Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Yaratıcılıkta, bazen isyanda, dayanıklılıkta hiç tartışılmaz Beşiktaş tribünlerinin bir kısmının tarihi ayıbı “Ahmet Dursun, Seba gitsin”di.

        Hoş Ahmet de duramadı ama Seba hakikaten gitti.

        Lakin ne oluyor?

        Onun gibi insanlar, işte anıt gibi kalıyor.

        ***

        Süleyman Ağabey’, babamın “radyoda naklen” maç anlattığı Mithat Paşa - İnönü tribünlerindeki 3-5 yaşlarımdan biliyormuşum.

        Sonra kendi anlatmıştı.

        Nitekim babam ölünce, o çocuğu, sessiz bir miras gibi kapıdan alıp çok maçta o sesli, nefesli tribünlere sokmuştur.

        İkisi de menisküs yüzünden erken bırakmıştı…

        İkisinin adı 100. Yıl formasında da buluşmuştu.

        ***

        Şimdi bütün kulüpler, kıymetli başkanları, federasyon efendileri, ahlaklı siyasiler, ilkeli medya hep birlikte “Seba’nın ne kadar doğru, dürüst, ne şahsiyetli, dirayetli, ne adam gibi adam” olduğunu anlatıyor.

        O vakit siz de biraz öyle olsanız ya!

        Bin çeşit katakulli, entrika, tezgâh zekânızdan; kir, pas, çamur, arsızlık dolu ahlakınızdan; biat-itaat, yalan dolan çevikliğinizden silkinip siz de azıcık öyle olmaya uğraşsanız ya.

        Seba’da sebat var; vefa, beyefendilik, tevazuu var da…

        Sizi aklayacak paklayacak bir sabun markası değil ki!

        ***

        Süleyman Ağabey, İnönü açılışında attığı ilk gol gibi…

        Altyapı mucizesiyle sıralanan şampiyonluklar gibi…

        (Bir dönem bir, iki hayali ihracatçının da sızdığı yönetimde) Kulübü ayakta tutacak sermaye kadar, “barajı 9,15’e kuran tek takım”la haysiyet yerleştirmeye uğraştığı gibi…

        Ölümüyle de amma zamanlama yaptı!

        ***

        Son nefesini verdiği sırada, topsuz oyunlara bayılan Futbol Dünyamız; Aziz Yıldırım’ı konuşuyordu ve Aziz Yıldırım hiç durmadan konuşuyordu.

        Teknik direktörün soyunma odası küfürleri konuşuluyordu.

        Başkan onun ve son yıllardaki tüm teknik direktörlerin özel hayatından girip futbol cehaletinden çıkıyor, hepsinin haysiyetine çakıyor, emeklerini boş veriyor, şampiyonlukları onlardan alıyordu.

        Tapelerle hırpalanmış kulüp yönetimi, teknik direktörü “rezil etmek” amaçlı dinleme ve sızdırmaya en iyi ihtimalde seyirci, en kötü ihtimalde yönetici oluyordu.

        Koskoca Galatasaray camiası, bir gazeteciyi öldüren cellat kapının manevi yükü ile suçunu, asgari ücretli özel güvenlikçi üzerine yıkıp sıyrılmaya çalışıyordu.

        Camianın bir kısmı darbecileri övüp durmuş, bir kısmı iktidara yapışmıştı.

        Kulübün doğduğu okul kapısının önünde seneleri deviren Cumartesi annelerini ne pazartesi, ne daha ertesi görebilmişlerdi.

        Bağlılığı, bağımlılığı ne olursa olsun, yıllarca kaptanlık yapmış, onca gol atıp şampiyonluklara vesile olmuş santrafor, iktidar milletvekili olunca da gık dememişlerdi; “paralel” ilan edilip küçük bir stada verilmiş adı sökülünce de guk dememişlerdi.

        O golcünün yıllarca teknik direktörlüğünü yapmış, o oyuncuları büyüttüğü kadar onun golleriyle de büyümüş “İmparator” ise, onca yıl kader birliği ettiği oyuncusunun adı bir stattan kazınırken, kendi adının iktidar gösterisiyle bir stada verilmesi sırasında, bu çelişkiyi ifade bile etmemişti.

        Beşiktaş teknik direktörünün “sosyalistimsi” laflarını ağzına tıkmış, bir zamanlar Rıza, Feyyaz, Ali, Metin, Ziya, Fikret, Sinan, Gökhan gibi Seba şampiyonluklarının anahtarı olan altyapıdan, şu mütevazı takımda bile sadece Necip çıkabilmiş, gerisi dağılmıştı.

        “Beşiktaş’a hizmet edecekseniz, kimsenin adamı olmayan” diyen Seba’nın kulübünde, erozyonun dik alasına yol açmış, hesap sorulamayan eski başkan, adamı olduğu iktidar biat ve diyetiyle federasyon başındaydı; ailecek, gazetelerinden gazeteci kovmakla meşgullerdi.

        Trabzonspor, şampiyonluklarını sanki Trabzonlu gençlerle almamış gibi, banka kredisine abanarak, sinirli Vahid Bey’e yıldızlar karması kurmaya uğraşıp gençleri kovuyordu.

        Kulüpler Birliği devletleşmiş, iktidarlaştırılmıştı.

        Medyada hakim bir gazetecilik türü, kulüp başkanlarının katibi, borazanı, sızdırmacısı, yağcısı, yalakası olmaktan incinmiyor, gocunmuyor, bunu habercilik sayıyordu.

        Bir muhabir, büyük kulüp başkanına, “Başkanım, nasıl yazayım. Başkanım ne yazayım. Başkanım hangisini yazayım. Onu mu yazayım.” diye soruyor, sıkılmadan bunları bir de yazıyordu.

        Ve o gazetede ve hiçbir yerde kimse bu üslup ile ilişki türünde kusur, ayıp ve rezillik görmüyordu.

        ***

        Şimdi hepsi, tabii üzüntüyle, “Seba’nın ardından” methiye düzüyorlar.

        Seba’yı överken sıraladıkları özelliklere bir baksalar, orada kendilerini bir satır, bir kelime, bir harf, bir nokta kadar dahi göremeyecekler.

        Muhtemelen Süleyman Ağabey de son günlerdeki başkan ve kulüp performanslarını artık daha fazla görmek istemedi…

        Topu sürdü, sürdü…

        Top son kez elini öpmek istedi...

        O kucaklayıp topu alnından öptü…

        Açılışında ilk golünü attığı İnönü’deki, stat değil, “arena” şantiyesinin ortasına bırakıverdi.

        Top yuvarlaktır, kaypak değildir ama…

        Bakın, yine kimler nasıl oynayacak o topla!

        Bugün Seba’yı överler…

        Yarın o topu kıyasıya döverler!

        ***

        Madem Seba o hasletleriyle çok değerliydi…

        Siz nesiniz peki?

        Diğer Yazılar