Yerel Haber Hattı 0536 266 79 69
KONUŞMAYI BAŞLAT
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

Fatih ALTAYLI / HABERTÜRK

YAZI DİZİSİ 1

 

2

 

11 Kasım’da yazmışım son olarak. “Bizim işimiz uyandırmak” demişim, sonunda da “Uzun bir tatile çıkacağım” diye noktalamışım yazıyı.

Ne kadar olmuş?

4 aya yakın galiba.

“Uzun bir tatil”den söz ederken de “Gezeceğim ve onları yazacağım” diye söz vermiştim sizlere. Yazmamak karışık bir duygu. Bir yandan iyi geliyor insana, bir yandan da yazmadığı için içi içini yiyor.

Güzel yanı aküler şarj oluyor, sevdiklerinle zaman geçirmek rahatlatıyor, gezmek, görmek ve olan bitene dışarıdan bakmak ufuk açıyor.

Bir yandan da “Acaba yazmayı unutur muyum?” diye korkuyor insan. Küçük bir çocukken, her yaz başında, “Acaba yüzmeyi unutmuş muyumdur?” diye korktuğum anlar aklıma geliyor. Aslına bakarsanız bu 3 ayda epey bir şey öğrendim.

En önemlisi ise hayatın siyasetten ibaret olmadığıydı.

En azından siyasetin hayatımızı, yaşamak istediğimiz hayatı etkilemesine izin vermememiz gerektiğini daha bir öğrendim.

Bu 3 ayda pek çok seyahat yaptım. Bazen yalnız, bazen arkadaşlarımla, genelde eşimle ve kızımla.

Hepsini yazacağım.

Mesela, önce Küba’yla başlayacağım.

Küba’yla ilgili izlenimlerim pek çoklarının hayallerini yıkacak belki ama “gerçekleri” anlatacağım.

Sonra Vietnam’ı... Beni çok etkileyen, muazzam onurlu insanların ülkesini.

Ezik, başı öne eğik, kendi kendini yok olma noktasına getiren ülkeyi, Kamboçya’yı...

Kendimi biraz Hikmet Feridun Es gibi hissetsem de, bunları sizlerle paylaşmak keyifli olacak...

 

NİYE?

Niye Küba, niye Vietnam, niye Kamboçya diye soracaksınız büyük ihtimalle.

Küba, çünkü herkesin dilinde Küba var.

Amerika’nın Küba ile yumuşamaya gitmesi, “Küba artık bozulacak, bozulmadan görmek lazım” diyenlerin sayısını çoğalttı.

Ben de “bozulmadan” Küba’yı görüp anlatmak istedim. Amerika’sız Küba nasıl, Amerikalı Küba ile ilgili Küba halkının beklentileri ne diye...

Ve Vietnam... Vietnam’ın Küba ile çok benzer yönleri var...

İkisi de ABD’ye kafa tutmuş, ikisi de ABD’yi söküp atmış ülkelerdi. Vietnam, ABD’yi def edeli tam 40 yıl olmuştu ve “Amerika’sız” iki ülke bugün ne durumdaydı. Amerika’sız Küba ekonomik olarak çökerken, Amerika’sız Vietnam nasıl hızla yükseliyordu?

Bunları görüp anlatmak istedim.

 

GERÇEK KÜBA

Küba, Christophe Colomb’un karaya ayak bastığı yer. Yeni kıtanın ilk keşfedilen toprağı. Adı İspanyolların soyunu tükettiği yerli dilinde “Yaşamak için güzel bir yer” anlamına geliyormuş.

Gerçekten de çevrenize baktığınız zaman adının hakkını veren bir yer olduğunu zannediyorsunuz. Ama sadece zannediyorsunuz. İşin aslı pek öyle değil. Ve siz bu yazacaklarımı okumaya başlamadan önce peşin peşin söyleyeyim, Küba’yla ilgili şimdiye dek yazılan, anlatılan her şeyin tam tersini yazacağım.

Romantik, halkının içki içip dans ederek eğlendiği, neşeli insanların ülkesi Küba’yı unutun. Size “gerçek Küba”yı anlatacağım.

 

LOTO BANA ÇIKTI

Küba’ya gitmek gibi bir fikrim yoktu aslında. “Bozulmadan Küba’yı görmek gerek” diyenleri dinledim ve eşimle yola çıktım.

İlk sürpriz havaalanındaydı. Ülkeye giriş yapmak için görevliye pasaportumu uzattım.

Evirdi çevirdi, tüm sayfalarını kurcaladı. Bana baktı, pasaporta baktı, “Çok gezmişsin, Afrika’ya da gittin mi?” diye sordu.

“Yakın zamanda gitmedim” dedim.

Biraz daha bakındı.

Sonra pasaportu uzattı, “Git sağlık sigortası yaptır” dedi.

Yaptırdığım seyahat sigortasını gösterdim. “Bu geçmez burada. Karşıdaki bankoya git, orada yapacaklar” dedi.

Gittim, uzun bir kuyruk bekledikten sonra 35 Euro verip kendimi Küba’nın meşhur sağlık sistemine dahil ettim.

Ancak yüzlerce kişi arasında sadece ben ve bir iki kişi daha böyle bir taleple karşılaşmıştık.

Yeniden pasaport kuyruğuna girdim.

Sıram gelince, “Kimseden istemiyorsun, niye benden böyle bir şey istedin?” dedim.

Güldü. “Her uçaktan 10 kişiden istiyoruz. Loto sana çıktı” dedi.

Ardından bavullarımız sıkı bir aramadan geçirildi ve Küba’nın başkenti Havana’ya girdik.

Aslına bakarsanız Havana ya da Kübalıların deyişiyle La Habana ülkenin ilk başkenti değil.

1500’lerin başında İspanyol kâşiflerin yerleşmeye başladığı adanın ilk başkenti Santiago del Cuba. 1500’lerin ilk 10 yılı içinde kurulmuş bir kent. Yüzlerce yıl başkentlik yaptıktan sonra, yerini Havana’ya bırakmış.

 

KILIÇTAN GEÇİRİLDİLER

Kâşiflerin Küba’yı yerleşime ve üretime açmasının bedelini ise artık var olmayan Küba’nın yerli halkı, Küba Kızılderilileri ödemiş.

İspanyollar 1500’lerde adada bir yandan imar faaliyetlerine başlayıp önce çiftlikler, sonra büyük binalar inşa etmeye, başta şekerkamışı ve tütün olmak üzere tarımsal üretim plantasyonları kurmaya başlayınca işgücüne ihtiyaç duymuşlar. Önce adanın yerli halkını kullanmak istemişler.

Ancak çelimsiz, minyon ve bu işlere pek de arzulu olmayan Küba yerlileri ağır işler altında ezilmeye başlayınca İspanyollar Afrika’dan “köle” ithal etmeye karar vermiş.

Yerli halkın tamamı, tek bir fert kalmayıncaya kadar İspanyol kılıcından geçirilmiş. Soyları tüketilmiş ve onların yerini Afrika’dan getirilen siyah köleler almış. Bugün Küba halkı olarak bildiğimiz insanların siyah renkli olanları işte bu Afrikalı kölelerin torunları.

Açık kahverengi olanlar, bu kölelerin İspanyollarla olan birlikteliklerinin ürünleri, beyazlar ise İspanyol kökenliler.

 

DONUK KENT

Havana, bugüne kadar pek çok kez işittiğiniz gibi, “La Revolucion” denen devrim günü donup kalmış bir kent. 56 yıldır tek bir çivi çakılmamış, tek bir onarım görmemiş.

Binaların bir bölümü yüzyılın ilk yarısında yapılmış Amerikan binaları olmakla beraber, ezici çoğunluğu ve güzel olanları İspanyolların adaya egemen olduğu dönemden kalma kolonyal binalar ve tamamen Avrupa mimarisi.

Evet, bakınca göze hoş görünen, donmuş zamandan kalma kareler gibi ama ne yazık ki, o binaların içinde insanlar yaşıyor. Her yer eski Tarlabaşı, Dolapdere gibi.

Tek farkı, o kadar büyük bir yokluk var ki, binaları onarma adı altında tahrip edememişler, pimapen pencere çirkinlikleri yapamamışlar. Olduğu gibi, orijinal haliyle eskiyip kalmış.

Kentte geçmişten kalma geniş caddeler, caddelerin ortasında demir ferforjelerle aydınlatılan granit kaplı şahane yürüyüş yolları, dev ağaçların gölgeleri var ama o güzelim binaların halini görünce insan üzülüyor, camsız pencerelerinden içeri bakınca gördüğü sefalet hayatları izleyince içi parçalanıyor.

 

MAAŞ 20 EURO

Küba’daki, özellikle de Havana’daki sefalet öyle böyle değil. Ülkenin iki para birimi var. Biri devletin halka maaşlarını ödemekte kullandığı Küba Pezosu. Bu para konvertibl değil. Yani başka bir para birimiyle değiş tokuşu yapılamıyor ve ülkede sadece “devlet” mağazası diyebileceğimiz dükkânlarda geçiyor. Ortalama maaş, 400 Küba Pezosu. Yaygın olarak kullanılan diğer para birimiyse Cuc. 400 Küba Pezosu, yaklaşık 20 Cuc ediyor. 1 Cuc ise hemen hemen 1 Euro. Yani Küba’da çalışanların ortalama maaşı 20 Euro kadar. Buna mukabil restoranlarda bir porsiyon yemek 10-15 Euro civarı. Yani Kübalı bir aile, bir akşam yemeğe çıksa, aldığı tüm maaşla 1.5 porsiyon yemek yiyebilir

 

ZAYIFLAMA KAMPI

Tabii Küba’da yemeğe gitmek diye bir dert de yok; çünkü doğru düzgün yemek yok. Lokantalarda mönüler tavuk, domuz eti, koyun eti ve deniz mahsullerinden oluşuyor. Hiçbirinde lezzet yok. Tavuk ithal, balık ithal, yumurta ithal.

“Koskoca adada niye tavuk yok?” sorusununsa yanıtı yok. Tavuk Kanada’dan geliyor; sarısı bile beyaz renkte olan yumurtalar da.

“Ada ülkesinde balık niye ithal?” sorusununsa yanıtı var.

Adada halkın balıkçılık yapmasına izin verilmiyor. Tekneleri olmaları halinde Amerika’ya kaçmalarından korkuluyor. Kıyı balıkçılığı dışında balıkçılık olmayınca adada balık da olmuyor.

Küba’da turizm patlamasından sonra pek çok restoran açılmış. Bazıları ultra şık. Servis, dekor şahane. Ama lezzet yok. Yemek yok.

Öyle ki adada geçirdiğim 8 günde hemen hemen hiçbir şey yemedim ve insanın sabah Pina Colada, öğlen Caipirinha, akşam üzeri Daiquiri ve gün boyu Mojito içerek yaşamını en azından 8 gün idame ettirebileceğini görmüş oldum.

Ve tabii 8 günde yaklaşık 5 kilo vererek çok verimli bir zayıflama kampına gitmiş kadar oldum.

 

PATATES BİLE YOK

Yemek durumu Kübalılar için daha da vahim.

Yiyecek hiçbir şey bulamayınca “Bari bir patates tava ver” dediğim garson kahkahayı patlatıp “Ben 5 yıldır tek bir patates görmedim. Sende patates varsa bana ver de çocuklarıma göstereyim” dedi.

Küba’da yaşayan bir Türk ise Kübalı nişanlısının evine kahvaltıya davet edilince, “Oh be sonunda adam gibi bir kahvaltı edeceğim” diye sevinçten havalara uçtuğunu ve kahvaltıya gittiği evde kahvaltı diye bir dilim ekmek ve 1 fincan kahve ikram edilince hayata küstüğünü anlatıp benim açlıktan dolayı ortaya çıkan sinirimi yatıştırmaya çalıştığını da söylemeliyim.

Havana’da birkaç büyük otel var. Bunların kimisini Avrupalı zincirler işletiyor, kimisiniyse Küba devleti.

Biz şehrin içinde ve “Kentin en iyisi” diye bilinen bir oteli seçtik. Bir Fransız zincirinin oteli.

Havaalanından kente getiren otomobil otelin önünde durduğunda açıkçası çok mutlu oldum.

Son derece şık ve gösterişli bir binada, muazzam girişe sahip bir otel. Ancak odalarımıza çıkınca müthiş bir hayal kırıklığı.

Büyük ihtimalle rahmetli dedem bile doğmadan imal edilmiş yer döşemeleri. Tıngırdayan bir yatak. Temiz ama çarşaflar eskilikten şeffaflaşmış.

Havlularsa artık grileşmiş.

Otel görevlisine, “Bu havluları Che Guevara kullandığı için mi atıp yenisini almıyorsunuz?” diye sorduğumda kadın önce şahane bir kahkaha patlattı, sonra da kahkaha attığını duyan var mı diye şüphe içinde etrafa bakmaya başladı.

Küba’da daha anlatacak çok şey var.

Devrim niye gerekliydi, niye gereksiz hale geldi?

Taşrada hayat nasıl?

Diğer kentler ne âlemde?

Küba’nın sağlık mucizesinin, özellikle de kanser tedavisindeki başarılarının sırrı ne?

Yasaklar ülkesi nasıl gelişecek?

Kübalılar, Amerikalıları nasıl bekliyor sorularının yanıtlarını yarına bırakalım.

 

4

 

YAZI DİZİSİ 2

Biraz Madrid, biraz Buenos Aires hafif Miami, ucundan Los Angeles


2   4

Küba seyahatimize bıraktığımız yerden devam ediyoruz.

Dün de yazdığım gibi Küba, yerli dilinde “yaşamak için güzel bir yer” anlamına geliyor. Doğanın cömertliği açısından gerçekten de öyle. Ve galiba Küba’nın talihsizliği de bu kadar güzel olması. Keşfedildiği 1492 yılından itibaren sürekli olarak “tecavüze” uğramış bir ada.

Önce adaya adını veren halkı soykırımdan geçirilip ortadan kaldırılmış.

Yüzlerce yıl sürecek bir kölelik dönemi başlatmış İspanyollar ve ülkeyi dibine kadar sömürmüşler.

Küba tarihinin son 150 yılı da bu boyunduruktan kurtulmaya çalışmakla geçmiş. Bu nedenle de Küba’da neredeyse yılın her gününde bir olayın kutlaması veya anması var. Sürekli bir bağımsızlık çabası içinde geçen yüzyılı aşkın bir süre.

Küba’da “komünizm” hayli eskiye dayanan bir siyasi arayış.

Jose Marti ile başlamış.

Zaten Küba’nın en büyük kahramanı da o.

Komünist Parti’nin kuruluşu 1895’e dayanıyor.

O dönemde Küba halkının büyük arzusu İspanyollardan kurtulmak.

Nitekim 20. yüzyılın başında bunu başarıyorlar ama İspanyollar gidiyor, yerine Amerikalılar geliyor.

ABD ülkeye tam anlamıyla el koyuyor. İkili anlaşmalarla ülkenin her türlü imkânını ele geçiriyorlar.

Yüzyılın ilk çeyreğinde Amerikan şirketleri ve özellikle de mafya kaynaklı eğlence ve kumar endüstrisi Küba’nın üzerine çöküyor.

Yüzyılın başında kölelikten kurtulan Kübalılar, bu kez “ücretli köle” olarak Amerikan şirketlerinin eline düşüyorlar.

Küba zengin bir görüntü vermeye başlıyor ama bu zenginlik sadece görüntüde.

Halk sömürülüyor. Fakirlik, gelir adaletsizliği arşıâlâya çıkıyor.

Amerikan şirketleri Küba’da büyük paralar kazanıyor ama bunu Kübalılara koklatmıyorlar.

Batista’nın Amerikan destekli baskı rejiminde hoşnutsuzluk doruğa çıkıyor.

Ve Kübalılar bu kez Amerika’dan kurtulmak için örgütlenmeye başlıyorlar.

Kendilerine önderlik eden ise yüzyılın başında 36 yaşında ölen Jose Marti’nin ilkeleri.

Fidel Castro önderliğindeki gençler önce kırsalda örgütleniyorlar. Devletin üzerlerine gelmesiyle birlikte bazıları bir süre Güney Amerika ülkelerine dağılıyorlar.

Zaten Küba için mücadele eden tüm vatanseverlerin kaderi bu. Zaman zaman başta Meksika olmak üzere Güney Amerika’ya gidip geri dönmek.

Sonra yeniden ülkeye dönüyor ve ülkenin güney kesimindeki dağlarda üstleniyorlar.

Hareketin başında zengin bir ailenin çocuğu olmasına rağmen devrim ateşiyle yanan Fidel Castro var.

Yanında ise Arjantinli bir başka devrimci Ernesto Che Guevara.

Sonunda 1959 yılında bu genç adamlar devrimi gerçekleştiriyor ve ülkenin yönetimini ele geçirip Amerika’ya ülkeden kovuyorlar.

Küba’da bugün durum belki sefalet ama 1959 yılında dönüp bakarsak, o zaman için yapılan bir gereklilik.

Devrim aslında büyük başarı ama sonrasında ekonomik gerçeklere ayak uyduramamak başarısızlık.

Tabii bunda burnunun dibindeki ABD’nin ambargoları ve baskıları da etkili.

 

KÜBA’DAKİ 7 METRE UZUN

Bu özet tarih bölümünden sonra yeniden bugünün Küba’sına dönelim.

Havana’nın şaşaalı günlerinde nasıl bir kent olduğunu hayal etmek çok kolay. O şahane binaları sağlam halde düşünmek yeterli.

Biraz Madrid, biraz Buenos Aires, hafif Miami, ucundan Los Angeles.

Ve hatta az biraz Washington.

“Washington nereden çıktı?” demeyin.

Havana’nın orta yerinde Amerikan Kongre Binası’nın benzeri değil aynısıyla karşılaşırsanız sakın şaşırmayın.

Bire bir aynısı.

Tabii rehberimiz buna katılmıyor. “Bizimki 7 metre daha yüksek” diyor ve o bina şu an büyük bir restorasyondan geçiyor.

