Yerel Haber Hattı 0536 266 79 69
KONUŞMAYI BAŞLAT
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

Anıl EMRE / YAZI DİZİSİ 1 / GAZETE HABERTÜRK

Bugün Suriye ve Irak’ta DAEŞ içinde yer alan İngiliz Müslümanların sayısı, İngiltere ordusunda savaşan Müslümanların sayısından fazla. Fransa’da da durum farklı değil. Batı’da cihatçı terör saldırısı düzenleyenlerin neredeyse tamamı, saldırıları gerçekleştirdikleri ülkelerde doğup büyümüş... Ama Avrupa sisteminde, kendilerini “öteki” hissetmişler. 2001’de 11 Eylül saldırılarını yapanların hiçbiri ABD vatandaşı değilken, bugün Amerika’da DAEŞ ile ilişkili olmaktan yargılanan 68 kişiden 55’i ABD vatandaşı, 44’ü ABD doğumlu. Peki dünya, “Ortadoğu’dan ithal” terörden Batı işi “ev yapımı” terör noktasına ne zaman ve nasıl geldi?

ÜNLÜ İngiliz gazeteci Owen Bennett-Jones, 1999 yılında Taliban’ın kontrolündeki Afganistan’ın başkenti Kâbil’de görevli bir muhabirdir. Haber yapmak için şoförünün kullandığı araçla şehir dışına çıkması gerekir. Yolda tanık olduğu o anı şöyle anlatıyor: “Trafik neredeyse tamamen Afgan mücahitleri taşıyan kamyonetlerle doluydu. Arabamız bunlardan birinin arkasında takılıp kalınca, şoförüm dayanamayıp sollamaya kalkıştı. Arkamızdan hızla yaklaşan bir araç bizi şeridimizde kalmaya zorlayınca dönüp baktım. Taliban savaşçılarından biri bize orta parmağını gösteriyor ve ‘Wanker’ diye bağırıyordu. Bu, Londra sokaklarında sıkça kullanılan bir hakaretti.”

“Bir İngiliz’in 1999 yılında Taliban savaşçıları arasında ne işi olduğu” sorusu, bugün biraz şekil değiştirse de geçerliliğini fazlasıyla koruyor: Bir İngiliz’in DAEŞ terör örgütü saflarında ne işi var? Bugün Suriye ve Irak’ın ciddi bir bölümünü kontrol eden DAEŞ içindeki İngiliz Müslümanların sayısı, İngiltere ordusunda savaşan Müslümanların sayısından fazla. Fransa’da da durum pek farklı değil. İki ülkeden de binlerce genç Müslüman, Suriye ve Irak’a giderek DAEŞ ve El Nusra’ya katılmış durumda. En az bunun kadar şaşırtıcı olan bir başka gerçek ise Batı’da terör saldırısı düzenleyenlerin neredeyse tamamının, saldırıları düzenledikleri ülkelerde doğup büyümüş olmaları. Bu, ciddi anlamda değişen bir paradigmaya işaret ediyor.

11 Eylül saldırılarını yapanların hiçbiri ABD’li değildi. 19 teröristten 15’i Suudi, 2’si Birleşik Arap Emirlikleri’nden, 1’i Lübnanlı, 1’i de Mısırlı’ydı. Ancak Amerika’da DAEŞ ile ilişkili olmaktan yargılanan 68 kişiden 55’i ABD vatandaşı, 44’ü ABD doğumlu. DAEŞ’in “Kendi ülkelerinizde kalarak saldırılar düzenleyin” mesajı, yeni nesil cihatçılar tarafından benimsenmiş durumda. Artık “ithal” değil, “ev yapımı terör” olgusuyla karşı karşıyayız.Selefi cihatçı terör gruplarının baz aldığı İslam anlayışı olan ve “İslam’ın kuruluş yıllarına dönmesi gerektiği” görüşüne dayanan Selefilik, 14. yüzyılda ortaya çıktı. (Cihatçı terörün Selefi anlayış içerisinden doğduğunu tespit etmek mümkün, ancak her Selefi’nin terörü desteklemesi sözkonusu değil.) Terörizmin temeli ise Selçuklu döneminde yaşayan Hasan Sabbah’ın lideri olduğu Haşhaşilere dayanıyor. Peki, cihatçı terör saldırıları neden son 30 yılda bu kadar arttı? Cihatçı terör grupları, nasıl bu kadar hızlı büyüyebiliyor? Bu sorular, geçtiğimiz kasım ayında 130 kişinin öldüğü Paris’teki terör saldırılarından sonra dünyanın her yerinde daha da şiddetle sorulmaya başlandı.

