Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Vali sağduyulu olanları kutluyor.

        Fakat öyle ya da böyle, 1 Mayıs solduyulu bir şey.

        O yelpazenin içinde de, en mutedil olandan en ateşlisine kadar herkes var.

        Dünyanın her yerinde öyle.

        Ama 1 Mayıs onlara ait.

        Meydan da sizin değil Sayın Vali, Sayın Başbakan.

        Tamam, provokatör olur hep.

        Tamam, fiziki şartlar, şurtlar.

        Ama o şartları siz yarattınız zaten.

        Taksim 364 gün sizin zaten.

        Altı da üstü de sizin.

        Bir gün için pekala “elinizden geleni” yapabilirdiniz.

        Elinizden gelen sadece yasak, gaz, su mudur?

        Vali mutlu mudur?

        Belki de biz haksız, siz haklısınız.

        Gazcı biraderler”e ne oldu ki?

        Emniyet Müdürü Vali oldu; Sayın eski Vali ise zaten artık sizin de amiriniz.

        Demek ki, Dilan başına kapsül yediğiyle kalacak.

        Başındaki kan 1 Mayıs’ın kırmızısına karışacak.

        Sizin yolunuz belki yine açık, meydanınız ise rantiyeye şantiye olacak.

        Bakın 1 Mayıs’ın doğduğu 1886 Chicago’su da nasılmış, nasıl kentsel dönüşümmüş:

        Yollar, demiryolları, kanallar kesişiyor. Sokaklar hızla gidip gelen insanlarla dolu. Kudretli Dolar’a adanmış bir abide.”

        O vakit greve, gösteriye çıkan işçileri devlet, polis, para-militer güçler katletmiş, çok sayıda işçi lideri idama yollanmıştı.

        1 Mayıs o günden beri kanlıdır zaten.

        Bakmayın bayram dendiğine, bayrağı kefendendir biraz da.

        O yüzden enternasyonaldir.

        Taksim’de doğmamıştır, biliyoruz; ama Taksim’de de ölmez.

        Not: Tanık olduğum “yabancı” bir 1 Mayıs’ta, İtalya’da işçiler, çeşitli örgütler arka arkaya yürüyor.

        Önlerde “belediye bandosu”. Yine önlerde, eyaletin, vilayetin, belediyelerin flamaları.

        Bir de kocaman bir pankart:

        Polis Emekçiler Sendikası”.

        Not: Bu yazı gazetede yok. Gazetedeki yazı altta. O özeleştiri de şart da!

        Sınıf savaşından meydan savaşına!

        O 1 Mayıs’ta orada öğrenci ve sendikacı olarak bulunduğum; ölüme itilenlerle omuz omuza durduğum için, meydanın “aynı değer”i benim için de var.

        Belki o gün orada olmayan nicesi için bugün daha da kıymetlidir; saygılar.

        Onu diyeyim… Sonra şuna geçeyim:

        Taksim, elbet “1 Mayıs geleneği” olarak ısrar edilecek meydandır.

        Ama şu hale geldi:

        İktidar izin vermiyor… İktidar izin veriyor… İktidar izin vermiyor.

        Taksim’de ısrarlıyız… Biz karşıya geçiyoruz… Hayır, Taksim’de buluşuyoruz.

        Sonra… 30 Nisan’dan 2 Mayıs’a.

        ***

        1 Mayıs ne tek başına hali hazırdaki iktidarla (başka zaman başkası olabilir) mücadele günü, ne sadece meydan fethine dair bir sembol.

        Gün ve hangi meydansa o meydan; farklı siyasetlerin, kanatların, sendikaların, partilerin, örgütlerin, kişilerin; özünde “sınıf mücadelesi, sınıf dayanışması” adına yan yana gelebildikleri, yan yana olabileceklerine dair umudu besledikleri an ve mekân.

        1 Mayıs sadece 1 Mayıs günü!

        30’unda da 2’sinde de var olan, ister umutla, ister yenilgi ve sindirilmişlikle ama ille var olan, meydan veya bir günlük gösteri değil, bizatihi sınıf mücadelesinin kendisi.

        Öyle ulusal mulusal bir mesele değil…

        Basbayağı enternasyonal.