Önümüzdeki yıl bitince Küba Parlamentosu bu tarihi binaya dönecek. Küba yönetimi son dönemde bazı binaları restore etmeye başlamış.

Bunlardan bazıları bitince otele dönüşecek.

Ancak restorasyonlar biraz uzun sürüyor.

 

YABANCI ZİNCİRLER SIRADA

Mevcut oteller ise son derece şık binalarda ama dökülüyorlar.

Oteldeki bir yetkiliyle “Niye onarmıyorsunuz?” diye konuşuyorum.

“Ülkede yatak sayısı çok az. Restorasyon için oteli kapatmamız mümkün değil. Zaten izin de vermiyorlar” diyor.

Uluslararası zincirler Havana’da otel için sırada. Sistem biraz ağır işliyor.

Yabancı zincir binayı beğenip devletten talep ediyor.

Küba devleti bu binayı kendine ait bir şirkete devrediyor.

Bu şirket kirayı ve onarım parasını işletmeciden alıyor ve binayı restore edip işletmeciye kiralıyor.

Haliyle işler biraz ağır yürüyor.

Bu nedenle de Küba, turizmdeki potansiyelini yeterince kullanamıyor ama yine de son yıllarda hayli mesafe kat etmişler.

 

CASA PARTICULARE VE TÜRK ERKEKLERİ

Küba’da turizm için oteller kadar “casa particulare” denilen ve bizim pansiyonlar gibi düşünebileceğiniz “evler” de turistlere hizmet veriyor. Fiyatları uygun ve gayet temiz, kalınabilecek evler.

Tabii Türkler için bu biraz zor olabilir.

Çünkü birkaç hafta önce tatsız bir hadise yaşanmış.

Böyle bir ev kiralayan bir Türk grubu, olay çıkarmış.

Gece eve Kübalı seks işçilerini getirmişler.

Bunda bir gariplik yok.

Ama daha sonra içkinin de tesiriyle önce eve getirdikleri kadınlardan bazılarını öldüresiye dövmüşler, sonra da duruma müdahale eden ev sahibini.

Olay polise intikal etmiş.

Evin “çalışma ruhsatı” iptal edilmiş ve şimdi casa particulare işleten aileler evlerini “erkek Türklere” kiralamama kararı almışlar.

 

5. CADDE ŞAHANE, RUS ELÇİLİĞİ HARİÇ

Havana’nın hâlâ güzelliğini tam anlamıyla koruyan yeri Miramar.

Belli ki, vaktinde müthiş bir yerleşim yeriymiş. Beverly Hills’ten, Malibu’dan daha şık evler, villalar Miramar’ı oluşturuyor.

Kimi denize bakan, kimi geniş bahçeler içindeki evlerin özellikle 5. Cadde diye bilinen yol üzerindekileri şimdi büyükelçiliklere ait.

Bazılarında da Küba’da görev yapan yabancılar oturuyor.

Bir bölümü de Kübalılara ait.

Kübalılara ait olanlar eski yüzleriyle zaten hemen belli oluyor.

Bu şahane evlerin fiyatları ise komik.

50 ila 150 bin cuc’a (1 cuc, yaklaşık 1 Euro), muazzam bir ev almak mümkün.

Tabii Kübalı iseniz.

Ama Kübalı iseniz böyle bir paranızın da olması mümkün değil.

Garip bir denklem.

5. Cadde’deki evlerin güzelliğini anlatmak mümkün değil.

Mahalledeki tek çirkin bina ise Rus Büyükelçiliği.

Yemin ederim bizim TOKİ bile bu kadar çirkin bir bina yaptıramaz.

Kalın ve küt bir kule formundaki bina sanki o dönemde Sovyetler’in Küba’ya hâkimiyetini anlatmak için inşa edilmiş.

5

 

MİRAMAR DEMİŞKEN

Miramar’daki şahane evlerin bir bölümü restoran, bir bölümü kulüp haline gelmiş.

Bir taksi şoförüne, “Güzel bir gece kulübü var mıdır buralarda?” diye sorduğumda adamın bana dönüp Türkçe “Looking for a orospu barı” demesiyle düştüğüm hayreti anlatmam mümkün değil.

Miramar’da o tür yerler de var ve anladığım kadarıyla “o” barların müşterileri arasında bir hayli Türk de olmalı ki, taksi şoförü bile dilimize hâkim olmuş.

 

HEMINGWAY’LE DAIQUIRI

Bar demişken bana göre Havana’nın en güzel barı Floritidas.

Şehrin merkezinde tarihi bir bar.

Hayli meşhur; çünkü Ernest Hemingway bu barın müdavimi. Daha doğrusu müdavimi imiş. Barın içinde Hemingway’in her zaman durduğu köşeye bir heykelini koymuşlar.

Hemingway’le beraber daiquiri’nizi yudumluyorsunuz.

Gerçekten de dünya klasında bir bar.

Yemekler Küba işi ama içkiler muazzam.

Her yerde olduğu gibi burada da canlı müzik var ve 1 cuc karşılığında size istediğiniz her şarkıyı söylüyorlar.

Müzik kalitesi her yerde muazzam.

Floritidas’ta hem müzik şahaneydi hem de şarkıları söyleyen kız.

 

BUENA VISTA SOCIAL CLUB

Ünlü Buena Vista Social Club ise her gece Cafe Taberna’da sahneye çıkıyor.

Tabii artık grubun yarısı Hakk’ın rahmetine kavuştuğu için gidenlerin yerini gençler almış. Gençler dediysem, Buena Vista’ya göre genç sayılabilecek 70 yaşında gençler. Grubun yaş ortalaması 65’ten başlayıp 90’a doğru gidiyor.

Süper söylüyorlar ama insan yüreği ağzında dinliyor, her an biri hücceten gidecek diye. Grubu gençleştirsin diye dansçı bir kız ve dansçı bir oğlan da almışlar aralarına.

10 mojito’dan sonra benim de dansçı kızın teklifine “Hayır” diyemeyip uzun uzun dans ettiğimi ve Kübalıları danstan tiksindirdiğimi söylememe gerek yok.

 

BİRAZ SABIR LÜTFEN

Dün pek çok okur mesaj atıp “Küba deyince akla gelen iki şey var. Biri sağlık, diğeri puro, onları niye yazmadın?” dedi.

Ben de biraz sabır diyorum.

Hepsini yazacağım. Başta kanser olmak üzere pek çok alanda dünyanın en iyisi olan Kübalı doktorları ve sağlık sistemini önümüzdeki günlerde anlatacağım.

Purolar ise özel ilgi alanım olarak tütün tarlasından sarıma kadar detaylı bir biçimde yazılacak.

 

ESKİ AMERİKANLAR

3

Küba deyince akla gelen ilklerden biri de eski Amerikan otomobilleri.

1959’da Amerikalılar ülkeden atılınca otomobillerini bırakıp gitmişler.

O otomobiller hâlâ yollarda. Yani en yenisi 1959 model.

Kimileri yenilenmiş, gıcır gıcır.

Kimileri ise dökülüyor ama hâlâ yürüyor.

Yenilenmiş olanlar genelde turistik hizmet verenler.

Boya, kaporta her şey tertemiz. İç döşemeler yapılmış, çok şıklar.

Ancak pek azının tamamı orijinal kalabilmiş.

Şahane bir Cadillac Coupe de Ville’i kullanan şoföre “Motor orijinal mi?” diye soruyorum. “Orijinal Toyota” yanıtını alıyorum.

Pek çoğunun motoru, dizel yeni motorlarla değiştirilmiş.

Ama yine de çok hoşlar.

Benim antika otomobillerden nefret eden eşim bile Küba’da bu otomobillere hayran kaldı.

Sonra da bana dönüp “Ama Küba’da güzel bunlar, İstanbul’da değil” diyerek tehditvari bir durum tespiti yaptı.

Bazıları gerçekten çok ender bulunabilecek, kimileri milyon dolar etmesi muhtemel bu eski Amerikanlar, Havana sokaklarında cirit atıyor. Biz de Havana’daki tüm gezilerimizi bu üzeri açık eski Amerikanlarla yapıyoruz zaten.

 

YAZI DİZİSİ 3

Küba’da, Castro’dan sonra en çok sevilen lider Hugo Chavez


3

 

Siz sıkılmadan okuyorsanız, bende anlatacak daha çoook Küba var. Anlattığım tüm fukaralığa ve sefalete rağmen Küba görülmesi gereken bir yer. Öğrenebildiğimiz kadarıyla Küba’ya üç tip turist gidiyor.

Biri bizim gibi bu ilginç ve zamanda donup kalmış ülkenin “farklı güzelliğini” görmek için gelenler, ki bunlar azınlıkta.

İkinci turist tipi genelde Kanada’dan gelenler. Bunlar Kanada’da hava sıcaklığı sıfırın epey bir altındayken Küba’da denize girip güneşlenmek için gelenler, ki bunlar epey bir yoğun.

Üçüncüsü ise bekâr ya da yalnız erkekler ki, bunların hangi amaçla geldiğini tahmin etmeniz zor değil.

İlk gruptakiler Küba’ya bir kere geliyor. İkinci gruptakiler hemen hemen her yıl geliyor. Üçüncü gruptakiler ise her fırsatta geliyor.

 

TOPRAKLAR ÇOK VERİMLİ

Küba, ince uzun bir ülke. 1200 kilometreye yaklaşan boyu ve ortalama 10 kilometre diyebileceğimiz bir eni var.

Dört tarafı deniz ama Kübalıların denizle fazla bir ilişkisi yok.

Balıkçılık zaten yapamıyorlar ama denize de pek bir düşkünlükleri yok.

Topraklar son derece verimli. Envai çeşit tropikal meyve üretiliyor ve bunlar bol ve ucuz.

Ancak tarımsal üretim kısıtlı. Şekerkamışı ve tütün, ekili alanların büyük bölümünü kapsıyor.

Ancak Küba tarımsal üretiminin büyük bölümünü ihraç ettiği için ülkede gıda bolluğundan söz etmek mümkün değil. Tam aksine ciddi bir kıtlık var.

Şekerkamışından ise hem şeker hem de rom üretiyorlar. Büyük ihtimalle dünyanın en kaliteli romları Küba’da üretiliyor. Devrim öncesi Küba’da olan bazı rom markaları ülkeden markayla birlikte kaçtıkları için, kendi markalarını yaratmaya çalışmışlar.

Adını yazacağım ama yasa gereği yasak.

 

ROM VE SAHTE PURO UCUZ

Adını yazamadığım markanın Havana’da çok hoş bir müzesi var. Hem romun geçmişini, hem de üretim süreçlerini gösterdikleri bir yer. Ve ülkede rom sudan ucuz. Ancak aynı şeyi puroları için söylemek mümkün değil.

Sokak aralarında kolunuza girip “Puro ister misin?” diye soranların sattığı purolar ucuz ama hepsi “dandik” ya da “sahte”.

Pahalı markaların etiketlerini yapıştırdıkları ev yapımı purolar.

Gerçek iyi purolar ise otellerdeki mağazalarda veya turistik tesislerde satılıyor.

Ancak fiyatları çok pahalı.

Pahalı derken Küba’ya göre değil, her yere göre pahalı. Mesela, Avrupa’da bir puro dükkânında ya da İstanbul free shop’unda 180 Euro’ya alabileceğiniz bir kutu puro Küba’da da aynı para, hatta bazen biraz daha pahalı.

Üstelik çeşit de bol değil.

Gerçi puro meselesini ayrı bir yazıda yazacağım ama genel bir fikir olsun diye bu kadarını bugün söylemiş olayım.

 

HEM GÜZEL, HEM SÜRÜNDÜREN

Adını yazamadığım rom markasının amblemi bir kadın figürü ve bu figür aynı zamanda Küba’nın da simgesi gibi.

Sefere çıkan bir Kübalı liderin, kocasının yokluğunda ülkeyi yöneten eşinin figürü aslında.

Rom markasına bu amblemi seçmelerinin gerekçesi ise ilginç.

Romu kadına benzetiyorlar.

Hem güzel, hem güçlü, hem keyif veren, hem baş döndüren, hem erkekleri süründüren şey kadındır.

Bir de “Romun böyle bir etkisi vardır” demek için simge ya da logo olarak bu kadını seçmişler.

 

SANAT ŞÖYLE BÖYLE

Şehirde çok şirin müzeler, sanat eserlerinin satıldığı minik galeriler var ama Küba’da öyle yüksek bir sanattan söz etmek mümkün değil.

Genelde daha harcıâlem işler göze çarpıyor.

Gerçi fiyat-ürün orantısında hiç de fena değiller. Birkaç yüz Euro’ya, sanatsal değeri fazla olmasa da görsel olarak çok tatmin edici şeyler bulmak mümkün. Ancak dün bu köşede fotoğrafını kullandıkları bir mahalle var ki, görmeye değer.

Bütün mahalle mozaik kaplanmış.

Mahallede oturan Fuster adlı sanatçı önce kendi evini, ardından bütün mahalleyi çok ilginç bir şekilde mozaikle kaplamış.

Biraz Sophie St. Phalle tarzı ama ilkeli.

Yine de çok sevimli.

 

2

Havana’da, emperyalizme karşı gösterdiği mücadeleden ötürü Atatürk’ün büstü bulunuyor.

 

SU KİRLİLİĞİ VE SANTERIA

Havana’nın, geçmişi 16. yüzyıla dayanan bir su sistemi var ama artık kullanılmıyor. Çünkü buraya kaynak olan su kirlenmiş. Sanayi falan değil, dini nedenlerle.

Küba’da iki din çok yaygın.

Biri Hıristiyanlık, ki geneli Katolik ama Sovyet etkisiyle biraz da Ortodoks var. Diğeri ise Santeria.

Afrika kökenli bir inanç. Karayipler’e özgü. Biraz Afrika, biraz Hıristiyan mitolojisi, biraz yerel etki. Ortaya karışık bir inanç. Hani kara büyü, voodoo falan vardır ya, işte onlar Santeria’cıların işleri.

Suyu, bu Santeria dinine mensup olanlar kirletmiş.

Tanrılara adak diye ne buldularsa, ne kesip doğradılarsa bu suya atmışlar. Sonunda su kullanılamaz hale gelmiş.

Yine de meraktan bu suyun kaynağına, Havana Ormanı’na gidiyoruz.

Cennet gibi bir yer. Sudaki kirlilik de kimyasal değil organik.

 

PINAR DEL RIO

Küba’nın özellikle tütün üretiminde en önemli merkezlerinden biri olan ve yeryüzündeki cennetlerden biri diyebileceğimiz Pinar del Rio’ya gittim.

Pinar del Rio, Havana’ya yaklaşık 3.5 saat mesafede kırsal bir bölge.

En büyük tütün plantasyonları bu bölgede. Sadece tütün değil, her türlü tarımsal üretim var. Havana’yı Pinar’a duble bir yol bağlıyor.

Zaten ülkeyi baştan başa kat eden iki duble yol var.

İlkini vakti zamanında Amerikalılar yapmış, ikincisini ise Fidel Castro.

Biz Fidel’in yaptığı yoldan Pinar del Rio’ya gidiyoruz. Sürekli yemyeşil bir manzara içinde. Havada sürekli kartallar, atmacalar ve akbabalar görüyoruz.

Taşraya çıkınca Havana’nın o fakir görüntüsü ortadan kayboluyor.

Sıradan köyler ve kasabalar göze çarpmaya başlıyor.

Belli ki, taşrada hayat daha ucuz ve kolay.

Hem yiyeceklerini kendileri üretiyorlar, hem de tarımsal üretimden ürettiklerine bağlı oranda bir pay elde ediyorlar. O yüzden de gelir düzeyi belli ki daha iyi. Evler küçük ama tertemiz.

Yolda birkaç tütün çiftliğine uğrayıp üretimi ve kurutma, fermante etme metotlarını inceliyoruz. Ki bunları da ayrıca yazacağım.

4

 

VINALES

Pinar del Rio’yu geçip Vinales bölgesine giriyoruz.

Vinales bölgesi, tarımsal üretimin tam merkezi. Ama en güzel tarafı, deniz ile karayı bir duvar gibi ayıran yerden fışkıran dev kayalıklar.

Bunlar Vietnam’ın meşhur Halong Körfezi’ndekilerle bire bir aynı. Ama bunlar denizden değil karadan çıkmışlar.

Okyanus plakası, Amerika plakasına girince bu kayalıklar yerin altından dikine fışkırmış ve üzerleri yemyeşil bir bitki örtüsüyle kaplı.

Ve aynı Halong Körfezi’nde olduğu gibi burada da bu kaya bloklarının içinde dev mağaralar oluşmuş.

Haliyle onları da geziyoruz.

Buralar eski Küba Kızılderililerinin de en yoğun olarak yaşadığı bölgelermiş. Soyları tükendiği için şimdi Kızılderili kılığında İspanyollar Kızılderili taklidi yaparak turistleri etkilemeye çalışıyorlar.

Ellerindeki kocaman fare benzeri bir yaratık var.

Ağaç faresiymiş.

Adam fareyi kucağıma bırakıveriyor.

“Oğlum manyak mısın, ben sevmem böyle şeyleri” falan derken fare dudaklarıma bir öpücük konduruyor.

Rehberimiz, “Merak etmeyin, temizdir. Bunlar zaten bu fareleri yiyor” diye beni rahatlatıyor.

Ben de epey rahatlıyorum. Fareden bir öpücük daha istiyorum.

Sonuçta deniz ile kara arasında yükselen kayalıklar ve verimli volkanik toprakların yarattığı ortam, şahane bir iklime ve bu iklim de müthiş bir tarımsal üretime neden oluyor. Gidiş-geliş 6 saati bulan yolculuğu eski Amerikanlarla yapıyoruz.