‘CUMHURİYETİN KAYIP ÇOCUKLARI’

Fransa’da düzenlenen terör saldırılarının sorumlularının neredeyse tamamı Fransız ya da Belçika vatandaşı. Paris saldırılarının planlayıcısı Fas asıllı Abdelhamid Abaaoud Belçika doğumlu. Katolik okulunda okumuş. Brüksel’de, “Avrupa’nın cihat merkezi” olarak anılan Molenbeek Mahallesi’nde büyümüş. 2013’te Suriye’ye giderek DAEŞ terör örgütüne katılmış. Olayda kaçmayı başaran tek saldırgan Salah Abdeslam da Brüksel doğumlu ve Fransız vatandaşı. O da Molenbeek’te büyümüş. Kendini Paris’te bir kafenin önünde havaya uçuran abisi İbrahim Abdeslam’ın Molenbeek’te Salah’ın işlettiği bir barı var. Arkadaşlarının tariflerine göre içki içen, uyuşturucu kullanan, parti yapmayı ve kumar oynamayı seven Salah ve ağabeyi İbrahim, saldırılardan 6 ay önce içki içmeyi bırakıp namaza başlıyorlar. Bardaki hisselerini saldırıdan 6 hafta önce satıyorlar. Bar, saldırılardan yalnızca 2 hafta önce “uyuşturucu satıldığı” gerekçesiyle kapatılıyor. Bataclan Konser Salonu’na saldıran Cezayir asıllı Ömer İsmail Mustafa, doğma büyüme Parisli. Şehrin kenar mahallelerinde büyümüş. Yerel bir camide radikalleştiği düşünülüyor. Ömrünü, vatandaşı olduğu Fransa’da geçirmiş. 2013-2014 yılları arasında Suriye’de kalıyor, daha sonra Fransa’ya dönüyor. Bir diğer saldırgan Samy Amimour da Paris doğumlu. Cezayir asıllı 28 yaşındaki Samy, 15 ay otobüs şoförlüğü yaptıktan sonra işten çıkarılmış. 2012’de, terörizme bulaşmış şahıslarla ilişkili olduğu gerekçesiyle tutuklanan Samy, 4 gün tutuklu kalıyor. 2013’te şartlı tahliye hükümlerini bozarak Suriye’ye giden Samy, kısa bir süre sonra Fransa’ya dönüyor. Paris’te futbol stadyumuna saldıran 20 yaşındaki intihar bombacısı Bilal Hadfi de Fransız vatandaşı, Belçika’da yaşıyordu. 7 Ocak 2015’te mizah gazetesi Charlie Hebdo’ya saldırarak 12 çizeri ve sokakta nöbet tutan polis memurunu öldüren Said ve Şerif Kouachi kardeşler, bir markette rehin aldığı 4 kişiyi öldüren Amedy Coulibaly de Paris’in kenar mahallelerinde doğup büyüyor. Ünlü bir Fransız avukat, bu gençleri “Cumhuriyet’in kayıp çocukları” olarak tanımlıyor. Suriye’ye, Irak’a ya da Yemen’e gidip silahlı eğitim almış olsalar bile, Fransız sisteminde yetişmişler. Londra’da 2013’te İngiliz askeri Lee Rigby’yi öldüren Michael Adebolajo ve Michael Adebowale de İngiltere’de doğup büyümüş.

Büyük çoğunluğu, hayata tutunamamış, okul hayatı zayıf, buldukları işlerde kısa süre çalışabilmiş, erken yaşta suçla tanışmış, “uyum sorunu” olan bireyler. Kendilerini hiçbir zaman yaşadıkları Batılı toplumun bir parçası gibi görmemiş, aksine her zaman “öteki” gibi hissetmişler. Avrupa ülkelerinin, azınlıkların yaşadığı bu kimlik bunalımı ve uyum sorununun nasıl aşılabileceği konusunda daha çok kafa yormaları gerektiği aşikâr. Bu gençlerin kendilerini yaşadıkları ülkenin “bir parçası” gibi hissetmelerinin sağlanması, radikal grupların eleman bulmasını oldukça zorlaştırabilir.

AVRUPA’NIN ‘CİHAT FABRİKASI’

AVRUPA’da doğup büyüyüp DAEŞ saflarına katılanların çoğu bulunduğu toplumda kendini “öteki” hissedenler olsa da her uyum sorunu yaşayan terörizme kaymıyor. Kimlik bunalımındaki bu gençlerin azılı birer suç makinesine ve teröriste dönüşmesi sürecinde başrol oynayan başka faktörler de var. Nüfusa oranla ‘kişi başına’ en çok cihatçının düştüğü Avrupa ülkesi Belçika’yı, özellikle de Avrupa’daki cihatçı terör saldırılarına katılanların ciddi bir kısmının yaşadığı ve “cihatçı fabrikası” denilen Molenbeek Mahallesi’ni daha yakından incelersek, bazı cevaplara varmamız mümkün. Financial Times Gazetesi, Belçika’yı “Irak ve Suriye’de savaşan cihatçıların, ‘ölümcül becerilerini’ kullanmak için döndükleri merkez” olarak tanımlıyor.

