Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        BİR dostum sordu: Piyasalarında 100 milyar dolardan fazla sıcak para bulunan ve en önemlisi bankacılık sektörü artık kendisine ait olmayan, “malı olmayan” bankaları yılda 50 milyar TL kâr eden, 50 milyar üzerinde de yıllık faiz ödeyen bir ülke, sence “emperyal” olabilir mi? O sordu gitti, beni düşünce aldı! Gerçekten bunların hepsi aynı anda olup da bir ülke “emperyal” olabilir mi?

        Sevgili dostlar, konu hakkında “kesin bir çıkarıma” varmadan bazı notlarımı sizlere aktarmak ve sonrasında “sonuca varmayı” beraber denemek istiyorum...

        İşte “çok çarpıcı” detaylar:

        1- Gelişmiş AB ülkelerinde bankacılık sektöründe “yabancı” payları şöyle: Avusturya yüzde 19, Fransa yüzde 19, Danimarka yüzde 17, İspanya yüzde 10, İtalya yüzde 8, Almanya yüzde 5... Bir not düşelim: Battı-bitti denilen Yunanistan’da bile yüzde 20...

        2- Diyeceksiniz ki; Türkiye bu satışlardan iyi gelir elde etti! O zaman şu gerçeği bilmiyorsunuz: “50 milyar dolara bütün bankaları” satın alabilir, bir ülkenin “trilyon dolarlık” aktiflerini yönetebilirsiniz. Tam bu noktada “can alıcı” bir soru soralım: Bankaların “toptan bir şekilde yabancılara satılması” iyi bir şey ise, Almanya başta olmak üzere “gelişmiş Avrupa” dediğimiz ülkeler çok mu aptal ki, bankalarının milli sermaye elinde kalması için uğraşıyor. Onlar bu işi bilmiyor da yalnızca biz mi biliyoruz!

        3- Hangi ülkelerde Türkiye’de 2001-2007 döneminde olduğu gibi “kontrolsüz” bir “önüne gelene sat” politikası uygulandı ve o ülkelerde yabancı payları bugün için hangi oranda? Cevap çok zor değil. Meksika’da bugün sistemin yüzde 82’si yabancıların elinde, Arjantin’de yüzde 48, Şili’de yüzde 42, Peru’da yüzde 47, Macaristan ve Polonya’da yüzde 65, Çek Cumhuriyeti’nde yüzde 95, Slovakya’da yüzde 93, Estonya’da yüzde 100... Bu dağılımın da anlamı çok net: Dünya üzerinde emperyal olma iddiasından çok “emperyal olanlar” tarafından sömürülen ülkelerde “oranlar % 50 üstünde”!

        Sevgili dostlar, bu tespitler sonrası gelelim Türkiye’ye ve hatırlayalım “neler olduğunu”...

        Bankalarda “yabancılaşma” süreci aslında o kadar da “masum” değil. Derviş yönetimi “bankalarımızı” elimizden alarak “yabancılara satılabilir” hale getirirken, Derviş’in göreve getirdiği isimlerin “IMF memurları ile” yazışmaları daha sonra ortaya çıktı...

        Sürece “ilk milli vukuat” olan Demirbank’tan başlayarak bakalım:

        * Demirbank’a el konularak (Devlet Denetleme Kurulu’nun raporları “Milli banka olarak yaşatılabilirdi” ibaresini içeriyor) 350 milyon dolara HSBC’ye satıldı.

        *TMSF elindeki Sitebank’ı Yunan Novabank’a sattı.

        * TEB’in yüzde 50’si Fransız BNP’ye satıldı.

        * Yapı Kredi, TMSF tarafından Unicredito-Koç ortaklığına satıldı.

        * Dışbank, Fortis’e satıldı.

        * Garanti Bankası’nın kontrol hissesinin yarısı GE Finance’a satıldı.

        * C Bank’ın kontrol hissesinin tamamı İsrail Bank Hapoalim’e satıldı.

        * Finansbank, Yunan NBG’ye satıldı

        * Tekfenbank, Yunan EFG’ye satıldı.

        * Denizbank, Dexia’ya satıldı.

        * Şekerbank’ın kontrolü Kazakistan’dan Bank Turan’a geçti.

        * Adabank, bir Kuveyt finans kuruluşuna satıldı.

        * OYAKBANK, ING Grubu’na satıldı...

        Ve sonrası geldi... Satın alınan ve alınanların büyümesi ile bizden daha büyük bir noktaya geldi...

        Sonuç: Dostum sordu gitti, hesabı bize kaldı! İşte vardığım nokta: Emperyal olmak isteyen bir ülkede “bankacılık yabancılar tarafından kontrol edilemez”! Türkiye “yeni dünya düzeni” içinde “emperyal bir güç olma” iddiasındadır ve bu iddia sektöre de yansımalı ve gereği yapılmalıdır...

        Son söz: Türkiye’yi Arjantin, Şili veya Litvanya olarak görüyorsanız, sorun yok. Ama Türkiye asla Şili veya Litvanya değil, olmamalı ve iddiası gereği de hiçbir alanda OLAMAZ! “Reel sektörün de can damarı olan” bankacılığımızın yabancıların eline geçmesi, Türkiye açısından tam bir felakettir ve gereği neyse yapılmalı veya “regülatör” kurumlar böyle bir dağılım içinde “patronun kim olduğunu” sermaye yapısı değişene kadar sık sık hatırlatmalıdır.

        Çok önemli not: Siyasi otorite ve BDDK’ya bir hatırlatma yapmak istiyorum: Bu noktadan sonra “kontrolün yabancıların eline geçeceği” satışlara izin verilmesi ve/veya kamu bankalarının “blok satışlar” halinde özelleştirilmesi söz konusu dahi olamaz!

        Diğer Yazılar