 

KADINA ŞİDDET VE HEMINGWAY

Havana’da bizi gezdiren rehberimiz, “Ernest Hemingway’in evine gitmek ister misiniz?” diye sordu. Hemingway’in evi Havana’ya yaklaşık 2-3 saat mesafede. Ben, “Hayır görmek istemem” deyince rehberimiz şaşırdı. “Niye?” diye sordu. “Kadınlara kötü davranan, eşini ve sevgililerini sürekli dövüp hastanelik eden birinin evini filan görmek istemem. Yazarlığına saygım var ama adamlığına saygım yok” dedim. Rehberimiz alkışlamaya başladı. Bu nedenle Hemingway’in evine gitmedim. Ancak zaten kayda değer bir şey olmadığını söyleyeyim.

 

PETROLDE KÜBA’YA ÖZEL FİYAT

Yol boyunca her yerde ülkenin lideri Castro’nun fotoğraflarının bulunduğu dev tabelalar var. (Bizde o kadar yok.)

Hepsinde “revolucion” un yani devrimin faydaları anlatılıyor. Ancak ülke biraz dışa açıldıktan sonra bunlara pek inanan kalmamış.

Castro’dan sonra en fazla fotoğrafı olan lider ise (merak etmeyin Tayyip Erdoğan değil, en azından şimdilik) Hugo Chavez.

Kübalılar da Chavez’i çok seviyor; çünkü Küba’ya en fazla yardım eden Latin Amerikalı lider o olmuş.

Küba başta petrol olmak üzere pek çok şeyi Venezüella’dan alıyor. Üstelik de Küba’ya özel çok ucuz fiyatla.

Zaten Chavez’in kanser tedavisi de Küba’da yapılmış. Ellerinden geldiğince ömrünü uzatmaya çalışmışlar.

Ciddi ciddi çok seviliyor. (Tanımam bilmem ama nedense Chavez’i ben de çok seviyorum.)

Pinar del Rio’dan sonra bu kez de Karayip kıyısındaki ülkenin en şirin ve UNESCO tarafından korumaya alınmış kenti Trinidad’a gideceğiz. Yolda bana göre Küba’nın en güzel kenti olan Cienfuegos’a uğrayacağız. Ama onları da yarın anlatayım.

 

İNTERNET ÇOK ZAYIF

Yol boyunca bulduğumuz her mola yerinde durup mojitolarla kafa çekiyorum. Hande ise sürekli fotoğraf çekiyor ama bu fotoğrafları Instagram’a yükleyemediği için mutsuz. Çünkü Küba’da internet işi çok zayıf. Telefonla bağlanmak hemen hemen imkânsız.

Sadece otellerde internet var.

O da sadece lobide, odalarda asla. Fiyatı ise hayli pahalı. 1 saati 8 Euro.

Kübalıların evinde internetse yok gibi. Çok özel izinlerle bağlatanlar varmış ama o da 56 kilobit hızındaymış. Bir mail almak bile 10 dakika falan sürüyormuş.

Küba’nın internet konusunda Türkiye’ye çok benzeyen bir tarafı var.

Küba’da da pek çok siteye girmek yasak.

Anladığım kadarıyla kendine güvenmeyen her rejim internete de pek güvenmiyor.

 

YAZI DİZİSİ 4

‘Varadero’nun Küba ile alakası yok, bizim Antalya Belek gibi’

“Patates yüklü bir kamyon, rehberimizin ve şoförümüzün sevinçten çığlık atmasına neden oluyor. ‘Durup alalım’ diyorum. Kabul etmiyorlar. ‘Suç olabilirmiş’. ‘Yahu bırak, 20 Euro’ya bir çuval alırız’ diyorum, ‘Yakalanırsak ceza alırız’ diyorlar”

 

2

 

Küba’da şimdiki durağımız adanın Havana’nın tam ters tarafındaki, Karayip kıyısındaki Trinidad ve yol üzerindeki Cienfuegos.

Havana’dan çıkıp 2 saat kadar yol aldıktan sonra Cienfuegos’a varıyoruz. Minicik bir şehir. Kasaba irisi.

Ama sanki şekerden yapılmış gibi. Binalar gıcır, yollar tertemiz. Denizden birkaç kilometre içeriye yapılmış. Güzelliğini anlatamam.

Şehrin meydanında hayatımda gördüğüm en güzel tiyatro binalarından biri var. Şekerkamışı zenginlerinden biri çocuklarına vasiyet etmiş, “Bıraktığım parayı kent için harcayın” diye. Çocukları da babalarının adına bir tiyatro binası inşa edip kente hediye etmişler, daha pek çok şeyin yanında.

Yüz yıl kadar önce yapılmış, minyatür ama şahane bir tiyatro.

İçeride yapılacak etkinliğe göre koltukların bulunduğu zemin, o zaman için muazzam sayılabilecek bir teknolojiyle aşağı yukarı hareket ediyor.

Sürekli bir etkinlik var içinde. Çok güzel bir otelin barında oturuyoruz. Otel de tablo gibi. Hele bir mavi avlusu var ki, şahane. Her zamanki gibi mojito içiyoruz. Sonra Trinidad için yola çıkıyoruz.

 

TESLİS YA DA TRİNİDAD

 

4

 

Yollar felaket. Tangır tungur gidiyoruz.

Sonunda UNESCO’nun korumasındaki 500 yıllık Trinidad’a varıyoruz.

Trinidad “Teslis” demek aslında. Yani “Üçleme”; baba, oğul, kutsal ruh.

Trinidad, 400-500 yıllık tek katlı rengârenk evlerden oluşan yayvan bir kent. Kent dediysem öyle büyük falan değil. Yerler taş. İçine araç girişine izin verilmiyor. Trinidad’ın içinde otel yok. Oteller deniz kenarında ve Trinidad’a 15 kilometre mesafede.

Biz bir evde kalmayı tercih ediyoruz. Tertemiz, pırıl pırıl bir ev. 6 odası var. Karşısında da ev sahibinin evi. Orada da 7 oda var. Hepsi kiralık.

Trinidad’da ilk durağımız bir bar.

Canchanchara... Aslında Trinidad’a özgü bir içkinin adı. Süzme bal, limon suyu, bolca rom ve su. Tatlı bir içki. Yemek öncesi 5 tane filan içiyorum. İnsan anlamıyor bile içtiğini. Çok şık lokantalar var ama biri aradan sıyrılıyor. Yeni açılmış. Paris’in çok Michelin’li lokantaları kadar şık.

Evlerdeki antika eşyaları toplayıp bu lokantayı dekore etmişler. Gümüş çatallar ve bıçaklar, enfes avizeler, çok şık mobilyalar. Hepsi yüzlerce yıllık.

Ancak yer yok. Sahibesiyle biraz sohbet ediyoruz.

Başka bir yerde yemeğe gidiyoruz. Ben yine yemek yiyemeden, alkolle yaşamımı idame ettiriyorum.

Kaldığımız evin sabah kahvaltısı ise muhteşem. Küba’da ilk kez karnım doyuyor. Ev sahibesinin her yıl Avrupa’ya gezmeye gittiğini, orada gördüklerini kendi minik otelinde uygulamaya çalıştığını öğreniyoruz kendisinden.

 

BELEK SAHİLİNE HOŞ GELDİNİZ

Ardından Varadero’ya doğru yola çıkıyoruz. Yaklaşık 4 saatlik bir yol. Yolda köylerden, çiftliklerden geçiyoruz.

Patates yüklü bir kamyon, rehberimizin ve şoförümüzün sevinçten çığlık atmasına neden oluyor. “Durup alalım” diyorum. Kabul etmiyorlar. “Suç olabilirmiş.” “Yahu bırak, 20 Euro’ya bir çuval alırız” diyorum, “Yakalanırsak ceza alırız” diyorlar.

Daha sonra yol kenarında bir manav tezgâhında duruyoruz. Şahane meyveler alıyoruz. Ama bir tanesi özellikle ilginç.

Aslında bildiğin muz gibi duruyor, ama Küba’nın buluşu bir şeymiş. Muz ve elma kırması.

İkisinin tadı bir arada. Bizim Anamur muzları boyunda, muazzam lezzetli bir şey.

Sonunda vardığımız Varadero’nun Küba ile alakası yok. Tamamen turizm amaçlı yapılmış bir yer. Bizim Antalya Belek gibi.

30 kilometrelik Atlantik sahili boyunca yan yana dizilmiş oteller.

Bazıları vasat, bazıları iyi, birkaçı çok iyi. Varadero’da bir de havaalanı var. Özellikle Kuzey Amerikalı turistler direkt buraya iniyor, her şey dahil otellerde kalıp sonra yine geri dönüyorlarmış.

Biz de kendimizi bembeyaz kumlar ve denize bırakıyoruz. Otel misafirlerinin büyük bölümü Kanadalı. Tek tük Amerikalı da var. Fransızlar da az değil.

Oteldeki görevli Türk olduğumuzu öğrenince, “Aaa, birkaç hafta önce de Türk misafirlerimiz vardı” diyor.

Tarifinden ve dilinin döndüğü kadardan Ethem Sancak olduğunu çıkarıyorum misafirin.

Varadero son durağımız. Deniz ve güneşli iki günden sonra 2 saatlik bir yoldan Havana’ya havaalanına gidiyoruz.

Havaalanında Küba’dan dışarıya sadece 50 adet puro çıkarılabileceğini öğreniyoruz. Önümdeki Fransız’ın çantasından fazlaca puro çıkınca görevli bunlara el koyuyor. Ben de tek adet bile puro almadığım için “Bazılarını bana verin” diyorum Fransız’a, ama gümrükçü kabul etmiyor.

 

SAĞLIKTA KÜBA MUCİZESİ

Çok önceden tanıdığım bir Kübalı yetkiliye, Küba’nın dünyaca ünlü “tıp sistemi” hakkında bilgi almak istediğimi ilettiğimde, hemen iki doktorla görüşmemi sağladı. Küba’da tıp gerçekten muazzam.

Halkın tamamı bedava bir sağlık sisteminin şemsiyesi altında. Kübalılar için her türlü tedavi parasız. Ancak bu durum, tıpta nasıl bu kadar ileri olduklarının yanıtını vermiyor. Yanıtı doktorlardan öğreniyorum.

“Yokluktan ve mecburiyetten.”

Ambargo altındaki Küba, hem ambargo hem de parasızlık nedeniyle ilaç ve ekipman ithal edemeyince, mecburen kendi sağlık sistemini geliştirmek zorunda kalmış. Sovyetler’in yardımıyla tıp fakülteleri kurmuşlar. Sovyetler’de eğitilen ilk doktor jenerasyonundan sonra Küba’da doktor yetiştirmeye başlamışlar. Bu doktorlar, hem yardım, hem de gelir maksadıyla özellikle Afrika ülkelerinde çalışmaya gitmişler. Oralarda büyük tecrübe kazanıp ülkelerine dönmüşler.

Daha sonra bu bir gelenek haline gelmiş ve Küba’nın en önemli ihraç mallarından biri doktorları olmuş. Binlerce Kübalı doktor, dünyanın en ücra köşelerinde hizmet verir hale gelmiş. Küba’da 20 Euro kazanan doktorlar, yurtdışında bunun epey üzerinde bir para kazanınca meslek de çok tercih edilir durumda.

Küba doktorlarına gözü gibi bakıyor. Yurtdışındaki doktorlara, eve dönünce yaşamaları için bizim TOKİ konutlarının biraz daha kötüsü özel siteler yapılmış.

 

KANSERDE DÜNYA ŞAMPİYONU

Özellikle kanser konusunda şu anda dünyanın en ileri ülkelerinden biri Küba. Bazı kanser türlerinde çok büyük başarılar elde ediyorlar. Bana anlattıkları kadarıyla “Mesela kemik kanserinde en iyi biziz” diyorlar.

“Peki kanser ilacı yapmak nasıl gelişti?” diye soruyorum. O da zorunluluktan olmuş. Pahalı kanser ilaçlarını ithal edemedikleri için yapmaya başlamışlar.

Yurtdışında çalışan doktorlar müthiş bir “know how” getirmiş. Ayrıca müthiş bir klinik deney imkânı sağlamış.

Küba bu tedavi hizmetini yabancılara da sağlıyor. Daha çok yabancı hastalara hizmet veren iki hastaneleri var. Burada dünyanın dört bir yanından gelmiş kanser hastaları tedavi oluyor. Amerikalılar bile var.

İlaçlarının büyük bölümünün kimyasal değil doğal olduğunu da anlatıyorlar övünerek. Benim bazı sorularıma ise yanıt vermekten kaçınıyorlar.

Ve böylece Küba gezimizin sonuna geldik. Yarın da tüm safhalarıyla tarladan sarıma, puro imalatının inceliklerini anlatıp Küba’yı noktalayacağım.

Haftaya salı gününden itibaren de Vietnam’da olacağız. Dünyanın en saygıdeğer halklarından ve ülkelerinden birini anlatacağım sizlere.

 

3

 

 

YORUMLARA CEVAPLAR

4 gündür Küba’yı anlatıyorum.

Gelen yorumlara, orada burada yazılanlara bakarsan, zannedersin muazzam bir siyasi analiz yapma çabası içindeyim.

Yahu ben gittiğim, gördüğüm bir yerdeki tamamen şahsi intibalarımı, izlenimlerimi yazıyorum. Kimi katılır, kimi katılmaz.

Ben Küba’da halkın yoksulluğunu, yoksunluğunu görünce üzüldüm. Bunu söylüyorum. Bundan memnuniyet duyan var ise onlara diyecek bir lafım yok.

Ama herkes bilsin ki, Kübalılar hiç de öyle çok mutlu falan değiller.

Biri diyor ki: “Çok eğleniyorlar, sürekli dans ediyorlar.” Evet, sürekli dans ediyorlar; çünkü dans ederek turistlerden para alıyorlar.

Daha önce de yazdım, her yerde canlı müzik var ama bir Cuc için. Keyiften söylemiyorlar.

Mesela, Küba’da fotoğraf makinesinin denklanşör sesi, Kübalılar için para sesi. Kaldırım kenarında pinekleyen bir adamın fotoğrafını çekiyorsunuz.

Hemen gözlerini açıyor ve “1 Cuc ver” diyor.

Yerel giysili kadınlar ortalıkta geziyor. Fotoğraf başına 1 Cuc aldıkları için o giysilerle geziyorlar.

“Evsiz kimse yok” diyorlar. Elhak doğru, herkesin başını sokacak bir evi var ama evlerin durumu felaket. “Kübalılar çok mutlu, her şeyleri var” diye ahkâm kesenlere sormak isterdim: “O evlerde oturmak ister misiniz?”

Peki sizin oturmak istemediğiniz evlerde oturan Kübalıların mutlu olduğu kanaatine nereden vardınız! Dün editörlerim başlığa benim yazmadığım bir cümle koymuşlar. “Castro’dan sonra en sevilen lider Chavez” diye.

Yok öyle bir şey. Evet, Chavez’i seviyorlar ama Castro’yu sevdiklerinden emin değilim. Mutlaka seven vardır ama emin olun çoğunluk değildir.

 

DEVRİMCİNİN YAKIŞIKLISI

Che’ye de öyle aman aman bir hayranlıkları var mı kestiremedim.

Biraz rock star muamelesi yapıyorlar.

Che’nin popülaritesinden anladığım şudur:

“Devrimcinin bile yakışıklısı makbul.”

“Devlet, vatandaşın her şeyini karşılıyormuş” diyenler var. Haklılar, 400 Pezo, yani 20 Cuc kadar maaş alanların alışveriş yaptığı devlet mağazalarından söz etmiştim daha önce. Köpürmeyen sabun 5 Pezo mesela. Sıcakta giyenin kurdeşen olacağı sentetik elbiseler 25 Pezo.

O yüzden turistlerden sürekli sabun istiyor olmalı halk, devlet her şeyi karşıladığı için.

Bazıları da “Sosyalizmi kötülemek için bunları yazıyorsun” diyor.

Ha işim gücüm yok, sosyalizmi kötülemek için Küba’ya gideceğim ve bunları yazacağım. Sosyalizmi birisi kötülüyorsa o ben değilim, Küba’yı yönetenler. Vietnam da sosyalist. Bekleyin orayı da yazacağım. Tek bir kötü kelime etmeden, Vietnam mucizesinden söz edeceğim.

Küba halkının hayatı şahane de niye bu kadar çok “seks işçisi” var Küba’da!

“Burada yok mu?” diyecek olanlar sakın demesin. Burada da var. Nedeni aynı.

Açıkçası, Küba’yı çok sevdim ama çok da üzüldüm. Üzüntüden öte içim parçalandı.

Yalan mı söyleyeyim.

Hadi bu kadar yanıt yeter.

Dönelim yine Küba’ya.

 

YAZI DİZİSİ 5

Kötü muameleye maruz kalmış şahane bir kadın gibi: KÜBA

 

2

Küba izlenimlerimi aktardığım yazı dizisinin son gününü, Küba deyince akla ilk gelen şeye, purolara ayırdım.

Gerçekten de puro, Küba’nın hem en önemli ihraç ürünü, hem de gurur kaynağı. Bu gurur haklı bir gurur; çünkü Orta Amerika’nın hemen her yerinde puro üretiliyor ama pek azı Küba purolarının lezzetine erişebiliyor.

 

ZANAAT DEĞİL SANAT

Küba’da puro üretimi, tarladan başlayan ve puro kutuya yerleştirilince sona eren bir sanat.
Dikkat edin “zanaat” demiyorum, “sanat” diyorum.
İlk aşama tütünün ekimi. Küba’nın hemen her tarafında, Havana’nın kırsalından başlayarak tütün tarlaları uzanıyor. Bu plantasyonların her biri, farklı lezzet ve kalitede tütünler üretiyor. Tarlalar sürekli bakım altında. Tütüne bol su gerektiği için kurak mevsimde tarlaları sulayabilmek amacıyla her tarlanın yakınında o tarlaya ait bir de büyük gölet bulunuyor. Tütünler belirli boya eriştikten sonra toplanıyor ve puro süreci başlıyor. Her tarladan yılda üç kez ürün alınıyor.