KAÇAK SİLAH CENNETİ

Ciddi bir Müslüman göçmen nüfusu olan, ülke nüfusuna oranla El Kaide ve DAEŞ gibi örgütlere en çok katılımın olduğu Belçika, Avrupa’da en rahat kaçak silah bulabileceğiniz yerlerin başında geliyor. Öylesine rahat ki 21 Ağustos’ta Amsterdam-Paris treninde silahlı saldırı düzenleyecekken etkisiz hale getirilen Ayoub el Khazzani’nin avukatı, savunmasında, “müvekkilinin, Kalaşnikof tüfeği parkta uyurken yanına bırakılan bir bavulun içinde bulduğunu” iddia edebildi. Parklardan silah fışkırdığını söylemek güç olsa da Brüksel’in Balkanlar üzerinden gelen kaçak silahlar için tam bir karaborsa haline geldiği biliniyor. Belçika’nın silah edinme yasaları, uzun yıllar, en hararetli Amerikalı silah düşkünlerini bile kıskandıracak türdendi. Financial Times Gazetesi’ne göre, 2006 yılına kadar silah almak için yalnızca kimliğinizi göstermenizin yeterli olduğu ülkede, 18 yaşındaki bir Nazi sempatizanının işlediği cinayetlerden sonra yasalarda ciddi sıkılaştırmalara gidildi. Ancak o zamana kadar oluşan “cephanelik”, cihatçıların iştahını kabartacak türden. Çoğunlukla Müslümanların yaşadığı Brüksel’in Molenbeek Mahallesi ise Belçika’nın gelir düzeyi en düşük ikinci mahallesi. Yüksek işsizlik ve suç oranıyla boğuşan Molenbeek’te kaliteli eğitime erişim de çok zor. Buna kolay silahlanabilme olanağını da eklediğinizde, “Avrupa yapımı” bir cihatçı terör kâbusu karşımıza çıkabiliyor. Ancak bu reçetenin en önemli maddesi, gençleri radikalizmle tanıştıran adresler. Bunların başında, radikal imamların bulunduğu yerel camiler geliyor.

YAZI DİZİSİ /2

HAPİSHANELER CİHATÇI ÜNİVERSİTESİ GİBİ

Terör örgütü DAEŞ’in internet ve sosyal medyayı kullanmadaki etkinliği, pek çok ülkeden gencin bilgisayarlarının başından kalkmadan radikalleşmelerine olanak sağlıyor. Sosyal medya ‘cihata çağrı’da ne kadar etkili olsa da Avrupa’nın en azılı teröristlerinin radikalleştiği adres hâlâ hapishaneler. Belçika’da ‘cihatçı fabrikası’na dönüşmüş hapishaneler sadece Batı’da yok. Irak’ın işgalinden sonra ülkenin güneyinde kurulan Bucca Kampı, DAEŞ’in doğduğu yer olarak biliniyor. Örgütün yönetim kademesinde bulunan Abu Ahmed, “bu hapishane olmasa DAEŞ diye bir şey olmayacağını” ifade ediyor.

Dün Batı’da uyum sorunu yaşayan genç Müslümanların terörizme giden yolculuğunu incelemeye başlamıştık. Ortaya çıkan ‘radikalleşme reçetesi’nin en önemli unsurlarından birini, Avrupa şehirlerinin yerel camilerinde, İslam’ın Selefi cihatçı yüzünü tanıtan radikal imamlar olarak tespit etmiştik. Şimdi zamanda biraz geriye gidelim. Yaşayan en ünlü Ortadoğu tarihçisi kabul edilen Bernard Lewis, Mekke ve Medine’ye sahip olmanın verdiği itibar ve muazzam petrol gelirlerinin, Suudi Arabistan’ın kendi İslam anlayışını Müslüman dünyaya yaymasını mümkün kıldığını anlatır. Krallığı 1964-1975 yılları arasında yöneten Kral Faysal, modern Suudi diplomasisinin mimarı olarak biliniyor. Faysal döneminde Suudi Arabistan, eski ABD başkanlarından Bill Clinton’a dış politika danışmanı Bruce Riedel’in deyimiyle “Krallığın İslam anlayışı olan Vehhabiliği dünyaya agresif bir biçimde ihraç etmeye başladı”. Bugün Belçika’dan Pakistan’a, Bangladeş’ten Kafkaslar’a, Nijerya’dan Somali’ye dünyanın dört bir yanına yayılmış sayısız medresede İslam dini Suudi Arabistan’da yaşandığı gibi öğretiliyor. Selefiliğin içinden evrilen ve katı bir İslam yorumu olan Vehhabiliğin bu denli yoğun öğretilmesi, cihatçı nesillerin ortaya çıkmasında en önemli etkenlerden biri kabul ediliyor. Vehhabiliğin terörizmi övdüğünü söylemek söz konusu olamaz. Keza Selefi cihatçı terörün en çok zarar verdiği ülkelerden biri, yıllarca El Kaide ile savaştıktan sonra şimdi de DAEŞ tehlikesiyle karşı karşıya olan Suudi Arabistan.

