Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Can vermek”in çift manası varsa, müsaadenizle bugün tek manaya indireyim:

        Can vermek, Habibe Aydın demektir!

        Elbet daha niceleri var, ama onu belki böyle hatırlarız, böyle unutmayız, cehennemimizde umutlu mu yoksa hayal kırıklıklarına rağmen mi, bilemediğimiz son gülümsemesiyle kalbimizde kalır.

        Binlerce kurban, binlerce kayıp, binlerce genç ve çocuk adına.

        ***

        Ağabeyi diyor ki, “Mutlu olmak, eğlenmek, okumak gibi çok şey yapmak istedi. Yapamadı. İmkânlar kısıtlıydı.”

        Çok şey” böyle: Bu çocukların istediği “çok şey” işte eğlenmek, okumak, mutlu olmak.

        Yapamadı, çünkü imkânlar kısıtlıydı” bile nasıl yumuşacık kalıyor, bir bombalı saldırıda, tam işe varmak üzereyken, onca insan ve bir de bebek Mehmet Can’la birlikte kanlar içinde bir 17 yaşın varsa.

        Habibe 10 gün kadar direndi.

        2 yaşında da hastalığa direnerek, kan bağışıyla sarıldığı hayat ile 17 yaşında bir katliamla üzerine çullanan ölümün sınırında.

        Tabii biliyoruz ki, o sınır hep ölüme daha yakındır. Hayat için mucize beklenir. Ölüm ise, kim bilir Habibe ile mi aynı yaşta, ağabeyi kadar mı, az önce yanından geçmiş bir “katliamcı” kadar yakındır!

        ***

        O gün iznini Diyarbakır Bağlar’daki ailesi yakınında geçirirken patlamayla sarsılan bir tanıdık, “Bütün eşyaları taşıdık mecburen, ev oturulacak gibi değildi” dedi geçen gün.

        Zaten polis ve sivil 11 kişinin katledildiği saldırının ardından Habibe de “can vermeden” hemen önce, “canını başka canlara can vermeye taşımak üzere” imiş.

        O gülümseyen gözlerini tamamen kapattığında, yurdun dört yanına koşturmuş işçi kız:

        Bir böbrek Ankara’ya, bir böbrek Antalya’ya, karaciğer Malatya’ya, kornealar ise şimdilik göz bankasına!

        Ağabeyinin dediği gibi, “Birileri öldürüyor, birileri hayat kurtarıyor.”

        Birileri can alıyor, birileri can vererek can veriyor!

        ***

        Bakın, esasında hayatın tarifine kadar basit olabiliyor:

        Gülümsemeyi ve gezmeyi severdi.”

        17 yaşında Diyarbakırlı bir tekstil işçisi kızın barış rüyası belki de böyle.

        İmkânlar olmadığı için yapamadıkları”nı kimse umursamazken, hayatı umursamasının yolu: Gülümsemek, bir de gezmek!

        ***

        Habibe’nin kısacık ömrü, şu 17 yıl esasında Türkiye tarihinin, esasen cennet iken cehennem kılınmış ülkemizin, bu çocuklarımızın makus talihi belki de.

        Habibe doğduğunda, 1999’da, “30 bin ölümüz”den sonra, Öcalan’ın yakalanıp getirildiği, protestolar, saldırılar, yine şehitler ve etkisiz hale getirilenler derken, “tek taraflı ateşkes”in ilan edildiği, örgütün (yine) “sınır dışına çekildiği”nden söz edilen dönüm noktası.

        Bahçeli’nin bile, daha düne kadar iktidarı eleştirirken, “2002’de sıfırlanan terör…” dediği dönem.

        Ama “dönüm noktası”ndan, “dönüşüm”den ziyade, “yine aynı yere dönelim noktası”nı anlamış olmalıyız.

        10 yıl sonra “Ne pahasına olursa olsun” denen “kansız, canlı umut” bile can verdi. Can veremeden, hayat veremeden!

        Katliamlarla, çok sayıda sivilin de can vermesiyle, “seçilmiş temsilciler” diye bir yolun da hendeğe atılmasıyla; duvarlar, parmaklıklar ardına konmasıyla!

        17 yıl önce doğmuş, belki o sırada ailesinin bir barış, bir kansızlık duası ve umuduyla adını koyduğu, gülümsemesine hayran kaldığı, parmaklarına yapışmış bebeğe, 17 yıl neticesinde sunulan vahşet bu: 17 yıl sonra, yanında 2016 doğumlu bir bebekle de birlikte, 1999 doğumlu Habibe’nin de katli! 1999 da ölü, 2016 da!

        Bir ülkenin, bir devletin, siyasetçilerin, örgütçülerin, terörcülerin, savaşçıların, şahinliklerin, katlettiği bir 17 yıl daha!

        Bu çocukların kısacık ömürleriyle aynı ülkede, aynı dünyada; insan kendi çocuklarının üzerine titrerken bile utanmalı belki!

        Kan bağışıyla hayata tutunmuş bir çocuğun, gencecik tekstil işçisinin kan içinde biten hayatı; hepimiz kanlı, kirli hayatı!

        17 yılda büyümüş çocuklar: Bombacılar, kurbanlar, şehitler, etkisiz hale getirilenler, can verenler, mahpuslar!

        Organlarını dört yana can vermeye, hayat vermeye koşturan Habibe, el ele düştüğü işçi arkadaşı Merve’yle bir sohbetinde belki de sormuştur:

        Başka bir yol yok muydu? Başka şeyler yapılamaz mıydı?

        Böbreklerini, karaciğerini, gözlerini hayat vermeye yolladı, kalbi onda kaldı ya; kalbi kalbimizde kalsın! O soru da aklımızda.

        FİLİSTİNLİ İŞÇİLER!

        Habibe’nin yüzlerce can alan bir cehennemde katledildiğini biliyoruz. Aynı zamanda bir yılda 1700 işçinin işyerlerinde, iş ortamında can verdiği işçi sınıfındandı.

        Geçenlerde, hani yeniden “çözüm ve barış süreci yapılan” İsrail’de, iş kazalarında bir yılda 54 işçinin öldüğü açıklandı. Bu rakamın çok yüksek olduğu, ölenlerin çoğunun, yoksul Yahudiler dışında, Filistinli Arap İsrail vatandaşı veya Batı Şerialı Filistinli işçiler olduğu da tartışıldı.

        Tamam, İsrail 8.5 milyon, burası 77 milyon.

        Ama zaten kanayan ülkenizde yılda en az 1700 işçi de katlediliyorsa, “içimizdeki bu Filistin”i neden hiç konuşamıyoruz!

        Diğer Yazılar