4

 

KURUTMA

Puro tütünleri asla açık havada kurutulmuyor. Tarlaların ortasında bulunan dev ambarlar, kurutma işi için. Toplanan tütünler ipe dizildikten sonra önce bu ambarın zeminindeki askılara asılıyor. Ancak tütünlerin dizilmesi öyle gelişigüzel yapılmıyor. Yapraklar, bitkinin üzerindeki yerlerine göre ayrı ayrı sınıflandırılıyor.
Üst yapraklar, ortadaki yapraklar ve alt yapraklar. Çünkü bunların her birinin lezzeti ve nikotin dereceleri farklı. Bu farklılık, fabrikaya gidinceye ve puro sarılıncaya kadar korunuyor.
İlk ay burada geçiyor. Bir sonraki aşamada tütünler biraz daha yükseğe asılıyorlar. Duruma göre 1 ile 2 ay arasında o seviyede kalıyorlar. Ardından daha yukarı taşınıyorlar. 1 ile 2 arasında da o seviyede tam olgunluğa erişiyorlar. Ancak süreç burada bitmiyor. Yaklaşık 4 ayda tütünler kurumuş oluyor.

 

FERMANTASYON

Kurutma bittikten sonra fermantasyon süreci başlıyor. Muz ağacının dev yapraklarına balya halinde sarılan tütünler başka bir depoya alınıyor ve 3 ay süreyle muz yapraklarının arasında fermante oluyorlar. Bazı purolarda bu süre 6 aya kadar çıkıyor. Çok daha uzun süre fermante edilen tütünler de var.

 

DIŞ YAPRAK ÖZEL

Puronun dışındaki kadife gibi yaprakların yetiştirilme süreci ise tamamen farklı. Puronun dış kabuğunu oluşturan bu özel tütünler, tarlalardaki özel bölgelerde yetiştiriliyor.
Bu tütünlerin yetiştiği yerlerin üzerinde bizim pazar yerlerindeki gibi gölgelikler var. Bunlar dış sargı yapraklarını yağmurdan, direkt güneş ışığından koruyor ve yaprakların dış yüzeyinin hasar görmesini engelliyor. Bunların kurutma yöntemleri de balyalama yöntemleri de farklı.
İşin ilginci, puronun en lezzetsiz tarafı bu dış sargı yaprakları. Bunların lezzeti değil, görüntüsü önemli. Lezzet, içine konulan tütünlerle sağlanıyor.
Tarlada yetiştirilen ve çiftçiler tarafından ilk fermantasyonu yapılan tütünler, fabrikalara yollanıyor. Burada ikinci fermantasyon süreci başlıyor. Ardından tütünler özel havuzlara alınıyor ve burada yıkanıp bekletiliyor. 1 yıla yakın bekletilen tütünler olduğunu öğreniyoruz. Yapraklar arasındaki ayrım burada da korunuyor.

 

NİKOTİN DAMARDA

Ardından tekrar kurutulan tütünler, yaklaşık yüzde 80-90 arası bir nemlilikle, yaprak ayırıcılarının önüne geliyor. Burada kadınlar yaprakları türlerine göre iyice ayırıyor ve yaprakların damarlarını elleriyle çıkarıyorlar. Bu çok önemli; çünkü puronun sigaradan çok daha az zararlı olduğu inancı buradan kaynaklanıyor. Tütünün taşıdığı nikotinin yüzde 70’i bu damarlarda. Damarlar çıkarılınca nikotin de ciddi miktarda azalmış oluyor. Daha sonra “aficionado”lar bu tütünleri lezzetlerine göre ayırmaya başlıyorlar. Hangi puroların, hangi tütünle sarılacağına karar veriyorlar.
Sonra iş puro sarıcılarına geliyor. Puro sarımı yapanlar, ilk olarak 9 aylık bir eğitim alıyorlar ve en basit puroları sarmakla işe başlıyorlar. Ustalaştıkça daha üst kalite puroları sarmaya başlıyorlar. En iyi ustalar, ki bunların çoğu kadın, torpedo, presidente, pyramido ve perfecto tipi puroları sarıyorlar.

 

UZMAN, TÜTÜNÜ VERİYOR

Puro sarma ustası, sabah hangi puroyu saracağını öğrendikten sonra depoya gidiyor ve saracağı puroyu söylüyor.
Depodaki “aficionado” ya da “puro uzmanı”, kendisine o puro için uygun olduğunu önceden belirlediği tütünleri veriyor. Biraz orta yaprak, biraz üst yaprak, biraz da alt yapraktan oluşan bir karışım. Sarıcı, bu yaprakları alarak tezgâhına oturuyor ve hepsinden gereken kadarını alıp puroyu oluşturuyor. Önce kalıba koyup düzeltiyor, sonra da dış yaprağını sarıp puroyu bitiriyor ve yeniden kalıba koyuyor.
Arada kalite kontrolcüler gelip her ustadan puro alıyor ve bunu özel bir makinede test ediyorlar. “Yeterince sıkı mı ya da fazla gevşek mi, hava geçirme oranı ne?” diye test ediyorlar.
Bu çok önemli.
1980’lerde o sırada henüz Küba’dan atılmamış olan Davidoff’un yüz bini aşkın puroyu “kalitesiz” diye imha ettiği biliniyor. Yaklaşık 500-600 kişi aynı salonda puro sarıyor ama ustalık derecelerine göre herkesin ayrı bir yeri ve sırası var.

 

5

 

PURO MARKALARI SON DERECE EDEBİ

Puro sarıcılarının çalıştığı salonda yüz yıllık bir gelenek hâlâ sürüyor.
“Okuma” geleneği.
Salonun tam ortasında yüksekçe bir yere konumlandırılmış bir kürsü var. Ve bir de mikrofon. Gün içinde bu mikrofona çıkan bir “okuyucu”, puro sarıcılarına gazete okuyor, kitap okuyor.
Sabahları gazete haberleri okunuyor. Öğlene doğru eskiden TRT radyolarında dinlemeye alışık olduğunuz “Arkası Yarın” türü bir programda tiyatro eserleri dinletiliyor. Öğleden sonra ise kitap okunuyor. Genelde de klasik eserler.
Ve zaten puro markalarının bazıları bu okunan kitaplardan geliyor.
Mesela, Shakespeare’in “Romeo ve Juliet”i veya Alexander Dumas’ın “Monte Cristo Kontu” gibi. Purolar daha sonra kutulara konuluyor ve bir süre dinlendirildikten sonra dünya piyasalarına veriliyor.

 

HABANO TEKELİ

Küba’da puro işi devlet tekelinde. Pek çok markanın kendi fabrikası var. Bazı çok ünlü ve çok kaliteli markalar ise bu fabrikalarda fason üretim yaptırıyorlar. Bunları yasal nedenlerle yazamıyorum, kusura bakmayın.
Tüm üretim tesisleri, Küba’nın puro tekeli şirketi “Casa del Habano”ya ait. Puroları dünyaya pazarlayan da Casa del Habano. (Bir ara İstanbul’da da bir şube açtılar ama kısa süre sonra kapandı. Şimdilerde yeniden açılması söz konusu imiş.)

 

BİR ZAMANLAR ZİNO VARDI

Aslına bakarsanız 1990’ların başına kadar Küba purolarını dünyaya büyük ölçüde Zino Davidoff adlı Rus kökenli, İsviçreli bir Yahudi pazarlıyordu. 1900’lerin başında aile işi olan tütüncülüğü öğrenmek için Güney Amerika’yı arşınlayan Zino, 1900’lerin ortasında Küba purolarını Avrupa’da pazarlayan en önemli firmalardan biri, hatta birincisiydi.
Devrimden sonra Küba hükümeti, Zino’ya “Küba’da kendi markanı üret ve bizim puroları pazarla” teklifi götürdü. 1967 yılında Cuba Tobacco ile bir anlaşma imzalayan Zino Davidoff, bu markayla büyük bir hâkimiyet kurdu. Ancak ortaklık 1989 yılında bozuldu.
1990 yılından sonra ise Zino Davidoff’un Küba üretimi puro satması yasaklandı. Ve onun yerini Casa del Habano doldurdu. Şimdi de yüze yakın Küba puro markasını üreten ve satan Casa del Habano.

 

3

 

HER BOYUN BİR ADI VAR

Purolar boylarına ve kalınlıklarına göre sınıflandırılıyor ve hepsinin bir “adı” var.
Çok detaya girmeden ve bazı çok özel boyları dikkate almadan genel hatlarıyla puro boyları küçükten büyüğe doğru şöyle isimlendiriliyor:
Mini cigarillo, cigarillo, petit bouquet, perla, petit robusto, petit edmundo, laguito no. 3, robusta, cocnchita, petit corona, campana, corona, carlotta, corona gorda, laguito no. 2, pyramid torpedo, corona grande, toro, piramide, presidente, lonsdales, culebra, Churchill, lancero, double corona, gran corona.

 

DIŞ YAPRAK RENKLERİ

Puroların bir de renkleri var. Dış kaplamasındaki tütün rengine göre ayrılıyorlar.
En açık renk candela. Onu sırasıyla claro, colorado claro, colorado, colorado maduro, maduro ve oscuro takip ediyor.
Bu dış renkler görüntüyü etkilese de aslında lezzeti çok fazla etkilemiyor.
Konuştuğum bir puro eksperi, “Modaya göre değişiyor. Tadındaki değişikliği biz bile zor anlarız. Çünkü içi aynı” dedi.
Renk seçenlerin bilgisine.
Böylece Küba’yla ilgili yazımızın sonuna geldik. Olumlu ve olumsuz yönlerini karşılaştırınca Küba her şeye rağmen gidilesi, görülesi bir yer.
Çok iyi insanların yaşadığı, tüm sıkıntılarına rağmen güler yüzlü olmaya çalıştığı, özellikle turistlerin el üstünde tutulduğu, güvenlik sorunu olmayan bir ülke.
Yerli dilindeki anlamı olan “yaşamak için güzel bir yer”in hakkını veren bir ada. Çok daha iyi durumda olmayı hak eden, bir erkek bakış açısıyla “kötü muameleye maruz kalmış şahane bir kadın” gibi Küba.
Kübalılar şimdi Amerika’yı bekliyorlar. Ancak bu konuda duyguları karışık. Kimileri “Amerika gelecek ve her şey çok iyi olacak” derken, bir başka görüş “Amerika gelecek ve elimizde olanları da kaybedeceğiz” şeklinde.
Ancak şimdiden hazırlıklar başlamış. Oteller önümüzdeki yıl için turizm şirketlerine fiyat vermiyormuş. “Amerikalılara göre belirleyeceğiz” diyerek.
Emlak satışları durmuş. Ancak konuştuğum bir Kübalı yetkili, “Amerika’yla ilişkilerin normalleşmesi bugünden yarına olacak iş değil. Bana göre en az 10 yıl lazım” dedi. Bilemiyorum. Bildiğim tek şey, Küba’nın görülesi bir yer olduğu.

 

YAZI DİZİSİ 6

Çok saygıdeğer bir milletin ülkesi: Vietnam

 

2

KÜBA gezimizin ardından Vietnam’dayız.

Benden duymuş olmayın ama işin aslı, Vietnam’a Küba’dan önce gittim, ama önce Küba’yı yazayım, Vietnam’ı sonra yazarım diye düşündüğüm için sizleri önce Küba’ya götürdüm. Ve şimdi sıra geldi Vietnam’a ve mütemmim cüzü sayabileceğimiz Kamboçya’ya, toptan adıyla Fransızların meşhur “Indochine”inin bu iki önemli ülkesine.

Allah biliyor ya, dünyada gitmediğim görmediğim pek az ülke oldu, pek çok halkla tanıştım. Vietnam halkı kadar “saygıyı hak eden”, “muazzam” diyebileceğim bir halkla pek tanışmadım.

Niyesini anlatacağım sizlere. Ve eminim ki, sizler de bu “kahraman” millete çok saygı duyacaksınız. Tabii Vietnam’ı anlamak için biraz da tarihini anlamak, bilmek lazım.

O yüzden çok da canınızı sıkmadan biraz Vietnam tarihi anlatmak istiyorum. Vietnam’ın son 130 senesi, özgürlük için bitmeyen bir savaşla geçmiş.

 

FRANSIZLAR HİNDİÇİN’E TEBELLEŞ

Avrupalı sömürgecilerin Asya ve özellikle Güney Asya’da sömürgeler kurmaya başladığı dönemde, Fransızların payına bugün Vietnam’ı da içine alan ve Laos, Tayland’dan oluşan bölge düşmüş.

Çin’in güneyinde yer alan bu bölgeye Fransızlar “Indochine” demişler ya da Türkçe’siyle “Hindiçin”.

Fransızlar, 18. yüzyıldan itibaren tebelleş oldukları bölgede 1862 yılında Saygon merkezli ciddi bir hâkimiyet kurmuşlar ve 1884 yılında tüm bölgeyi hâkimiyetleri altına almışlar. Yeraltı ve yerüstü zenginlikleriyle Hindiçin bölgesi, Fransızlar için çok önemli hale gelmiş. Bir yandan ekonomik, bir yandan kültürel dört koldan bölgeyi sarmışlar. Öyle ki, bugün kullanılan alfabe bile Fransız icadı ve Latin alfabesinin birtakım işaretlerle yerel dile uygun hale getirilmişi.

 

İLK SAVAŞ FRANSIZLARA KARŞI

Fransızların bölgeye el koymasının ardından 1890’da bölgede ilk “sömürge karşıtı” hareketler başlamış. Bölge halkı, Fransızlara karşı direnişe geçmiş. Fransızlar ise lejyon birlikleriyle bu direnişi bastırmaya çalışmışlar. Bu durum 2. Dünya Savaşı’na kadar sürmüş. Ardından Japonlar bölgeyi işgal etmişler ve tam o dönemde 1941 yılında “Viet Minh” kurulmuş.

Viet Minh, Komünist Milliyetçi Özgürlük Hareketi. Başında ise Ho Chi Minh var.

Yanlış anlamayın, Ho Chi Minh harekete adını vermemiş.

Kendi adını hareketten almış.

Ho Chi Minh önderliğindeki Viet Minh, hem Fransız sömürgeciliğine, hem de Japon işgaline karşı çok ciddi bir gerilla savaşı vermeye başlamış.

Japonya’nın savaşta yenilip bölgeden çekilmesinden sonra Viet Minh ile Fransızlar baş başa kalmışlar ve en sonunda 1954 yılında Fransa, ülkenin önemli bir bölümünü Viet Minh’e bırakıp ülkenin güneyinde kalmayı kabul etmiş.

Ülke ikiye bölünmüş, 17. paralelin üzerinde, Vietnam’ın kuzeyinde başkenti Hanoi olan Vietnam Demokratik Cumhuriyeti kurulmuş.

Güney ise Saygon’un başkent olduğu monarşik meşrutiyetle yönetilen bir devlet haline gelmiş. Ancak Vietnamlılar ülkenin ikiye bölünmesinden pek de memnun kalmamışlar. Fransa’nın kontrolü altında kalan Güney Vietnam’da hızlıca bir halk hareketi örgütlenmiş. Vietkong adını alan bu hareket işte Amerika’ya dünyayı dar ve Amerikayı dünyaya rezil eden hareket olmuş.

 

VE AMERİKA BOYUNUN ÖLÇÜSÜNÜ ALMAYA GELİYOR

Vietkong da pek çok özgürlük hareketi gibi önce kendi halkına saldırmış. Güney Vietnam ve Fransa ile işbirliği yapan zengin çiftçileri ve toprak sahiplerini hedef alarak kimine göre 50 bin, kimine göre 170 bin kişiyi öldürmüş.

1960 yılında Sovyetler Birliği, Kuzey Vietnam tarafından zaten desteklenen Vietkong’a destek kararı alınca ve Fransa’nın lejyon birlikleriyle sürdürdüğü savaşı sürdürecek takati kalmayınca “komünist tehlikeye karşı” ABD duruma müdahil olmuş ve 1963 yılında Vietnam’da tam anlamıyla taraf haline gelerek Vietkong’a karşı savaşmaya başlamış.

 

58 BİN AMERİKALI, 3.5 MİLYON VİETNAMLI ÖLMÜŞ

Ancak Vietkong müthiş bir direniş sergileyince ABD o güne kadar görülmemiş bir denizaşırı savaşın tarafı haline gelerek 1965 yılında Vietnam’daki asker sayısını 500 bine çıkarmış.

Savaşın resmen sona erdiği 1972 yılına kadar ABD bölgede 3000 hava aracı, on binlerce kara aracı ve 58 bin asker kaybetmiş. Bunun katbekat üzerinde yaralı ve sakatla sonunda Vietnam Savaşı’nı bitirmek zorunda kalmış ve poposuna bakarak ülkesine dönmüş. Tabii tüm bu süreç içinde Vietnam ve Kamboçya’nın kaybı en az 3.5 milyon kişi olarak hesaplanıyor.

Bu savaşın detaylarını, savaşın en önemli cephelerinden biri olan Cu Chi tünellerini gezerken anlatacağım. ABD’nin çekilmesinden sonra iki ülkenin yeniden birleşmesi için görüşmeler başlamış ve 1975 yılında varılan uzlaşmayla 1976 yılının başında iki ülke yeniden Vietnem olarak birleşmiş. Kuzey Vietnam’ın başkenti Hanoi, şimdi tek başkent.

Fransızların meşhur Saygon’u ise artık Ho Chi Minhville olarak ülkenin en büyük kenti. İşte biz de hep beraber yapacağımız Vietnam gezimize, hâlâ herkesin Saygon dediği resmen Ho Chi Minhville olan yerden başlayacağız.

 

THY İLE DİREKT

Ho Chi Minhville’e ulaşmak gayet kolay.

Sağolsun THY kente direkt uçuyor. Direkt dediysem, önce Bangkok’a iniyor ama sizin uçaktan inmenize gerek yok. 1 saat kadar uçakta oturup Ho Chi Minhville’e devam ediyorsunuz. Uçuş süresi, bekleme dahil yaklaşık 13 saat.