BELÇİKA BÜYÜK CAMİİ

Ancak bu medreselerin bazılarında radikal imamların şiddeti öven, Batı karşıtı ve anti-semitist öğretilerinin kendilerine yer bulduğu bir gerçek. Katı bir dini yorumla yetiştirilenlerin de radikal söylemleri benimsemeye daha açık olmaları sürpriz değil. 1967 yılında Kral Faysal tarafından kurulan, Avrupa’nın en büyük camisi ve İslam eğitim merkezi olan Brüksel’deki Büyük Camii de Vehhabi etkisine en önemli örneklerden. Belçika İslam ve Kültür Merkezi yöneticileri, lanetleseler ve radikalizmle aralarına mesafe koysalar da merkez birçok Belçikalı tarafından ülkedeki Müslüman popülasyon arasında radikalizmin bu denli yayılmasının ana sebebi olarak görülüyor. 2012 yılında cami direktörü Khalid Alabri’nin ‘tekfirci, anti-semitist ve Batı karşıtı söylemlerinden’ rahatsızlık duyulduğu için Belçika hükümeti tarafından Suudi Arabistan’a şikâyette bulunulduğu, Alabri’nin görevinden derhal alındığı biliniyor.

‘SELF SERVİS TERÖR’

Radikal imamlar yalnızca Belçika’da yok. İngiliz asker Lee Rigby’yi 2012 yılında Londra’da öldüren Michael Adebolajo ve Michael Adebowale, Cihatçı John olarak bilinen Mohammed Emwazi aynı camiye gidiyorlardı. Caminin imamı 2006 tarihli bir kayıtta öğrencilere ‘Filistin’e giderek Siyonistlerle savaşmalarını’ öğütlüyordu, daha sonra bu kayıtları yalanladı. Paris saldırılarına katılanların ciddi bir kısmının da Fransa’daki yerel camilerde radikalleştikleri tahmin ediliyor. Günümüzde tekfirci imamların etkisinde kalmadan da radikalleşmek mümkün. Özellikle DAEŞ terör örgütünün internet ve sosyal medyayı kullanmadaki etkinliği, dünyanın her yerinden birçok gencin bilgisayarlarının başından kalkmadan radikalleşmelerine olanak sağlıyor. The Economist Dergisi buna ‘self servis terör’ diyor. Facebook ve Twitter üzerinden ‘devşirilen’, sırt çantalarını alıp ucuz uçak biletleriyle ‘cihat’a giden çocuk yaşta sayılabilecek savaşçılar realitesiyle karşı karşıyayız. Sosyal medya ‘cihata çağrı’da ne kadar efektif olsa da Avrupa’nın en azılı teröristlerinin radikalleştiği adres hâlâ hapishaneler. İngiliz The Economist Dergisi’nde yayımlanan bir makale, bir bireyin teröre giden yolculuğunu şöyle tanımlıyordu: “Küçük ve öfkeli hayatları, güçlü hayatlara çevirme yolculuğu.” Bu yolculuğa en büyük katkıda bulunan adreslerin başında hapishaneler geliyor. Avrupa’da son yıllarda Müslüman hükümlülerin sayılarının rekor düzeye çıkması, terör örgütleri için bulunmaz bir insan potansiyeline işaret ediyor. Müslümanlar Fransa’nın toplam nüfusunun yaklaşık yüzde 7’sini oluştururken, hapishane nüfusunun yüzde 70’ini teşkil ediyor.

‘SUÇLULAR İÇİN EN İYİ OKUL HAPİSHANELER’

