acaba?

        Gurur duyacakları bir şey midir şu yaşadıkları, yaptıkları, yapmadıkları?

        Gurur duyulacak bir şey midir, sansürler, otosansürler, dışarı atılmış veya içeri atılmış gazeteciler?

        Bırakın gazeteciliği, medyacılığı filan; insanlar, aileler, çevreleri, çoluk çocuk, torun torba nasıl bir gurur duyabilir?

        Tamam, kabul ediyorum, güç, iktidar, ilişki, kayırılma, “taht oyunları, kasa oyunları, masa oyunları”, hepsi insanoğlunun bir tarafını tatmin ediyordur.

        Ama insan bu mudur?

        Sadece bu mudur?

        Hayat o mudur?

        Sadece o mudur?

        Haysiyet nedir?

        Utanma, sıkılma, muhasebe, muhakeme, tefekkür, günah vs. korkusu nedir?

        Ölüm nedir? Nefis nedir, son nefes nedir, hesap nedir?

        Nasıl anılmak, neyle hatırlanmak, ne tür bir iz bırakmak vardır sonunda?

        ***

        Gün olacak, iktidar mensupları da medya mensupları da yüzleşecek bu sorularla.

        Güçle, kudretle, teslimiyetle övünmüş olanların da bir muhakeme, muhasebe anı olacak mutlaka. Çünkü hayat değilse, ölüm hepimizi buna zorlar, en azından işte o son nefeste.

        Ne çıkacak bakiye?

        ***

        Oysa yazının başındaki, samimi veya değil, o tespit asgari bir müşterek, asgari bir ölçü, o vakitler de her şey mükemmel olmasa dahi, asgari bir duruştu:

        Burası bir gazete... Gazeteyi gazeteciler yönetir!

        Şimdi bu yazının tüm şapşal, biraz salak, epey saf haline münasip şekilde sorayım:

        Orası ne Allah aşkına?

        İSTEYEN, İSTEMEYEN...

        Başbakan “OHAL millete değil, devlete ilan edildi” demişti. O günden beri görüyoruz.

        Yozgat Valiliği de “OHAL süresince içkili yerleri kapattık” buyurmuş. Sebebi “ölümlere varan güvenlik meselesi” imiş.

        “Dileyen içer, dileyen +içmez” gibi “serbestiyet masalları”nın da ömrü tükenmiş OHAL bu hal ile!

        Emniyet’e göre trafikte ölümlü kazaların ancak yüzde 2’si, belki daha azı “alkol yüzünden”. Büyük çoğunluğu ise hatalı sollama, hız tutkusu, densizlik, saygısızlık gibi “ayık” hallerimizden. Ama en çok alkol konuşulur!

        Senede 1700 işçinin işyerlerinde can verdiği bir ülke, bu yüzden işyeri mi kapatıyor, bu katliamın işveren sorumlularını mı kovalıyor, bu ölümleri hızla azaltmış da OHAL’in burnuna hemen anason kokusu mu geliyor, bilmiyorum!

        İLHAN ÇOMAK OLMAK!

        Karar duruşması da ertelenince İlhan Çomak’ın çeyrek asırlık tutuklu hapisliği bitmedi, bitemedi.

        22 yılda neler oldu, devletin, yargının, önyargının ne hataları, ne yanlışları, ne bulmacaları ortaya çıktı. Ama “tutuklu” Çomak içeriden çıkamadı.

        Onu içeride tutan 12 Eylül damgalı düzende nasıl bir devamlılık varsa, her şey değişse bile onun durumu değişmiyor. Hakikaten bravo! Düzen pes etmiyor...

        Ancak Çomak da pes etmiyor. Dışarıda bir hayat, dışarıda bir güneş, dışarıda sevdikleri var ya, o da pes değil, umut ediyor!

        Diğer Yazılar