Gayet düzgün bir havalimanından Saygon’a, dolayısıyla Vietnam’a giriş yapıyoruz. Gümrükte hiçbir sorunla karşılaşmıyoruz. Saygon, Vietnam’ın en büyük kenti. Nüfusu 20 milyon diyorlar ama daha fazla olması muhtemel. Kent büyük göç alıyor. Savaşın bitmesinden bu yana nüfusunu hemen hemen 30’a katlamış. Havalimanından kente doğru ilerlerken önce kenar mahallelerden geçiyoruz, ardından görüntü düzelmeye başlıyor ve giderek şıklaşıyor.

 

MOTOSİKLET NEHRİ

Bu arada yol boyunca içinde bulunduğumuz aracın çevresinde yüz binlerce motosiklet. Hiç durmaksızın ilerliyorlar. Rehberimize, “Bu nasıl trafik. Bu kadar motosiklet nasıl hiç kaza yapmadan gidiyor?” diye soruyorum.

“Biz ona trafik demiyoruz. O motosikletler sıvı gibi yolda akıyorlar” diyor. Bu akan motosiklet seli arasında kent merkezine doğru ilerliyoruz.

4

Vietnam’a gitmeden önce Saygon’daki otel tercihim Caravelle Hotel.

Savaş boyunca dünya medyası orada konuşlanmış ve Vietnam’dan kaçan son Amerikalıların son helikoptere bindiği Saygon’daki CIA binası da tam otelin karşısında o zamanlar. Bu yüzden Caravelle’de kalmak istiyorum.

5

 

FRANSIZLAR, İTALYANLARLA GELMİŞ

Caravelle Hotel’e doğru ilerlerken gözlerime inanamıyorum. Şehrin merkezinde, bizim Nişantaşı diyebileceğimiz bir bölgeye giriyoruz. Sağda Hermes mağazası, karşısında Salvatore Ferragamo, yanında Prada, hemen çaprazında Louis Vuitton ve aklınıza gelebilecek tüm markalar.

Fransa ülkeden atılmıştı hani?

İtalyanları da alarak geri dönmüşler gibi bir hal var. Fransızlardan kalan ve fotoğraflardan hatırladığımız kolonyal eski binaların arasından pıtrak gibi gökdelenler yükseliyor. Yollar ışıl ışıl. Çin yılbaşısını karşılamaya hazırlanıyorlar. Otelimize yerleştiğimizde ilk hayal kırıklığı...

Otel şahane ama benim manzaram kapalı. Görmeyi hayal ettiğim eski CIA merkez binası ile otelimiz arasında dev bir gökdelen yükseliyor. Son helikopterin kalktığı yeri aynı açıdan fotoğraflayamayacağım için üzülüyorum. Bavulları bile açmadan kendimizi Saygon sokaklarına atıyoruz.

Müthiş bir Doğu-Batı karması. Her tarafta şahane lokantalar, her biri sanat eseri elişlerinin satıldığı küçüklü büyüklü mağazalar, capcanlı, dinamik bir kent. Onlarca çok şık, çok güzel otel görüyoruz.

Saat gece yarısına yaklaşırken motosikletlerin “akışı” sürüyor. Ho Chi Minhville’de hayat durmuyor.

Şehir süper güvenli. Turistler gayet sakin ve kendinden emin dolaşıyorlar. Mekong’un bir kolu olan Saygon Nehri’nin kıyısına kadar yürüyoruz.

Eşim ve kızım çok mutlu. “İyi ki gelmişiz” diyoruz.

3

 

FİLM GİBİ BAR

Yolda çok güzel bir bar görüyoruz. Adı “Apocalypse Now”. Vietnam Savaşı’nı anlatan en şahane filmlerden biri, barın adı olmuş.

İçerisi hayli kalabalık ama kızımızla bara girmek istemiyoruz. Otelimizin hemen arkasında Saygon’un meşhur postane binası var. Eiffel’in de mimarı olan Gustave Eiffel’in yaptığı bir bina. Sarı, çok hoş. Ertesi gün ilk gezeceğimiz yer. Yarın hep beraber, heyecan verici ve karmaşık Saygon’u gezeceğiz.

 

YAZI DİZİSİ 7

Amerika'yı dize getiren tüneller: Cu Chi


2

“Amerikan askerlerini delirten Vietkong gerillaları, uzunluğu 200 kilometreyi bulan yeraltı tünellerinde yaşamış, cepheden cepheye bu tünellerle ulaşmış ve baskın yaptıktan sonra bu tünellerde gözden kaybolmuşlar. Tünelleri dışarıdan görmek imkânsız. Girişleri yapraklarla örtülü. Havalandırma bacaları, karınca yuvalarının içine gizlenmiş. İçine su basmasına karşılık baraj sistemleri oluşturulmuş. Gaz verilmesine karşılık katmanlara bölünmüş.”

Hadi hazırlanın, bugün 20 küsur milyonluk kent Ho Chi Minhville’i, yani Saygon’u gezeceğiz. İlk durak, otelimize 100 metre mesafedeki postane binası. Dün de dediğim gibi mimarı Gustave Eiffel. Eiffel Kulesi’ne pek benzemese de aynı mimarın elinden çıkmış.

Hanoi’ye vardığımızda çok daha fazlasını göreceğimiz, Fransız sömürge mimarisinin Saygon’daki en güzel örneklerinden biri. Yüz küsur yaşındaki bina hâlâ postane olarak kullanılıyor ve içi de dışı da pırıl pırıl.

Onun hemen karşısında bir Katolik kilisesi var. Anladığım kadarıyla pek revaçta değil. Kilisede öyle aman aman görülecek bir şey yok. İstanbul’da çok daha güzel onlarca kilise var. Kiliseyle postanenin baktığı meydandaki Meryem Ana Heykeli ise ilginç. Bana Rio’daki İsa heykelini hatırlatıyor nedense.

 

BUDİST ZİKRİ

Ardından kentte pek bol olan Budist tapınaklarından birini geziyoruz. Evlerin, apartmanların arasında sıkışıp kalmış.

Biz girdiğimizde üst katında dua okuyorlardı. Budist tapınağında olduğunuzu bilmeseniz, uzaktan gelen tınısı sanki birileri zikir yapıyormuş gibiydi. Tapınağın bahçesindeki havuzda yüzlerce su kaplumbağası ve bölgeye has sazan balıklarının bulunduğu havuzlar var. Bahçede irili ufaklı banyan ağaçları göğe doğru yükseliyor. Tapınağın içinde ise sunaklar yiyecek dolu. Bereket getirsin diye her gün yemek bırakılıyor. Bu yemekler daha sonra rahipler ve çevredeki fakir fukara tarafından tüketiliyor.

Kızım, avludaki kuş satıcısı kadından minik bülbüller alıp serbest bırakıyor. Her biri 1 dolar kuşların.

Sonunda isyan ediyorum, “Zeynep, sen salıyorsun onlar yakalıyor. Yine satıyor” diyorum.

“Olsun, kısa bir süre için bile olsa özgür oluyorlar. Hem belki bazıları yakalanmamayı başarıyordur. Onların özgürlüğü, senin birkaç dolarından daha değerli” diyor. Daha güzel tapınaklar ve pagodalar gezeceğimiz için bu tapınağı burada daha fazla anlatmaya gerek yok.

 

PAZARA GEL PAZARA

Daha sonra “gece pazarı” denilen bir alışveriş bölgesine gidiyoruz. Vakit öğlen ama olsun. Zaten gece pazarı tanımı da doğru değil. Gittiğimiz yer aslında bir “çarşı”.

Tek katlı, üzeri kapalı, bir büyük ambar gibi. Gece pazarı tanımı ise gece bu pazar kapanınca çevresinin işportacılar tarafından doldurulmasından geliyor. İçeride küçük küçük tezgâhlarda envai çeşit ürün satılıyor. Giyim kuşam, züccaciye, ev eşyası, küçük hediyelikler, sözde antikalar, gerçek antikalar çarşının yarısını kaplıyor. Diğer yarısı ise baharatçılar, ki kokularından yanlarına yaklaşmak mümkün değil.

Kasaplar ki onların kokusu da pek bir fena ve Vietnam işi fast food diyebileceğimiz yerel yemeklerin satıldığı bir bölüm. Benim yerel yemeklerin tadına bakma isteğim rehberimiz tarafından engelleniyor, “Aman, yolculuğun gerisi zehir olmasın. Öğlen zaten yerel yemek yiyeceğiz ama burada yemeyin” diyor.

Ben de kendisine Nepal’de sokakta kaynatılan mantıları yediğimi ve yatılı okuldan ötürü midemin her türlü yiyeceğe bağışıklığı olduğunu söylüyorum.

“Yine de burada test etmeyin midenizi” diyor. Bunun üzerine hemen çarşının karşısındaki “çakma Starbucks”a gidip birer kahve almayı tercih ediyoruz.

 

YEMEKLER MUHTEŞEM

Öğle yemeğimiz çok şık bir lokantada. Vietnam yemekleri gerçekten nefis. Lokanta da fena değil. Şık değil belki ama tertemiz. Servis hızlı. Yemekler lezzetli. Kızım ise çok mutlu, bol bol vejetaryen seçenek var.

Lokantaya girer girmez eşim hemen Instagram’a girip gün boyu çektiği fotoğraflardan bazılarını koymaya başlıyor. Vietnam’ın ilginç yönlerinden biri, süper bir internet altyapısına sahip olması. Otellerden restoranlara, en küçük kafelere kadar her yerde “ücretsiz” wifi hizmeti var. Hem de süper hızlı bir internet. 1 dolarlık kahve bile içseniz, internet kullanımı bedava. Kısıtlama falan da yok.

Dolar deyip duruyorum ama aslında Vietnam’ın para birimi dong. Kur her gün değişmekle birlikte yaklaşık olarak 21 bin dong, 1 dolar ediyor.

Yani 10 bin dong da 1 TL gibi.

 

SAYGON, İSTANBUL GİBİ

Saygon biraz İstanbul gibi. Müthiş bir göç almış ve almaya devam ediyor. Şehir merkezinin nüfusu 10 milyon civarı. Çevresiyle beraber 20 milyonun biraz üzerinde. Birleşmiş Milletler’in hesaplamalarına göre 10 yıl içinde Ho Chi Minhville’in, yani Saygon’un nüfusu en az ikiye katlanacak. Vietnam’ın toplam nüfusu ise 92 milyon.

Saygon’da bir sonraki durağımız, güneydoğusundaki Cu Chi tünelleri. Yani Vietnam Savaşı’nın en önemli cephelerinden, kilit noktalarından biri.

 

3

200 KİLOMETRELİK TÜNEL

Saygon’dan yaklaşık 1 saatlik karayoluyla ulaşılan ve savaşın en kanlı yerlerinden biri olan bu ormanlık alan, şimdi çok sakin. Yüz binlerce kişinin orada can verdiğini hayal etmek çok zor. Tarihin en önemli gerilla savaşlarından biri burada cereyan etmiş. Amerikan askerlerini delirten yer de işte tam burası.

Çünkü Amerikan askerleri “göremedikleri” bir düşmanla savaşmışlar. Çünkü Vietkong askerleri, uzunluğu 200 kilometreyi bulan yeraltı tünellerinde yaşamış, cepheden cepheye bu tünellerle ulaşmış ve baskınlarını yaptıktan sonra yine bu tünellerde gözden kaybolmuşlar.

 

AVRASYA TÜNELİ DEĞİL

Tünel dediysem, aklınıza Avrasya tüneli gelmesin. Vietkong’a Japon kredisi verilmediği için tüneller de elle kazılarak ne kadar olursa o kadar.

Biraz köstebek tüneli gibi. Ufak tefek ince yapılı birinin anca sığacağı kadar.

Gezdiğimiz tünellerden birine girmek istedim, girişinden sığmam bile mümkün olmadı. Yüz binlerce Vietkong gerillası, benim giremediğim bu tünellerde yıllarca savaşmışlar. Tünelleri dışarıdan görmek imkânsız. Girişleri yapraklarla örtülü. Havalandırma bacaları, karınca yuvalarının içine gizlenmiş.

İçine su basılmasına karşılık baraj sistemleri oluşturulmuş. Gaz verilmesine karşılık katmanlara bölünmüş.

Bir dönem Amerikan ordusu, gönüllülerden oluşan bir “Tünel Faresi” birliği kurmuş.

100 kişilik ufak tefek askerlerden kurulu bu birlik tünellere girip Vietkong’u orada imha etmek istemiş, ama tünele giren Amerikalı askerler kısa sürede kafayı yediği için bu girişim başarısızlıkla sonuçlanmış.

 

4

ÜÇ KATLI

Tüneller üç katmandan oluşuyor. İlk katman yerin 3, ikinci katman 6, üçüncü katman ise 8 metre altında.

Arada 1.5 metre yüksekliğinde, 3 metreye 4 metre büyüklüğünde odalar var. Buralar mutfak, yatakhane ve atölye olarak kullanılmış. Amerikan uçaklarından atılan bombaların patlamayanları bu atölyelerde mayın haline getirilmiş. Üniformalar burada dikilmiş. Bubi tuzaklarının malzemeleri burada üretilmiş.

Kadınlı erkekli binlerce Vietkonglu bu tünelleri kullanmış. Ağır bombardıman uçakları bu tünelleri sürekli bombalamışlar, ama kesin bir sonuç elde edememişler. Bu arada yüzeyde de tüneller arasında bubi tuzakları kurmuş Vietkonglular.

Basit tuzaklar, ama çok işe yaramış ve Amerikan ordusunun en fazla kayıp verdiği yer bu bölge olmuş. İşte bu tarihi bölgeyi geziyoruz uzun uzun. Çok etkileyici. Filmlerin de etkisiyle oralarda yaşananlar gözünüzde çok canlı ve kanlı canlanıyor. Benim giremediğim tünellere kızım giriyor. 100 metre kadar ileride bir yerden çıkıyor.

 

SAVAŞ GANİMETİ POLİGONU

Tünel gezimizin sonuna yaklaşırken birden silah sesleri duyuyoruz. “Ulan galiba Amerikalılar geri geldi” diyorum. Rehberimiz gülüyor. Cu Chi’de bir poligon kurmuş Vietnamlılar. Savaştan kalma silahlarla burada atış yapabiliyorsunuz. 10 AK 47, yani Kalaşnikof mermisi 8 dolar. 10 M16 mermisi 5 dolar. Her ikisini de deniyorum. Kalaşnikof çok daha iyi bir silah.

Poligonda atış yaptıran adam da doğruluyor bu fikrimi. “Biz onunla kazandık zaten” diyor. Benim silahla ateş etmem, aile içinde tepkiyle karşılanıyor.

 

CASHEW NUT AĞACI

Cu Chi’de kocaman ağaçlar ve uçlarında sallanan kocaman meyveler görüyorum. “Bunlar ne?” diye rehberimize soruyorum.

“Cashew nut” diyor.

Allah Allah. Ben cashew nut’ı yerfıstığı gibi bir şey zannederdim. “Nasıl yani?” diyorum.

Meğer cashew bir ağaç. Üzerindeki meyvenin ucundan çıkan minik şey ise cashew nut’mış. “Pahalı derdim, meğer ucuzmuş” diyorum kendi kendime. Koca ağaçtan kaç nut çıkar ki!

Akşam saatlerinde yeniden Saygon’a dönüyoruz. Akşam yemeği yine bir Vietnam lokantasında. Lokanta son derece şık ve güzel. Yemekler ise harika.

Mönüdeki her şeyin tadına bakmak istiyor insan. Restoranda da, otelde de internet bedava. İnternete girip Türkiye’de ne olup bittiğini öğrenmek istiyorum.

Sonra hemen vazgeçiyorum. Öğreneceğim de ne olacak! Hep aynı teraneler. Hep aynı konuşanlar, hep aynı konuşmalar.

“Boşver Fatih” diyorum.

En iyisi yatmak. Ertesi gün başkent Hanoi’ye uçacağız erkenden. Kimilerine göre Saygon daha güzel, kimilerine göreyse Hanoi. Yarın hep beraber göreceğiz.

 

YAZI DİZİSİ 8

Vietnamlılar da Türkler gibi, asker millet havası var üzerlerinde

2

Vietnam’da sokakta dolaşırken, dünyanın hiçbir yerinde görmeyeceğiniz kadar özürlü insan görüyorsunuz. Özürlü derken, öyle her yerde gördüğümüz özürlüler gibi değil. Uzuv eksiklikleri, gelişmemiş kollar ve bacaklar, eksik iç ve dış organlar. Bunca özürlü Vietnamlının nedeni ABD. ABD, atom bombası dışında her türlü silahı deniyor Vietnam’da

BAŞKENT Hanoi’ye doğru yola çıkacağız birazdan ama öncesinde biraz daha Vietnam Savaşı’na dönmek, Amerika’nın “yediği haltları” eşelemek istiyorum. Dün size Cu Chi tünellerini anlattım ya, Amerikan askerlerine dünyayı dar eden savaşçıların tünellerini. Vietkong’un bir yeraltında, bir yerüstünde görünen hayalet savaşçıları karşısında çaresiz kalan ABD ordusunun Vietnam’da insanlık tarihinin en büyük ayıplarından birine nasıl imza attığını da anlatayım size.

 

AMERİKA’NIN İNSANLIK AYIBI: AGENT ORANGE

3

Vietnam’da sokakta dolaşırken, dünyanın hiçbir yerinde görmeyeceğiniz kadar özürlü insan görüyorsunuz. Özürlü derken, öyle her yerde gördüğümüz özürlüler gibi değil. Uzuv eksiklikleri, gelişmemiş kollar ve bacaklar, eksik iç ve dış organlar. Bunca özürlü Vietnamlının nedeni ABD. Gerilla savaşı ile göğüs göğüse çarpışmada başarı elde edemeyen ABD, atom bombası dışında her türlü silahı deniyor Vietnam’da. Buna kimyasal silahlar da dahil.