Hiciv gazetesi Charlie Hebdo’ya saldırı düzenleyenlerden biri olan Şerif Kouachi’nin, 2005 yılında Paris’te hapse girerken cihatçı gruplarla bağlantılı olduğu biliniyor. Ancak 1 yıl geçirdiği hapiste daha azılı radikallerle tanışmış. Geçirdiği süreye de bakılacak olursa rehabilite edilmek yerine cihatçı Selefilik üzerine yüksek lisans yapmış gibi görünüyor. Hapiste tanıştığı, silahlı soygundan içeri giren, burada radikalleşen ve Charlie Hebdo saldırılarından birkaç gün sonra bir kadın polis memurunu, ardından da bir süpermarkette rehin aldığı 4 kişiyi öldüren Amedy Coulibaly, ‘hapishanenin suçlular için en iyi okul olduğunu’ söylüyor. İkisi de aynı cezaevinde yatmışlar ve burada tanıştıkları El Kaide militanı, Abu Hamza lakaplı Djamel Beghal’in etkisinde kalmışlar. 2012 yılında Fransa’da 3 silahsız askeri, bir hahamı ve 3 küçük çocuğu öldüren Mohamed Merah ise daha önce başka bir suçtan Toulouse kentinde hapis yatarken ‘ilahi bir aydınlanma’ yaşadığını anlatıyor. 2013 yılında Brüksel’deki Musevi müzesinde 4 kişiyi katleden Mehdi Nemmouche’nin de radikalleşmesinin kökeninde hapiste geçirdiği yıllar var. Paris saldırılarının beyni Abdelhamid Abaaoud ile terörist grubun üyelerinden Salah Abdeslam ise hapishane arkadaşları. 2010 yılında silahlı soygun suçundan hapishaneye girmeleri, hayatlarını değiştiriyor. Abaaoud’un babası, oğlunun hapishane çıkışı radikalliğe dair belirtiler gösterdiğini anlatıyor. Abaaoud daha sonra Suriye’ye giderek DAEŞ’e katılıyor. Radikalleşenlerin tamamına yakını adi suçlardan hapse giriyor ve içeride radikalleşiyor. Yani hapse girmeden önce birçoğunun terörle herhangi bir bağları yok. Bu da Fransız hapishanelerinin ‘cihatçı fabrikası’ lakabını neden aldığını açıklıyor. The Economist Dergisi’ne konuşan Fransız bir sosyolog, Avrupa’da birçok Müslüman’ın çok kısıtlı din bilgisiyle hapse geldiğini söylüyor: “Ama İslam’ı ne kadar az bilirseniz, radikalliğe kaymanız o kadar kolay olur.”

‘SUÇLULAR İÇİN EN İYİ OKUL HAPİSHANELER’

Hiciv gazetesi Charlie Hebdo’ya saldırı düzenleyenlerden biri olan Şerif Kouachi’nin, 2005 yılında Paris’te hapse girerken cihatçı gruplarla bağlantılı olduğu biliniyor. Ancak 1 yıl geçirdiği hapiste daha azılı radikallerle tanışmış. Geçirdiği süreye de bakılacak olursa rehabilite edilmek yerine cihatçı Selefilik üzerine yüksek lisans yapmış gibi görünüyor. Hapiste tanıştığı, silahlı soygundan içeri giren, burada radikalleşen ve Charlie Hebdo saldırılarından birkaç gün sonra bir kadın polis memurunu, ardından da bir süpermarkette rehin aldığı 4 kişiyi öldüren Amedy Coulibaly, ‘hapishanenin suçlular için en iyi okul olduğunu’ söylüyor. İkisi de aynı cezaevinde yatmışlar ve burada tanıştıkları El Kaide militanı, Abu Hamza lakaplı Djamel Beghal’in etkisinde kalmışlar. 2012 yılında Fransa’da 3 silahsız askeri, bir hahamı ve 3 küçük çocuğu öldüren Mohamed Merah ise daha önce başka bir suçtan Toulouse kentinde hapis yatarken ‘ilahi bir aydınlanma’ yaşadığını anlatıyor. 2013 yılında Brüksel’deki Musevi müzesinde 4 kişiyi katleden Mehdi Nemmouche’nin de radikalleşmesinin kökeninde hapiste geçirdiği yıllar var. Paris saldırılarının beyni Abdelhamid Abaaoud ile terörist grubun üyelerinden Salah Abdeslam ise hapishane arkadaşları. 2010 yılında silahlı soygun suçundan hapishaneye girmeleri, hayatlarını değiştiriyor. Abaaoud’un babası, oğlunun hapishane çıkışı radikalliğe dair belirtiler gösterdiğini anlatıyor. Abaaoud daha sonra Suriye’ye giderek DAEŞ’e katılıyor. Radikalleşenlerin tamamına yakını adi suçlardan hapse giriyor ve içeride radikalleşiyor. Yani hapse girmeden önce birçoğunun terörle herhangi bir bağları yok. Bu da Fransız hapishanelerinin ‘cihatçı fabrikası’ lakabını neden aldığını açıklıyor. The Economist Dergisi’ne konuşan Fransız bir sosyolog, Avrupa’da birçok Müslüman’ın çok kısıtlı din bilgisiyle hapse geldiğini söylüyor: “Ama İslam’ı ne kadar az bilirseniz, radikalliğe kaymanız o kadar kolay olur.”