        1 Mayıs’ı bir nevi solculuk sanılan kimi ulusalcılığa takvim yaprağı yapmak onun evrensel hatırasına da ayıp!

        ***

        Meselenin özü hakikaten “sınıflar” ise…

        AKP’ye o verenler de (ki köylüler bir yana, muhtemelen işçi sınıfının da çoğunluğu), o “sınıflar” içinde. “Süreç”in parçası olan Kürtler’in önemli kısmı da. Başkaları da.

        Demokrasi mücadelesi de, sınıf mücadelesi de, sınıf dayanışması da “kapsayıcı, ortaklaşa, dışlamayan, sadece aydın-gençlik-öğrenci diline sıkışmayan, sendika kalıplarının da ötesinde, mavi yakalı kadar beyaz yakalıların da sınıfını idrak ve izah edebilen; sınıfsal tahakküm dışında da kimlik ve kişiliği ezilen herkese diyeceği dili, uzatacağı eli, açacağı kulağı olan; enternasyonal ruhunu yitirmeyen”… bir kimya olabilmeli.

        Fakat bir buluşma, kaynaşma, sentez ve değişme, değiştirme, dönüştürme olan “kimya”dan ziyade…

        Sadece güce, nitelikten ziyade bir türlü ulaşılamayan niceliğe; büyütülmüş, bedeni abartılmış işçi gövde sineve alet-edevat suretine, yani “fizik”e sıkıştırıldı çoğu zaman.

        Zaten hakim sınıfların işçileri, ezilenleri konuşlandırdığı insanlık hallerini, bedenin ve zihnin sefaletini kutsayarak.

        Oysa sınıf mücadelesinin nihai hülyası, zaten o sefaletten; sadece maddi, sadece ücrete bağlı olandan değil; zihnin, ruhun, duygunun, umudun, ufkun zincirlendiği esaretten de çıkabilmekti.

        Kendi hayatının, aklının, zamanının, bedeninin efendisi olabilme; bunları başka efendilerin tahakkümü ve baskısından çıkarabilme; kölesi, rehinesi olmaktan kurtarabilme hayali.

        Bu kimyayı düşünmeden sadece fizik sınavına girmek elbet daha kestirme ama kısır kalıyor.

        Belki de işte o yüzden…

        Sınıf savaşının yerini neredeyse meydan savaşı alabiliyor!

        Bir gün, bir meydan!

        Bilemedin bir, iki, üç meydan.

        Üstelik, kalan 364 günde, kentsel dönüşüm denenin, rantın, tarihe ve kente piyasa dayatmasının sembolü olması engellenememiş meydan!

        İktidar da, meydan onun ya, zaten 364 günkü sınıf mücadelesinin muktedir ve kibirli dilini, bir mayıs günü oraya da çakıyor.

        Gazını, copunu meydan savaşına seferber ediyor.

        Plaza Eylem”in dediği gibi; o meydanı da işçiler yaptı!

        Merhaba Tahir Canan!

        Kimimiz nutuk attı, kimimiz öldü.

        Tahir Canan ne nutuk atabildi, ne ölebildi, ne özgürlüğü tadabildi.

        32.5 yıl gibi bir rekorla cezaevinde kaldı.

        Bir yığın yanlışlık, ömrünü çaldı.

        Darbe hukukuyla girdi, demokrasi hukukuyla bile çıkamadı.

        Ancak şimdi hayata dokunacak, minicikken bıraktığı ama inatçı bir mücadele sürdürmüş evlada sarılıyor, yılları onun çıkması için devirmiş eşiyle kucaklaşıyor.

        Sosyal devlete…

        Sınıfın, kimliğin, kişiliğin ezilir, yetmez; hayat sana daha da yüklenir bazen.

        Ama o evlatsa, canın feda.

        Burası aynı zamanda sosyal devlet ya…

        Buyur sosyal devletim: Aydın’da emekli astsubay Osman İnan ve eşi, üç kuruş emekli maaşıyla zihinsel engelli Zerrin ve Serhan’ı biraz mutlu edebilmeye çabalıyor. Yetemiyorlar. Elbet bu durumda bir tek olar yok ama sosyal devletin gözünden kaçmasın!

        Diğer Yazılar