Bu kimyasal silahların en tehlikelisi ise “Agent Orange”. Yani “Kavuniçi Ajan”. O güne kadar yapılmış en etkili kimyasal silah olarak bilinen Agent Orange’ın adı Vietnam’a sevkinde kullanılan bidonlardan geliyor. Kavuniçi çizgili bidonlarda saklandığı için adı Agent Orange. Çok azı bile anında ölüme sebebiyet veriyor. Sonrasında ise toprakta kalmaya devam ettiği için nesiller boyu sürecek sakatlıklara yol açıyor. Şu anda Vietnam nüfusunun yüzde 20’sinin sadece bu kimyasal silaha dayalı nedenlerle sakat olduğu tahmin ediliyor. Amerika’nın 1961’den başlayıp giderek yoğunlaşan miktarda kullandığı bu Agent Orange, niyeyse ancak ve ancak Vietnam Savaşı sona erdikten sonra Birleşmiş Milletler’in aldığı bir kararla “yasaklanıyor”.

Ama etkisi Vietnam’da hâlâ sürüyor. Vietnam’da hem Saygon’da hem de Hanoi’da büyük birer savaş müzesi var. Vietnamlılar bu müzelerde hem Amerikalılardan elde ettikleri uçak, helikopter, tank, top gibi silahları sergiliyorlar hem de kimyasal silah vahşetini bütün açıklığıyla gözler önüne seriyorlar.

 

4

GAZETECİLER HAİN MİDİR?

Vietnam Savaşı’nın bir başka kahramanı ise gazeteciler. Farklı milletlere mensup gazeteciler, ABD’nin Vietnam’daki vahşetini dünyaya duyuruyorlar. Zaten pek çoğu da savaş sırasında ölüyor bu gazetecilerin. Mermi isabet etmiş fotoğraf makinelerini müzede görmek mümkün. Amerikalı gazetecilerin bazıları da bu savaşta ABD’nin işlediği insanlık suçlarını ABD halkına duyurup savaşın bitmesinde ve ABD’de savaş karşıtı kamuoyu oluşturmada çok etkili olmuşlar. O gazetecilere o gün ABD’de bazıları “Vatan haini” demiş midir bilmiyorum. Muhtemelen demişlerdir ama insanlık ayıbına ortak olmaktansa birileri için hain olmak daha iyidir herhalde. Saygon’daki bir başka önemli yer ise eski başkanlık sarayı. Vietnam Savaşı, Kuzey Vietnam’a ait 2 tankın bahçe kapısını yıkarak bu saraya girdiği gün resmen bitmiş sayılıyor.

 

5

 

VE BAŞKENT HANOİ

Ve Saygon’dan 1.5 saatlik uçuşla Hanoi’ye gidiyoruz. Vietnam Havayolları, bir THY değil elbet ama gayet başarılı. Vaktinde kalkıp vaktinde iniyoruz.

Ve Hanoi Havalimanı’ndan Hanoi kentine doğru ilerliyoruz. Yolda Vietnamlıların çok övündüğü bir “mozaik” duvar var. 4 kilometrelik uzunluğuyla Guinness Rekorlar Kitabı’na girmiş. Gerçekten çok hoş. Bazı bölümlerini sanatçılar, bazı bölümlerini ilkokul çocukları çizmiş. Seramik ve mozaik ustaları uygulamayı yapmış. Rengârek, keyifli bir yol kenarı duvarı.

 

6

 

HANOİ, GÖRDÜĞÜM EN GÜZEL ŞEHİRLERDEN

Hanoi, modern bir şehir ama Saygon gibi değil. Daha sakin, daha temiz. Kent merkezinde yüksek yapılaşma yok. Kentin içinde çok sayıda Fransız döneminden kalma kolonyal mimaride binalar var. Hepsi temiz, hepsi bakımlı. Pek çoğu bugün kamu binası olarak kullanılıyor. Hayatımda gördüğüm en yeşil başkent Hanoi. Bir gölün çevresinde, yaşanılası bir şehir. İlk durağımız çok eski bir Budist tapınağı.

 

HEYKELİN İÇİNDE ÖLÜ RAHİP VAR

2

Üç farklı bölümden oluşan 800 yıllık bir tapınak. Gölün kıyısında bir sükûnet mekânı. Bu tapınağı gezerken çok ilginç bir şey öğreniyorum. Genelde öyle midir bir fikrim yok ve bu konudaki sorularıma yanıt alamadım ama bu tapınakta yaşlanıp ölen rahiplerle ilgili bir gelenek varmış. Eğer rahip oturduğu yerde ölürken sağa veya sola devrilirse yakılıyormuş. Yok eğer öldükten sonra devrilmez ve oturduğu pozisyonda kalırsa, diğer rahipler hemen bu rahibin ölüsünü önce balmumuyla sıvıyorlar, ardından alçıyla kaplayıp heykel haline getiriyorlar ve kuruduktan sonra da boyuyorlarmış.

Sonra da rahibin bedenini, tapınaktaki Budist rahip heykellerinin arasına koyuyorlarmış. Gördüğüm heykellerden bazılarının içinde, yüzlerce yıl önce ölmüş rahiplerin bedenlerinin bulunma olasılığı biraz garip. Hepsini inceleyip hangisinin içinde ölü bir rahip olduğunu anlamaya çalışıyorum.

Dokunmak yasak. Yoksa elimle iki fiske atıp işi çözeceğim.

 

KURUCUYA SAYGI

Ardından ülkenin kurucusu Ho Chi Minh’in mozolesine gidiyoruz. Ho Chi Minh’in ölümünden sonra kendisine bir anıtmezar yapılmaması konusunda vasiyeti varmış. “Beni yakın, küllerimi ülkenin dört bir yanına atın” dermiş. Savaş bitmeden önce ölmüş. Ölünce de vasiyetini dinleyen olmamış.

Kendisine bir mozole yapmışlar. Önünde askerler nöbet tutuyor. Nöbet değişim törenleri çok hoş. Vietnamlılar da Türkler gibi biraz. Asker millet havası var üzerlerinde. Ho Chi Minh’in mozolesinin hemen arkasında ise “tek sütunla pagoda” var. Çocuk isteyen bir Vietnam hükümdarı, kendisine bir çocuk veren eşine aşkını göstermek için tek sütun üzerine minik bir pagoda ve çevresine de küçük havuz irisi bir göl yaptırmış. Ardından gelenler bu pagodayı yıkmışlar ama sonra yine yapılmış. Biz gezerken de restore ediliyordu. Ben pagodadan çok şık bir kameriyeye benzettim.

 

ÇEKÇEKLE ŞEHİR TURU

Ardından bir Vietnamlının sürdüğü bisikletin önüne kondurulmuş 2 kişilik çekçek benzeri araçlarla Hanoi turu atıyoruz. Kenti görmek, yaşamak için en iyi yöntem. Keyifle geziyoruz ama kızım sorun çıkarıyor. Trafiğin sıkıştığı bir anda bir bakıyorum; çekçekten inmiş, benim yanımda yürüyor.

“Hayırdır?” diyorum. “Baba çok ayıp! Adam kullanıyor yoruluyor, biz oturuyoruz. Kıyamadım adama, yürümeye karar verdim” diyor.

“Kızım, biz bunlara binip gezmesek bu adam para kazanamaz. Para kazanamayınca çocuklarını doyuramaz, okula gönderemez. Hepimizin bir işi var. Onun da işi bu. Asıl binmezsen üzülür adam” diyorum. Pek ikna olmuyor ama yine de çekçekine geri dönüyor. Kapalıçarşı, Mahmutpaşa benzeri yerlerden geçiyoruz. Yollar cıvıl cıvıl kalabalık. Halk güler yüzlü.

 

SENATÖR MCCAIN SAVAŞ ESİRİ

Göle akan akarsulardan birinin üzerindeki köprüden geçiyoruz. Bir plaket gözüme çarpıyor. Meseleyi hemen öğreniyorum. ABD’li Cumhuriyetçi Senatör McCain, Vietnam Savaşı’na pilot olarak katılmış. Ve gözü pek bir pilot olduğu için de uçağıyla Hanoi’ye kadar gelmiş, bombalarını bıraktıktan sonra Kuzey Vietnam uçaksavarları tarafından vurulup düşürülmüş. Uçağı köprünün 100 metre gerisinde nehre düşmüş. Hemen alıp hapsetmişler.

Babası da ABD ordusunda general olduğu için kullanmak istemişler. Ancak McCain’in babası, “Diğer askerler nasıl esirse oğlum da öyle esir kalacak” demiş. McCain, 2 yıl Kuzey Vietnam’ın elinde esir kalmış ve savaş bitince salıverilmiş. Düşen uçağı da yıllarca o noktada kalmış. McCain başkan adayı olunca Vietnamlılar da uçağını alıp müzeye koymuşlar. Yerine de bir minik plaket.

 

AMAN GİTMEYİN

Akşam su kuklası tiyatrosuna yer ayırtmışız. Hanoi Gölü’nün hemen kıyısında güzel bir bina. Su kuklaları gösterisine 5 dakika falan dayanabiliyoruz.

Hemen kaçıyoruz. Allah’tan tiyatro binasının hemen üzerinde bana göre Hanoi’nin en güzel lokantası var. Lokanta şık ötesi. Ancak o gece özel bir davet nedeniyle müşteri almıyorlar. Uzun yalvarmalarım sonucu girişte bir masaya oturuyoruz. Mönü geliyor. 50 sayfa falan. Yine yemek konusuna gelmişken söyleyeyim; Vietnam’da her yerde köpek eti yendiği bir safsata. Evet köpek eti servis eden lokantalar da var ama pek ender. Merak etmeyin, farkında olmadan köpek eti falan yemezsiniz. Gelelim mönüye.

 

KUŞ YUVASI ÇORBASI

Vietnam ve Japon mutfağının her türlü yemeği var. Benim gözüme “kuş yuvası çorbası” takılıyor. Muhtemelen duymuşsunuzdur, uçurumlara ve mağaralara yuva yapan kırlangıçların yuvaları toplanıp bunlardan bir çorba yapılıyor ve neredeyse 1000 yıllık geçmişi olan bir yemek. Ben hemen bundan sipariş ediyorum. Üzerine de köpekbalığı yüzgeci. Bu seçimlerim sıkı bir hayvansever ve vejetaryen olan kızım tarafından uzun uzun protesto ediliyor. Bense sadece isimlerini duyduğum bu iki yemeği denemek istiyorum. Kavgamız yemek boyu sürüyor. Yemekten sonra göl kıyısında yürüyüşe çıkıyoruz. Binlerce Vietnamlı sahile yayılmış. Izgara yapan da var, balık tutan da, dondurma yiyen de, çekirdek çitleyen de! Herkes huzur içinde, hava 24 derece. Hafif bir rüzgâr esiyor gölden. Huzur içindeyim. Tartışma yok. Haber yok. Keyif var, rahatlık var. Ardından otelimize gidiyoruz. Kent merkezine 5 kilometre mesafede. Tertemiz, çok şık. Gece yarısına yaklaşmış bir saat ve yollar Saygon’daki kadar olmasa da yine on binlerce mopedin arı vızıltısı gibi sesleriyle dolu... Ertesi gün doğa harikası Halong Körfezi’ne gideceğiz. Hem de uzun bir karayoluyla. Pirinç tarlalarının, patlama yapan sanayi tesislerinin, gelişen Vietnam’ın içinden geçeceğiz.

 

YAZI DİZİSİ 9

20 milyon yıllık doğa harikası: Halong Körfezi


2

Halong Körfezi, dünyada sadece birkaç yerde görülen jeolojik bir oluşum aslında. Küba’da Pinar del Rio’yu anlatırken söz ettiğim gibi. 20 milyon yıl kadar önce okyanus plakasının Asya plakasının altına girmesiyle yukarı doğru itilen kabuk, bu karstik kayaları sudan dışarı çıkarıyor ve bir benzeri Filipinler’de olan ilginç manzarayı oluşturuyor. Halong Körfezi’nde 2 bine yakın bu şekilde sudan fışkıran ada bulunuyor

DÜNÜ Vietnam’ın başkenti Hanoi’de noktaladık ve bugün doğa harikası Halong Bay’e, Türkçe’si Halong Körfezi’ne gideceğiz dediysem de, Hanoi turumuzu tamamlamadan yola çıkmak yok.

 

EDEBİYAT İÇİN TAPINAK

Ve gitmemiz gereken en önemli yerlerden biri de Edebiyat Tapınağı. Aslına bakarsanız “Bilim ve Edebiyat Tapınağı” demek daha doğru olabilir. 1070 yılında yapılmış ve Konfüçyüs’e adanmış bir tapınak. Tapınaklıktan daha önemli işlevi ise bir tür “yüksekokul” olması.

Büyük bir parkın orta yerinde, geniş bir kapıdan giriyorsunuz. Birbirini takip eden 5 avlu var. Giriş avlusundaki 4 büyük havuz, bilginin yansıtılmasını ve duruluğu temsil ediyor. İkinci avluda hem derslikler var hem de bir pagodanın altında büyük taş bloklar üzerine, okulu bin küsur yıldır başarıyla bitirenlerin isimleri kazınmış.

 

3

 

Bir sonraki avluda büyük bir tapınak. Arkasındaki avlularda ise öğretmen rahiplerin ve öğrencilerin yaşam alanları. Hepsi çok etkileyici. Bilgiye verilen önemi göstermesi açısından da çok değerli. Hanoi’de hâlâ üniversiteyi bitiren gençler, diplomalarını alır almaz “Edebiyat Tapınağı” na gidiyor ve eğitimlerini tamamlamış olmalarını burada kutluyorlar.

Hanoi o kadar güzel bir şehir ki, “Nerede yaşarsın?” sorusuna cevap olabilir. Ben bu şehirde yaşarım arkadaş! (Şimdi bazıları “Hadi defol git, orada yaşa” diyeceklerdir. Bilsinler ki onlara inat gitmiyorum.)

Hanoi’den sonraki durağımız Vietnam’ın en önemli turistik merkezlerinden biri olan Halong Körfezi. Halong Körfezi’nin nasıl bir yer olduğunu James Bond filmlerinden bilebilirsiniz. Gerçi filmin çekildiği yer Filipinler’deki Palawan Körfezi ama Halong Körfezi de oranın tıpkısının aynısı:))

Ama durun, daha uzun bir yol gideceğiz ve yolda anlatacaklarım var. 4 saat boyunca yoldayız. Sıkılmayasınız diye.

 

KIRSAL VİETNAM

Hanoi’den çıkınca birdenbire Vietnam’ın kırsal alanına geçiyoruz. Aslında görüntüler Türkiye’ye çok benziyor. Saygon’a göre kuzeyde olduğumuz ve daha da kuzeye, Çin sınırına doğru gittiğimiz için tropik manzara azalıyor, farklı bir yeşillik başlıyor.

Önce evler azalıyor, ardından göz alabildiğine pirinç tarlaları başlıyor. Kurak mevsimde olduğumuz için tarlalar su altında değil. İlgimi çeken ise her tarlanın köşesindeki kimi minyatür pagoda, kimi farklı tarlalarda yapılmış küçük binacıklar.

 

4

 

ÖLÜLER TAŞINIYOR

Meğer bunlar mezarmış. Her aile ölülerini kendi tarlasına gömüyor. Ancak ölüm sonrası âdetleri biraz garip. Aile büyüğü önce toprağa gömülüyor.

1 yıl sonra, ama tam 1 yıl sonra ailenin gençleri, bir gece yarısı ölünün gömüldüğü yere gidiyor. Ölünün kemiklerini mezardan çıkarıyor, temizliyor ve tüm kemikleri o tarlaların ortasında gördüğümüz pagoda benzeri mezarlara gömüyorlar. Bu işlemin 1 gecede bitirilmesi şart. Yani aslında ailenin tüm ölüleri sonunda aynı mezarda toplanıyor. Rehberimiz, “Ben de yaptım. Çok zor bir iş” diyor.

 

HER YER FABRİKA

Bir süre yol aldıktan sonra dev bir “organize sanayi bölgesi”nin önünden geçiyoruz. Aklınıza gelen tüm Güney Kore markalarının, LG, Samsung gibi markaların dev üretim tesisleri sıralanıyor. Arada büyük Japon markalarını da görüyoruz. Canon’un, Toshiba’nın dev fabrikaları.

Her 50-60 kilometrede bir bu manzara tekrarlanıyor. Rehberimiz, “Bunlar son 15 yılın eseri. Önce tekstille başladık. Tekstilde hâlâ büyük üretim yapıyoruz ama şimdi artık elektronik ve otomotivde de yabancı yatırımlar geliyor. Kaliteli bir işgücünü eğitimle oluşturduk. Rekabetçi bir emek fiyatına sahibiz. Her yerden sermaye akışı var” diyor övünerek.

 

5

 

BÜYÜME REKORTMENİ

Vietnam, yıllardır büyüme rekoru kırıyor. Sürekli olarak yüzde 7 civarında bir büyüme gösteriyor. Nedeni burada görülüyor. Fabrikalar bitince yine pirinç tarlaları başlıyor ve zamanın durduğu manzaralarda, pirinç tarlalarında o geleneksel hasır şapkalarıyla çalışanları görüyoruz.

Pirinç de emek isteyen bir tarım ürünü. Önce minik bahçelerde fideler üretiliyor. Sonra bu fideler son derece düzgün bir sıralamayla tarlaya dikiliyor.

Vietnam’da bir tarladan yılda 4 kez pirinç mahsulü alındığını öğreniyoruz. Bu arada sık sık termik santrallarla karşılaşıyoruz. Maden ocaklarına giden yolları görüyoruz.

 

BU VİETNAMLILAR NİNJA OLMALI

Halong Körfezi’ne yaklaşırken büyük oteller ve bunların arasında kumarhaneler gözümüze çarpıyor. Bu bölge yakın zamana kadar Çinli turistlerin en önemli destinasyonlarından biriymiş. Ancak Çin hükümetinin getirdiği kısıtlamalar nedeniyle turist sayısı çok düşmüş.

Birkaç yıl önce Halong Körfezi’ne yılda 3 milyona yakın Çinli gelirken şimdi bu sayı birkaç yüz bini bile bulmuyormuş. “Niye?” diye soruyorum.

Rehberimiz anlatıyor.

“Çünkü Çin’le savaşın eşiğindeyiz. Açık denizdeki petrol yatakları yüzünden aramız açıldı.” Gülüyorum.