‘BU HAPİSHANE OLMASA DAEŞ OLMAZDI’

‘Cihatçı fabrikası’na dönüşmüş hapishaneler sadece Batı ülkelerinde yer almıyor. Irak’ın işgalinden sonra ülkenin güneyinde kurulan Bucca Kampı, ‘cihatçı üniversitesi’ olarak anılıyordu. Hapishane, DAEŞ terör örgütünün doğduğu yer olarak biliniyor. Örgütün yönetim kademesinde bulunan Abu Ahmed lakaplı savaşçı, Guardian Gazetesi’ne ‘bu hapishane olmasa DAEŞ diye bir şey olmayacağını’ anlatıyor: “Çoğumuz içeride tanıştık. Ne Bağdat’ta ne de başka bir yerde hepimizin bu şekilde bir araya gelebilmesi imkânsızdı. Burada hem güvende hem de El Kaide’nin lider kadrolarından sadece birkaç yüz metre uzaktaydık.” Daha sonra DAEŞ lideri olacak Ebubekir el-Bağdadi ile de burada tanışıyorlar: “Gözlerinin önünde olanı fark edemediler. Irak’ta Amerikan hapishanesi olmasaydı, DAEŞ de olmazdı. Bucca bir fabrikaydı. İdeolojimizi orada geliştirdik. Bizi biz yapan orasıdır.” Abu Ahmed, Bucca’nın ‘cihatçı eliti’ için tam bir planlama ve strateji merkezi görevi gördüğünü anlatıyor: “Kusursuz bir ortam bulmuştuk. Oturup düşünecek, konuşacak, plan yapacak o kadar çok vaktimiz vardı ki. Bütün emirler daimi temas halindeydi. Beraber hapis yattığımız için birbirimizle çok yakın olmuştuk. Kim ne yapabilir, ne konuda yeteneklidir, bunların hepsini görebiliyorduk. Hapisten çıktığımızda bir araya gelmek konusunda anlaştık. Birbirimizle ilgili detayları çamaşırlarımıza yazıyorduk. Telefon numaralarımız, hangi köyde yaşadığımız. Dışarı çıkınca buluşmamız çok kolay oldu. 2009’a geldiğimizde hepimiz yakalanmadan önceki işlerimize dönmüştük. Ve bu sefer çok daha iyiydik.” Irak hükümetine DAEŞ ile mücadele konusunda danışmanlık yapan Hişam el-Haşimi, geçen yıl açıklanan rakamlara göre örgütün 25 önemli liderinden 17’sinin 2004 ile 2011 arasında ABD’deki hapishanelerde yattığını belirliyor. Hapishanelerin radikalleşmeye katkısı sadece yatanlarla da sınırlı değil. Özellikle Ebu Gareib Hapishanesi’ndeki işkence ve insanlıkla bağdaşmayacak uygulamaların ortaya çıkması ve Guantanamo Hapishanesi’nin olumsuz imajı, birçok Iraklıda Amerikan ve Batı karşıtlığının tavan yapmasına yol açtı.

BUCCA KAMPI

‘BİZE KÖPEK GİBİ DAVRANIYORLAR’

AMEDY Coulibaly, Avrupa’nın en büyük hapishanesi olan Paris yakınlarındaki Fleury Megoris’te hayatı gizlice kameraya kaydedip 2009 yılında bir belgeselde yayınlamıştı. “Burada bize köpek gibi davranıyorlar” diyordu. “Hak ettiğimizi düşündüklerini biliyorum ama siz de bilin ki çoğumuz buraya geldiğimiz gibi bir gün de çıkacağız. Ve bazı insanların çıktıklarında neden doğru yolu seçmediğini anlamanız artık zor değil.” Mağduriyet hissi, kendilerini dışlayan sistem ve topluma karşı tepki, “Bize karşı onlar” mantalitesi. Uzmanlara göre, hapse girdiyseniz bu duygularla hareket ediyor olmanız ve bu sebeple radikalleşmeye yatkın olmanız fazlasıyla olası. Tony Blair Vakfı’ndan Mubaraz Ahmed, hapishanelerin radikalizmin yayılması için sosyal medyadan çok daha ‘verimli’ alanlar olduğu görüşünde: “Dış hayattan izole olma, kendinizi kurban gibi hissetme, aidiyet ihtiyacı, savunmasızlık hissettiğiniz bir yerde radikal bireylere maruz kaldığınız zaman radikalleşmeniz gayet mümkündür.” İngiltere’de ise tablo Fransa’dan daha farklı. Müslümanlar toplam nüfusun yaklaşık yüzde 5’ine, hapishane nüfusunun ise yüzde 14’üne tekabül ediyor. Ülkenin eski Hapishaneler Başmüfettişi Dame Anne Owers’a göre, içeride din değiştirerek İslam’a dönenler radikalleşmeye daha yatkın. Din değiştirerek İslam’a geçenler İngiltere’deki Müslüman popülasyonunun yalnızca yüzde 2 ila 3’üne tekabül ederken, 2001 ile 2010 arasında cihatçı terörizm nedeniyle yargılanıp cezaevine konulan Müslümanların yüzde 30’u bunlardan oluşuyor. İslam’a dair önceden bilgi sahibi olmamaları ve dini direkt olarak en radikal yorumlarıyla tanımaları radikalleşmelerini kolaylaştırıyor. Hapishanelerde Müslüman mahkûmların dini konularda danışabilecekleri imamların sayısının yok denecek kadar az olması, ruhani rehberlik aradıklarında dinin sağlıklı yorumlarına erişebilmelerinin, İslam dinini gerçek anlamda tanımalarının önünde ciddi bir engel. Bu da Fransız ve İngiliz hapishanelerini cihatçı çeteler için bir ‘yetenek havuzu’na dönüştürüyor. Yeni Başmüfettiş Nick Hardwick, söz konusu ‘dini kanaat önderi’ boşluğunu, ‘kendi kendini otorite ilan eden radikaller’in doldurduğunu belirtiyor. Suriye ve Irak’ta savaşarak dönenlerin artması da Avrupa hapishanelerindeki radikalleşmeyi daha ciddi boyutlara taşıyabilir.