“Kalabalıklar. Sizin için zor olur.”

Rehberimiz ciddiye alıyor ve başlıyor nutuk çekmeye. “Onların 5 milyonluk bir ordusu var. Bizim ordumuz 800 bin ama kısa sürede biz de 5 milyonluk bir ordu toplarız. Çin’i doğduğuna pişman ederiz” diyor. Ardından deniz kuvvetlerinin gücünden, yakında denize indirilecek yeni donanmanın yeni gemilerinden söz ediyor.

Anlıyorum ki, Vietnamlıların her biri bir Ninja. Ki zaten Çin’e ilk kafa tutmaları da değil.

 

6

 

KAMBOÇYA’YI KURTARAN VİETNAM

Hadi yeri gelmişken ona da değinelim. Vietnam Savaşı sona erdikten ve iki Vietnam birleştikten sonra Vietnam, komşu Kamboçya’daki bir büyük katliamı engellemek için devreye giriyor. 1970’lerde Kamboçya’da Pol Pot ve onun Kızıl Kmerler’i egemen.

Pol Pot dediğin eli kanlı bir diktatör. Ama bir de manyak. Hakiki zırdeli. Gerillalarıyla birlikte ülkeyi ele geçirdikten sonra kendi ülkesinde tarihin gördüğü en büyük katliamlardan birini başlatıyor. Ülkede eğitimli kim varsa hepsini öldürüyor.

Detayını yarın Kamboçya’yı anlatırken yazarım ama gözlük takanı bile “Bu kesin okumuştur” diye öldürtüyor. Tam rakam bilinmiyor ama tahmini olarak 4 milyon “okumuş yazmış” Kamboçyalı, kendi rejimi tarafından öldürülüyor.

Pol Pot ülkesini kıyımdan geçirirken “medeni dünya” izlemekle yetiyor. Kimsenin gıkı çıkmıyor. Çin ise zaten Kızıl Kmerler’in ve Pol Pot’un destekçisi. Ama Vietnam diye kahraman insanların ülkesi var.

 

VİETNAM’IN GÜCÜNÜ TEST EDEN YOK

Kendi içinde huzura erince Vietnam, Pol Pot’a “Dur” demeye karar veriyor. Çin, “Karışamazsın” diyor. Vietnam dinlemiyor. Ordunun bir kısmını Çin sınırına diziyor, diğer bir bölümünü Kamboçya’ya yolluyor. Pol Pot’u deviriyor, müdahale etmek isteyen Çin’i de durdurup geri postalıyor. Pol Pot’u devirdikten sonra da Kamboçya’yı Kamboçyalılara geri verip çıkıyor.

İşte Vietnam böyle bir ülke. “Kimse gücümüzü test etmeye kalkmasın” falan demiyor. Zaten herkes Vietnam’ın “delikanlılığının test edilmeyeceğini” anlamış.

 

ELDE KALAN VİLLALAR

Sonunda Halong Bay Marinası’na varıyoruz. Kocaman bir marina. Ama ticari teknelerden başka bir şey yok. Bizi de misafir edecek tekneler boy boy sıralanmış. 20 metreden 50 metreye kadar. Marinanın hemen yanında şahane, çok modern villalar inşa edilmiş. Çinliler alsın diye. Gerçekten çok güzeller. Rehberimize “Ne bunlar?” diyorum.

Zengin Çinlilere satmak için yapmışlar. Çin’le işler bozulunca elde kalmış hepsi. “Kaç liraya satıyorlardı?” diye soruyorum. “En büyükleri 800 bin dolardı. Ama şimdi 500 bine falan rahat alırsınız” diyor. 700-800 metrekarelik Halong manzaralı villalar.

 

MISSISSIPPI GULETİ

Sonra teknemize geçiyoruz. Geceyi denizde bu teknede geçireceğiz. Bizim guletler ile Mississippi’deki nehir tekneleri arası bir şey.

Altı gulete benziyor, üstü nehir teknelerine. Üst katta bir açık güverte. Orta katta ve alt katta yatak odaları var.

Teknenin gövde kısmında ise personel yaşıyor. Odalar kocaman, banyolu, tuvaletli, balkonlu, yerlere kadar camlı, deniz manzaralı. Yola çıkıyoruz. Teknenin aşçısı, bize Vietnam ve bilcümle Uzakdoğu yemeklerini yapma dersi veriyor. Daha sonra körfezin ortasına geliyoruz ve demir atıyoruz. Yüzen balıkçı köyleri ve inci çiftliklerini dolaşmaya gidiyoruz. Küçük kayıklarla.

İnci çiftliklerinde yapay inci üretiliyor. Balık çiftliklerinde ise yakaladıkları balıkları denizin içinde ağlarda saklayıp büyütüyorlar. Sonra da pazara götürüp satıyorlar. Ancak paraya ihtiyaçları yok. Kazandıklarının hepsini ilerideki olası sağlık sorunları için biriktirirmiş bu balıkçılar, onu öğreniyoruz. Balıkçı köylerinde bol miktarda minik minik köpekler var.

Bizim kız, köpeklerle yerlerde yuvarlanıyor. Bu arada minik köpeklerden biri bizimkini hafifçe ısırmış ama sonra fark ediyoruz. Köpeğe kızarız ve oynamasını engelleriz diye ısırıldığını çaktırmamış. Eşime, “Korkma, denizin ortasındaki köpekte kuduz muduz olmaz” diye güven veriyorum.

 

2 BİNE YAKIN ADA VAR

Halong Körfezi, dünyada sadece birkaç yerde görülen jeolojik bir oluşum aslında. Küba’da Pinar del Rio’yu anlatırken söz ettiğim gibi. 20 milyon yıl kadar önce okyanus plakasının Asya plakasının altına girmesiyle yukarı doğru itilen kabuk, bu karstik kayaları sudan dışarı çıkarıyor ve bir benzeri Filipinler’de olan ilginç manzarayı oluşturuyor. Halong Körfezi’nde 2 bine yakın bu şekilde sudan fışkıran ada var.

Ta Avrupa’dan buraya kendi tekneleriyle gelmiş birkaç kişi görüyoruz. Hava uygun ama deniz hiç çekici değil. Seyretmekle yetiniyoruz.

Bu büyük kayalıkların bazılarında mağaralar var. En büyüğünü geziyoruz. Bazı bölümleri Ayasofya’nın kubbesinden bile büyük. Dev mağaralar.

Kimbilir belki de, bir cami de Vietnam’a yapmak istersek uğraşmaya gerek yok. Doğa ana hediye etmiş gibi... Sayfada gördüğünüz selfie’yi bu mağaranın girişinde çektim bilesiniz.

 

YARIN TOMB RAIDER OLACAĞIM

Teknede keyifli bir akşamın ardından yataklarımıza çekiliyoruz. Gece şahane. Gökyüzünde yıldızlar hiç görmediğim kadar çok. Yarın Kamboçya’ya gideceğiz. Dünyanın en büyük tapınağını dolaşacağız.

Ertuğrul Özkök, Etiyopya’da “Kutsal Sandık”ın izini sürüyor. Ben de Angkor Wat’ta Angeline Jolie’nin izini süreceğim. Bugünlük bu kadar yeter. Yarın Fatih Altaylı The Tomb Raider...

 

YAZI DİZİSİ 10

Başların eğik olduğu ülke Kamboçya

2

 

Kamboçya’da biraz Batılı ülkelerin markaları için tekstil üretimi var, biraz da turizm. Kişi başı gelirde dünyanın en alt sıralarında yer alıyorlar. Turizm gelirlerinin büyük bölümü, dünyanın yeni 7 harikasından biri olarak gösterilen ‘Angkor Thom’ şehrinden geliyor. Her yıl 3.5 milyon turist burayı ziyaret ediyor

VİETNAM’ı yeterince gezdikten sonra, şimdi de Kamboçya’yı gezeceğiz birlikte. Sabah erken saatte Halong’dan yola çıkıyoruz ve Hanoi Havalimanı’na gidiyoruz. Çünkü bizi Kamboçya’nın en görülesi yeri Siem Reap’e götürecek Vietnam Havayolları uçağı oradan kalkacak ve 1 saat 15 dakika kadar sürecek bir yolculuktan sonra Kamboçya’da Siem Reap Havalimanı’na ineceğiz.

Siem Reap Havalimanı, bizim Antalya Havalimanı’nın bundan 25 yıl önceki haline benzeyen küçük, sempatik yarı açık bir havalimanı. Uçaktan aprona inip pasaporttan geçmemiz 10 dakika falan sürüyor. Siem Reap de zaten havalimanına çok yakın.

Aslında şehir küçük. Son yıllarda turizmle gelişmiş olmasına karşın, 500 binlik bir şehir. Ama oteli bol. 5 yıldızlı uluslararası zincirlerin tamamına yakınının Siem Reap’te bir oteli var. Son derece lüks, rahat, konforlu oteller.

Bavulları otele atıp hemen şehre iniyoruz. Şehir tam bir kargaşa içinde. Gürültücü satıcılar, her tarafta Avrupalı çulsuz hippiler, daha varlıklı görünen turistler. Barlar, masaj salonları, hediyelik eşyalar, sudan ucuz son derece otantik tekstil ürünleri, envai çeşit çaylar, baharatlar. Bunları bir sonraki bölümde anlatacağım size.

Yarın erkenden dünyanın yeni 7 harikasından biri olarak gösterilen Angkor Thom şehrini, bu şehirdeki tapınakları ve tabii bunların en büyüğü olan Angkor Wat’ı gezeceğiz ya, dinç olmak lazım.

 

DİK BAŞLAR, EĞİK BAŞLAR

Dinlenirken size biraz Kamboçya’dan söz edeyim. Kamboçya, oldukça eskiye uzanan bir ülke. 7000 yıllık bir yerleşim olduğu tahmin ediliyor. Yerel halkının adı “Khmer”ler. Vietnam’la komşular ama halk olarak bambaşkalar. Vietnam’da ‘Vuiet’ler yaşıyor, Kamboçya’da ‘Khemer’ler.

Zaten iki milletin birbirine en ufak bir benzerliği yok. Gözle görünür en önemli fark ise iki milletin duruşunda. Vietnamlılar başları kalkık, dik duran bir halk. Kamboçyalılar ise başları öne eğik duruyor.

Büyük ihtimalle yakın tarihte yaşadıklarından kaynaklanan bir beden dili geliştirmişler. Kamboçya’da 1976 yılında sağcı cuntayı halk ayaklanması sonucu yıkan Kızıl Khmerler, sözde komünist bir rejim kurdular. Başbakanlığa Pol Pot getirildi.

3

 

AYDININA DÜŞMAN REJİM

Bu rejim, muhtemelen tarihin gördüğü en vahşi ve kanlı yönetimlerden biri oldu. Kamboçya’nın geçmişte büyük bir medeniyet olduğunu, büyük imparatorluklar kurduğunu, ancak Batı tarzı eğitim ve bilginin bu medeniyeti çökerterek Kamboçya’yı yoksullaştırdığını öne süren Pol Pot, halkın aydın kesimine savaş açtı.

Ülkede okumuş yazmış, eğitim almış kim varsa hepsini öldürmeye, tarlalarda çalıştırmaya ve çalışma kamplarında toplamaya başladı. Bunların bir bölümü zor koşullardan, büyük bölümü ise Kızıl Khmerler’in kurşunlarıyla can verdi. 3 yıl içinde kimilerine göre 2.5, kimilerine göreyse 3.5 milyon okumuş yazmış aydın Kamboçyalı, ülkenin rejimi tarafından katledildi. Ülkede bir tek doktor, bir tek mühendis, bir tek bilim adamı, bir tek teknik adam bırakılmadı.

Bu durum Vietnam’ın 1979’daki müdahalesiyle Pol Pot rejimi devrilinceye kadar sürdü. Paris’te varılan barış anlaşmasına rağmen Pol Pot Çin’e kaçtı.

Kızıl Khmerler, Pol Pot’un öldüğü 1998 yılına kadar Kamboçya’da kan dökmeye devam ettiler.

 

İSTİKRARLI YÖNETİM

Kamboçya aslında istikrarlı bir ülke. 25 yıldır aynı başbakan tarafından yönetiliyor. Ancak ekonomik olarak iyi durumda oldukları söylenemez. Tüm aydınları öldürülen, tüm doktorları, mühendisleri, teknik adamları, okumuş yazmışları katledilen bir toplumun ekonomik açıdan iyi olması zaten beklenecek bir durum değil. Bu yüzden de bugün ülkede sanayi pek yok.

Biraz Batılı ülkelerin markaları için tekstil üretimi var, biraz da turizm. Kişi başı gelirde dünyanın en alt sıralarında yer alıyorlar. Turizm gelirlerinin büyük bölümü de bizim az sonra birlikte gezeceğimiz Angkor Thom’a her yıl gelen yaklaşık 3.5 milyon turistten elde edilen gelir.

 

BAŞBAKANIN OĞLUNA

Kamboçya turizminin en önemli gelir kaynağı olan Angkor harabelerinin işletmesini başbakanın oğlu yapıyor. Devlet adına değil elbet, kendi adına.

Harabeleri işletme hakkı başbakanın oğluna verilmiş. Biz de sabah erkenden Angkor Thom’a gitmek için yola çıkıyoruz. Siem Reap’e 7 kilometre mesafedeki harabelere gitmek için seçtiğimiz ulaşım aracı, motosikletli “tuktuk”lar.

Yaklaştıkça ne kadar doğru bir tercih yaptığımızı anlıyoruz. Müthiş bir trafik var ve otomobillerin arasından kayıp gidiyoruz. Otomobille 1 saat sürecek yolu 15 dakikada alıyoruz.

 

4

 

GÖZLERİME İNANAMADIM

Ve Angkor Thom’a, yani “Büyük Şehir”e baktığımız zaman gözlerimi alamıyorum. Hayatımda bu kadar etkileyici pek az şey gördüm. Bir zamanlar muazzam bir şehir olduğu besbelli. İddiaya göre içinde 1 milyon kişi yaşarmış ama bu bence abartılı bir rakam. Zaten rehberimiz de “180-200 bin kişi olduğunu söylersek doğru olur” diyor.

Çevresi 8 metre yüksekliğinde, 12 kilometre uzunluğunda taş bir duvarla çevrili şehirden geriye sadece tapınaklar kalmış. Ahşaptan yapılan şehir zamana yenik düşmüş. Ama taştan yapılan mabetler dimdik ayakta. Bu mabetlerin en büyüğü ise Angkor Wat. Zaten dünyanın en büyük dinsel mekânı.

Angkor Thom şehrini yapan Khmer Kralı 7. Jayavarman. 1170 yılında kendi yapmaya başlıyor. Ve kent uzun yıllar Khmer Krallığı’na başkentlik yapıyor. Daha sonra ticaret yollarına uzak kalmaya başlayıp önemini yitirince krallık başkenti Phnom Penh’e taşınıyor ve Angkor Thom terk ediliyor.

 

BİLİNENİ KEŞFEDEN FRANSIZ

Yıllar sonra Fransız araştırmacı ve gezgin Henri Mouhot, Angkor Thom’a gelince yeni bir keşif yaptığını düşünüyor ve “Çok eski ve yok olmuş bir medeniyetin unutulmuş başkentini buldum” diye yaygaraya başlıyor. Oysa Khmerler, Angkor Thom’u zaten bildikleri için gülüyorlar Mouhot’ya.

Ancak yine de Mouhot, dünyanın dikkatini buraya çekmiş oluyor.

Angkor’un yapılışı da ilginç. Kentin yapımında kullanılan taşlar, bölgeye 70 kilometre uzaklıktaki bir taşocağından çıkarılıyor. Taşları taşımak için yakındaki Siem Reap Nehri ile Tonle Sap Gölü’nden buraya kilometrelerce kanallar açılıyor ve taşlar bu kanallardan teknelerle taşınıyor. O kanallar bugün hâlâ duruyor.

 

JOLIE, TURİZMİ PATLATIYOR

Angkor Thom’un ikinci keşfi ise Angelina Jolie’nin “Lara Croft: Tomb Raider” filmiyle oluyor. Jolie’nin bu filminin bazı sahneleri Angkor Thom’da çekilince birdenbire bir turizm patlaması yaşanmaya başlıyor. Angelina’nın bir de Kamboçyalı çocuk evlat edinmiş olması, işi iyice soslandırıyor. Angelina Jolie, Kamboçya ile ilişkisini hâlâ sürdürüyor. Zaten Kamboçyalılar da Jolie’yi çok seviyorlar ve vatandaşlık vermişler. Daha doğrusu “onursal vatandaşlık”. Jolie şimdi de Kamboçya’da hâlâ çok can alan kara mayınlarının temizlenmesi için başlattığı bir hareketi sürdürüyor ve sık sık Kamboçya’ya gidiyor.

5

Angkor gezimiz sırasında benim sık sık Angelina Jolie’ye atıfta bulunmam, kızımın, “Baba cesaret hapı içtin galiba” cümlesiyle sonlandırılıyor.

 

4 KAPI

Angkor Thom’un 4 kapısı var. Biri doğu, biri batı kapısı. Güneye bakan kapı “Zafr” ya da “Kral Kapısı”, kuzeye bakan ise “Ölüm Kapısı”.

Doğu ve batı kapısını halk ve tüccarlar kullanmış. Kral Kapısı adından da anlaşılacağı gibi sefere çıkan ordunun ve kralın kullandığı kapı. Öüm Kapısı da adı üzerinde.

Biz kente güney kapısından giriyoruz. Duvarların önündeki nehri aşıp kente geçişi sağlayan köprünün üzerinde simgesel bir heykeller dizisi var. Bir yanda iyiler, bir yanda kötüler. Her ikisi de bir kobra yılanını zapt etmeye çalışıyor. Kentin kapısı ise 15 metre kadar yükseklikte taş bloklar ve üzerine oyulmuş heykellerden oluşuyor.

 

ÇOKULUSLU RESTORASYON

Size burada tek tek tapınakları anlatacak halim yok. Büyük bölümü ayakta gibi görünse de yakından bakınca enkaz halinde. Yıllardır çokuluslu bir restorasyon çalışması yürütülüyor ve bayağı da başarılı olmuş. Yine de yapılacak çok iş var.