YAZI DİZİSİ / 3

'BAŞTAN ÇIKARICI BÜYÜK ŞEYTAN'LA SAVAŞ 

Selefi cihatçı terörün, pek çoğumuzun belleğindeki ilk resmi, New York’un ortasında yanan iki kule olabilir. 11 Eylül 2001’de El Kaide terör örgütüne bağlı militanların, kaçırdıkları uçaklarla New York şehrindeki ikiz Dünya Ticaret Merkezi kulelerine ve ABD Savunma Bakanlığı’nın Virginia Eyaleti’nde yer alan ana merkezi Pentagon’a düzenledikleri saldırılarda, 3 bine yakın kişi hayatını kaybetmişti. Örgütün daha önce de Amerika dahil dünya çapında pek çok saldırısı olmuştu, ancak “Batı’nın kalbi”nde ilk defa bu kadar yüksek sayıda sivil ölümüyle sonuçlanan bir saldırı gerçekleştirmişlerdi. O günden beri cihatçı terör, dünyanın bir numaralı gündem maddesi olmaktan düşmüyor. Ancak modern anlamıyla Selefi cihatçılığın kökleri daha geride. Mısır’ın 3. Cumhurbaşkanı Enver Sedat’a 1981 yılında suikast düzenleyen El Cihat örgütünü ya da Filistin Kurtuluş Örgütü’nü cihatçı akımının başlangıcı olarak sayan tarihçiler ve uzmanlar olsa da genel kabul, günümüzde görülen akımın tohumlarının Afganistan’da atıldığı. 80’li yıllar boyunca Afganistan’daki Sovyet işgaline ve Sovyet yanlısı komünist yönetime karşı savaşmak için dünyanın birçok yerinden Afganistan’a giden, Amerika ve Körfez ülkeleri tarafından eğitilip finanse edilen 25 bin civarında savaşçı, modern cihadın ataları, bugünkü “savaşçılar”ın ilk jenerasyonu sayılabilir.

FİLMİN SON SAHNESİ: HER ŞEYİ MAHVETTİK

Ancak 10 yıl süren uzun ve yıkıcı bir savaşın ardından, Afganistan küllerinden doğmayı başaramadı. Başrolünde Tom Hanks’in oynadığı, Afgan mücahitlerine finansman sağlayan ABD’li senatör Charlie Wilson’ın hikâyesinin anlatıldığı 2007 yapımı “Charlie Wilson’ın Savaşı” adlı filmin son sahneleri, bugün karşılaşacağımız manzaranın habercisidir. Mücahitlerin eğitimi ve silahlanması için kaynak bulmayı başaran Wilson, savaş sonrası Afganistan’ın yeniden inşası için fon bulamaz. Politikacılar, Afganistan’ın kalkınmasıyla, ülkenin çocukları için okul, hastane yapımı gibi projelerle ilgilenmemektedir. Onlar için önemli olan, komünist Sovyetler’le savaşılmış ve kazanılmış olmasıdır. Wilson’ın final sahnesindeki sözleri çarpıcıdır: “Tüm bunlar oldu. Müthiş şeylerdi ve dünyayı değiştirdiler. Ama sonunda her şeyi mahvettik.”