Bana en ilginç gelen, Angkor Thom’daki tüm tapınaklarda iki farklı dinin iç içe yaşamış olması. Hem Budist hem de Hindu dini bazen sırayla, bazen aynı anda tapınaklarda yer almış. Bir tapınakta her iki dinin de sembolleri yer alıyorsa, o sırada iki dinin barış halinde olduğunu gösteriyor. Bazen bir din diğerini dışlamış ve tek sembollü tapınaklar yapılmış.

Khemer kralları da bir o dine, bir bu dine geçip durmuşlar. Kentin kurucusu 7. Jayavarman’ın sarayının önünde geniş bir teras var: Filler Terası.

Jayavarman burada halkla oturup sohbet eder, şikâyetleri ve talepleri dinlermiş.

 

YA KENDİNE YA ANNEYE

Tapınakların pek çoğunu krallar ya kendileri ya da anneleri için yaptırmışlar. Babalar için yaptırılmış tek bir tapınak bile görmedim. Bizim kadın düşmanı milletimize hatırlatmak isterim. Ormanlık arazinin içine yayılmış, onlarca tapınak var.

Kimi henüz tamirat görmemiş, kiminin eli yüzü bayağı düzeltilmiş. Bazılarında bizim dışımızda tek bir turist bile olmayan tapınaklar. Bence dünyanın görülmesi gereken en ilginç yerlerinden biri. Ama Angkor Thom’u bugünlük bu kadar anlatabiliyorum. Yerimiz bitti. Bizimkiler duymasın ama yarın dünyanın en büyük mabedi Angkor Wat’ı anlatacağım. Bir gözbebeği gibi büyüyüp küçülen Tonle Sap Gölü’nü, Kamboçya’da benim bile yiyemediğim çok garip yemekleri.

 

YAZI DİZİSİ 11

Önce Hindu sonra Budist tapınağı: Angkor Wat

 

2

BUGÜN de Kamboçya’dayız. Siem Reap’te, Angkor Thom’u yani Büyük Şehir’i gezmeye devam ediyoruz. “İki gündür aynı yerdesin” demeyin, gerçekten görülmesi gereken bir yer. 400 kilometrekarelik bir alana yayılmış, toplamda 112 parça arkeolojik eserden oluşan koskoca bir toprak parçası. 1000 yıl kadar önce yapıldığı düşünülürse, olayın büyüklüğünü daha iyi anlarsınız. 1907’de başlayan restorasyon çalışmalarını 1992 yılına kadar Ecole Française d’Extreme Orient sürdürmüş. Çalışmalar bugün hâlâ devam ediyor ve pek çok ülkenin katkıları var. UNESCO da bölgeyi koruma altına almış ve çalışmalara danışmanlık yapıyor.

 

BİZİM SİYASETÇİLER DUYMASIN AMA

Ve bugün sıra Büyük Şehir’in en büyük tapınağında, daha doğrusu dünyanın en büyük mabedinde olacağız; Angkor Wat’ta. Bizim siyasetçiler duymasın ama dediğim gibi Angkor Wat, dünyanın en büyük mabedi. Bu dev “Hindu- Budist” tapınağı, toplamda 1 kilometrekareden daha büyük bir alana yayılıyor.

Duvarların içinde kalan inşaat alanı toplamı ise 820 dönüm. Yani 820 bin metrekare. Çevresinde ise insan yapımı dev bir göl oluşturulmuş. Yağmur mevsiminde bu göl, tapınağın çevresini tamamen kuşatıyor. Kurak mevsimde ise gölün alanı da küçülüyor.

Tapınağın çevresindeki gölün yapılış amacı koruma değil, güzelleştirme. Dev tapınağın suda yansıyan görüntüsünün azametini artıracağını düşünen Khemerli mimarlar bu suni golü yapmışlar.

 

RÖLYEFLER YERLİ YERİNDE

Angkor Wat’ı yaptıran Khemer Kralı 2. Suryavarman. İnşaat 12. yüzyılın ilk 10 yılı içinde başlamış ve ortasına doğru bitmiş. Önce Hindu tapınağı olarak yapılmış. Sonra Budist tapınağı olmuş. Sonra yine Hindu.

Angkor Thom ve dolayısıyla Angkor Wat da terk edilince, tapınak az sayıda Budist rahibin ikametgâhı olmuş ve buradaki varlıklarını sürdürmüşler. Angkor Wat, bölgedeki diğer tapınaklara oranla çok daha az yıpranmış ve çok daha iyi restore edilmiş. 4 katlı yapının tüm katları hâlâ ayakta. İçindeki rölyefler, kabartmalar, yazılar, heykeller aynen korunmuş ve hâlâ yerli yerinde duruyor.

Uzunca bir kuyruğu beklemeyi göze alırsanız üst katlara da dik bir merdivenden çıkabiliyorsunuz. Yükseklik korkusu olanlara hiç tavsiye etmeyeceğim diklikte bir merdivenden söz ediyorum.

Kızımla beraber epey bir bekledikten sonra çıktık.
İlginç mi?
İlginç.
Başımız göğe erdi mi?
Ermedi.

3

Angkor Wat’ı ziyaret eden turistler fille gezerken.

 

ÇİN İŞİ SİYAH

Angkor Wat dışarıdan bakınca simsiyah duruyor, ki gerçekten de siyaha yakın bir rengi var. Ancak içi de aynı taştan olmasına rağmen beyaza yakın açık bir renkte. Önce dışarıdaki taşların doğadan yıprandığını, içerinin ise temiz kaldığını düşünüyorum.

Tabii ki, yanılıyorum. Angkor Wat’ın simsiyah görünmesinin nedeni Çinliler. Angkor Wat’ın restorasyonu sırasında binanın dışının temizlenmesi ihalesini Çinli bir firma kazanmış. Çinli firma, binayı kendi buluşları olan süper bir kimyasal solüsyonla temizleyeceğini söylemiş.

Gerçekten de yapılan denemelerde bu solüsyonun püskürtüldüğü taşlar pırıl pırıl hale geliyormuş ve suyla yıkanınca tertemiz oluyormuş. Çinli firma, Angkor Wat’ın üzerine bu solüsyondan tonlarca püskürtmüş. Sonra yıkamışlar ve tertemiz olmuş. Ancak aradan kısa bir süre geçince taşlar siyahlaşmaya başlamış.

Meğer bu solüsyonun yan etkisiymiş bu durum. Önce temizliyor ama sonra da karartıyormuş taşları. Bu yüzden Angkor Wat simsiyah olmuş. Ve solüsyon taşların içine işlediği için de artık temizleme imkânı kalmamış.

4

Turistlerle fotoğraf çektiren yerli halk.

 

ALMAN İŞİ BEYAZ

Angkor Wat’ın içini temizleme işini ise Almanlar almış. Solüsyon molüsyon püskürtmeden, kendi bildikleri yöntemlerle temizlemişler ve pırıl pırıl olmuş, hâlâ pırıl pırıl duruyor. Mercedes’i, Audi’yi, Porsche’yi yapanlar bu işi de gayet güzel becermişler anlayacağınız.

Tapınağın içindeki rölyefler sanki yeni yapılmış gibi pırıl pırıl. Almanlar sayesinde.

Angkor Wat’a hem daha az kalabalık olur hem de fotoğraf için ışık daha iyi olur diye düşünerek akşamüzeri gittik. Ancak içerideki kalabalığı anlatmak mümkün değil. Sanki bütün dünya, Angkor Wat’ı görmeye gelmiş gibiydi. Rehberimiz “Bu boş sayılır” diyerek bizi teselli etti. Kalabalık zamanını düşünemiyorum bile.

5

Tapınağın içinden bir fotoğraf.

 

6

 Almanlar tarafından temizlenen tapınağın içi bembeyaz durumda.

 

RAHİPLER HÂLÂ İÇERİDE

Angkor Wat’ın içinde hâlâ Budist rahipler yaşıyor. Belirli bölümler onlara ayrılmış. Gördüğünüz kulelerin içi ise boş, baca gibi yükseliyorlar. Bu kulelerin altında ise 4 katlı mabet var. Dolaş dolaş bitmiyor.

Kurak mevsim olduğu için suları çekilmiş gölün üzerindeki taş köprüden geçerek Angkor Wat’tan çıkıyoruz. Hemen oracıkta buza yatırılmış taze hindistancevizlerini açıp içine birer kamış koyarak 1 dolara satan seyyar satıcılardan hindistancevizi alarak susuzluğumuzu gidermeye çalışıyoruz.

Üzerine tropik meyveleri blender’dan geçirip satan tezgâhlara yöneliyoruz. Bizde özellikle sağlığına düşkün arkadaşların sabah akşam içtiği detoks zamazingolarına benziyor. Gayet lezzetli ama pek de hijyenik olmadıkları kesin.

 

7

İçimiz kurumuş mabet gezmekten, dikiyoruz kafaya. Angkor Wat’la beraber Angkor Thom gezimiz de sona eriyor. Aslında bu yazı dizisini bugün noktalayacaktık ama sayfamız bugün biraz daralmış.

O yüzden yarın da Siem Reap’i, yedikleri garip şeyleri, Tonle Sap Gölü’ndeki Vietnamlı balıkçıları yazacağım. Söz, yarın son olacak.

 

YAZI DİZİSİ 12

7 kat büyüyen göl: Tonle Sap

KAMBOÇYA gezimizin de sonuna geliyoruz ağır ağır. Dün Angkor tapınaklarını gezdik; sıra geldi Siem Reap kentine. Siem Reap, 500 bin civarında nüfuslu küçük bir kent ama cıvıl cıvıl. 5 yıldızlı onlarca otelin yanı sıra kent içinde minik pansiyonlar, geceliği 5-10 dolar arasında değişen küçük oteller de var. Şahane barlar, gayet güzel lokantalarla dolu bir caddesi, hemen arkasında ise çok ucuza her türlü tekstil ürününü alabileceğiniz bir pazarı da mevcut. Bunun yanı sıra envai çeşit bitki çayları, şahane oda parfümleri, basit mücevherat satan küçük kuyumcularıyla çok renkli.

 

SORUMSUZCA İÇMEK

Benim en hoşuma giden yer ise kapısında “1996’dan bu yana sorumsuzca içmeyi teşvik ediyoruz” yazan küçük bir bar oldu. Bu teşvike uymadan duramazdım. Siem Reap bir yandan bir hippi cenneti.

Hippi felsefesini benimsemişler midir bilmiyorum ama giyim kuşamlarıyla hippi görünümlü epey bir genç sokaklarda aylak aylak dolaşıyor, yerlerde oturmuş bir şeyler içiyor, bir şeyler tüttürüyor. Tanıştığımız iki Alman kız 7 aydır, Siem Reap’teymiş. Günlüğü 6 dolara bir odayı paylaşıyorlarmış. Kişi başı günde 15 dolar harcayarak 8 aydır Kamboçya ve Laos’ta sürtüyorlarmış.

Keyifleri gayet yerindeydi.

Biriktirdikleri 5 bin Euro ile gelmişler. Haziran başında paraları bitince Almanya’ya dönüp biraz para biriktirip yine geleceklermiş. Türk olduğumuzu öğrenince kızlardan biri “Aaa benim de annem, babamı boşayıp bir Türk’le kaçtı, şimdi Antalya’da yaşıyor” dedi.

Dünya küçük!

 

TARANTULA A LA IZGARA

1

 

Kamboçya’da her türlü yemeği bulmak mümkün. Ve ilk olarak yerel lezzetlerin bazılarından uzak durdum. Sokak satıcılarından yemek yemeye bayılan ben bile “tarantula ızgara” ve “şişe geçirilmiş minik yılan”ları yiyemedim.

Yolda yürürken sürekli genç kızlar yolunuzu kesip “Masaj ister misiniz” diye soruyorlar. Özellikle de yalnız erkeklerin. Meğer Kamboçya’da “özel masaj” pek meşhurmuş. Bunu döndükten sonra öğrendim.

Buna karşın gayet şık SPA’lar da var. SPA’larda masajın bir saatine 20 dolar alıyorlar. Diğer tür masajın ederi hakkında bir fikrim yok. Gece geç saate kadar Siem Reap sokaklarında geziyoruz. Otelimize motosikletli tuktuklarla dönüyoruz. 4 kilometrelik mesafe için 3 dolar alıyorlar.

 

DERİNLİĞİ 8 METREYE ÇIKIYOR

Ertesi gün Tonle Sap Gölü’ne gitmek üzere yola çıkıyoruz. “Tonle Sap Gölü” diyorum ama aslında koruma altında bir ekosistem. Göl yağmur mevsiminde, kapladığı normal alanın 7 misli büyüyor. Derinliği 1 metreden 8 metreye çıkıyor.

Bu yüzden de göl çevresindeki tüm köylerde evler direkler üzerine yapılmış. Direk dediğim bayağı bir direk, 6-7 metre yüksekte yaşıyor insanlar. Ev dediğim de zaten bu direkler üzerine yapılmış kulübeler... Cam yok, kapı yok, baca yok. Köylülerin geçimi genelde balıkçılıktan.

2

 

Göl genişleyince balıkçılık azalıyor. Küçülünce balıklar da dar bir alanda biriktiği için her balıkçı günde yaklaşık 3 ton balık tutuyor. Sonra da bunları yola serip kuruttukları ve kimini satıp kimini gübre olarak kullandıkları için köylere yaklaşırken hafiften burnunuzun direği kırılıyor. Balıkların bir kısmı da açıkta yakılan ateşlerin üzerine kurdukları ağlarda füme ediliyor ki, onun kokusu daha da beter.

 

GÖRDÜĞÜM EN TATLI ÇOCUK

Bu köylerden birinde araçtan inip köyü dolaşmak istiyoruz. Yanımıza hayatımda gördüğüm en tatlı çocuklardan biri geliyor. Miniminnacık, bit kadar. 3 yaşında var yok. Elinde tek bir kartpostal, onu satmak istiyor.

Birkaç kuruş veriyorum, “Kartpostal sende kalsın” diyorum işaretlerle. Kabul etmiyor, kartpostalı almam için peşimde dolaşıyor. Sonunda kartpostalı alıyorum. Çok seviniyor. Bu arada kızım cebindeki bütün parayı çocuğun eline tutuşturuyor.

3

 

Sonra da tutturuyor “Baba, bu çocuğu evlatlık alalım” diye.

“Kızım saçmalama, annesi babası vardır. Niye anasından babasından ayıralım ufacık çocuğu? Yazık değil mi! Zaten öyle kolay mı evlatlık almak. İstesek de vermezler” diyorum ama dinletemiyorum.

“Burada okula falan gidemez. Yazık. Benimle okula da gelir. Okul bitince tekrar buraya döner” diye ısrar ediyor. Aslına bakarsanız içten içe ben de Zeynep gibi düşünüyorum. Çocuğun anası babası olmadığını bilsem çok isterdim onu da eve getirmeyi.

 

A, NİRVANA BURADAYMIŞ

Sonra bir tekneyle, köyü Tonle Sap Gölü’ne bağlayan nehirde ilerlemeye başlıyoruz. Su çamur aslında ama içinde yüzenler, dalanlar, balık tutanlar, çamaşır yıkayanlar... Ne arasanız var. Bu arada suda yüzen köylü çocukların hepsinin kaslı, üçgen vücutlu olması dikkatimi çekiyor. Rehberimiz “Protein bol, yapacak iş çok. Böyle oluyorlar” diyor.

Nehirde 20 dakikalık bir yoldan sonra göle varıyoruz. Gölün ortasında yüzen köyler var. Dubalar üzerine yapılmış balıkçı köyleri... Bu balıkçıların tamamının Vietnamlı olduğunu öğreniyorum. Gelip bu göle yerleşmişler. Gölde şahane bir esinti var. Muazzam huzurlu bir yer. Kendimi Nirvana’ya yakın hissediyorum bir anda.

4

 

Basit bir yaşamın ne kadar kolay olduğunu, kendi kendimize hayatımızı zorlaştırdığımızı bir kez daha anlıyorum Tonle Sap’ta. Görüntüye bakarsanız bizden çok şeyleri eksik gibi. Ama büyük bir ihtimalle bizden fazla olan şeyleri daha fazla.

Kamboçya gezimizi burada noktalıyoruz. Ülkenin en büyük kenti ve başkenti Phnom Penh’e gitmekten vazgeçiyorum. Avrupalı bazı sapıkların bu kente geliş amaçlarını öğrenmem bunda etkili oluyor. Orada da görecek şeyler var ama görüp de rahatsız olacağım şeyler, hele bir kız babası olarak daha fazla, biliyorum.

 

SON SÖZ

Sevgili okurlar, Hindiçin gezimizi böylece noktalıyoruz. Fazla derine inmeden, basit bir gözle, biraz tarih, biraz siyaset, biraz coğrafya anlatmaya çalıştım.

Umarım sıkılmamışsınızdır.

Vietnam ve Kamboçya’ya gitmek için vize almak gerekiyor. Yüzlerce mail attınız dizi boyunca ve sorular sordunuz. Hatta eleştirdiniz, bazen hakaret ettiniz, Twitter’da kin kusanlar bile oldu. Kiminize yanıt verdim, kimine güldüm geçtim.

Twitter’da yazılanlara ise “Bazı insanlar bu kadar kötü olmak için ne yiyip ne içiyorlar acaba?” diye sordum kendi kendime. Sorulardan bazıları çok ortaktı. “Hangi turizm şirketi ile gidelim, ne tavsiye edersiniz?” gibi. Kusura bakmayın, böyle şeyler yapmıyorum. İyi olur Allah’tan, kötü olur benden bilirsiniz. Ama imkânınız varsa her iki ülkeyi de görmenizi tavsiye ediyorum. Kızımın okulu açılmayacak olsaydı, Laos’u da görmek isterdim. O da başka bir sefere... Yarından itibaren köşe yazılarımla sizlerle beraber olmaya devam edeceğiz inşallah.

BAKMADAN GEÇME