Savaş yorgunu olan ve otorite boşluğundan kaynaklanan aşiret çatışmalarının pençesindeki Afganistan, Molla Ömer’in liderliğindeki Taliban örgütünün yönetimine girdi. 2001 yılındaki ABD işgaline kadar, başta El Kaide olmak üzere, ülke birçok radikal örgüte ev sahipliği yaptı. Cihatçıların askeri eğitimi, ideolojik şekillenmesi, sayılarını artırmaları ve daha organize gruplar haline gelmelerinde Afganistan önemli rol oynadı. Aynı bugün Suriye’de olduğu gibi... Sovyetler’e karşı savaşmış mücahitler, 1990’larda da sahadaydılar. Bosna’da, Kosova’da, Çeçenistan’da savaştılar. Mobilize olarak, askeri eğitim ve becerilerini dünyanın her yerine taşıyabilecek bir profesyonel cihatçılar sınıfı oluşmuştu.

"ÜMMETİ KORUMAK" MI, BATI NEFRETİ Mİ?

Ancak o yılların motivasyonu Afganistan’da Sovyetler’e, Bosna ve Kosova’da Sırplara, Çeçenistan’da Ruslara karşı savaşarak “ümmeti korumak” olsa da, cihatçıların ana motivasyonu yerini zamanla Batı düşmanlığına bıraktı. El Kaide’nin 2011’de Pakistan’da Amerikan özel birlikleri tarafından öldürülen lideri Usame bin Ladin’in geçirdiği kişisel değişim de buna işaret ediyor. Araştırmacı Lawrence Wright, El Kaide’yi anlattığı “The Looming Tower” adlı kitabında, Bin Ladin’in, akıl hocası Abdullah Azzam ile Afgan cihadının bitiminden sonra görüş ayrılığına düştüğünü anlatıyor. Önceleri, “sivillere yönelik terörizmi İslam’a aykırı gören” Azzam’ın etkisinde olan Bin Ladin, sağ kolu ve bugün El Kaide’nin başındaki isim Ayman El-Zevahiri sayesinde, 1966’da Mısır’da idam edilen Seyyid Kutub’un öğretilerinin etkisinde kalmaya başladı. Kutub, Müslümanların en büyük düşmanını “Avrupa ve Amerika’daki beyaz adam” olarak görüyor, modernleşmenin ve Batı’nın değerlerinin İslam dünyasının önündeki en büyük tehlike olduğunu düşünüyordu. 20 yıl boyunca El Kaide terör örgütünün stratejisi, başta ABD’ye ait olmak üzere, askeri, ticari, sivil gözetmeksizin Batı’nın dünyanın her yerindeki hedeflerine saldırmak oldu. Afgan cihadı sonrası Bin Ladin’le birlikte cihadın yeni jenerasyonları intihar bombacıları, yeni yöntemi de terör olmuştu.

MÜSLÜMANLARIN GÖZÜNDEKİ MÜFLİS: MODERNLEŞME

Yaşayan en ünlü Ortadoğu tarihçisi kabul edilen Bernard Lewis, “köktendinciler”in, İslam dünyasının sorunlarının yeterince modernleşememekten değil, aşırı modernleşmekten kaynaklandığını düşündüklerini söylüyor: “Mücadeleleri, Batılı düşmana olduğu kadar, kendi ülkelerini Batılılaştıran düşmana karşı... ‘Kâfirce’ uygulamaları Batı’dan ithal edip Müslümanlara empoze edenlere karşı... Müslümanların görevini bu ‘kâfir liderler’i devirmek olarak görüyorlar. Bunu Batılı destekçilerini yenerek ve bölgeden kovarak, getirdikleri yasaları, kurumları, sosyal gelenekleri yok ederek, özünde yaşam tarzlarını yok ederek, tamamen İslami bir yaşam tarzına ülkelerini döndürerek yapmak istiyorlar.” Dolayısıyla Batı’ya olan nefret, Ortadoğu’daki varlığı kadar, temsil ettiği değerlerden de kaynaklanıyor. “Arap dünyasının demokrasiyle imtihanının hiç de parlak sonuçlar vermediğini” söyleyen Lewis, bunca “diktatörel” deneyimden sonra birçok Müslüman’ın modernleşmeyi “iflas etmiş bir model” olarak görmesinin sürpriz olmadığını belirtiyor: “Kutsal bir geçmişe dönüş adına modernleşmenin reddi de birçok radikal hareketin ortaya çıkmasını sağladı.”

"ASIL AMAÇ PSİKOLOJİK ZAFER"

Bernard Lewis, İran İslami devrimi lideri Ayetullah Humeyni’nin Amerika’yı “büyük şeytan” olarak nitelemesinin önemine dikkat çekiyor: “Kuran’a baktığınızda, şeytanın, ‘insanın kalbine fısıldayan sinsi baştan çıkarıcı’ olarak tarif edildiğini görürsünüz. Ne bir işgalci ne de bir sömürgecidir, aslen bir baştan çıkarıcıdır. Ve El Kaide gibi örgütler için de Müslümanlara empoze etmek istedikleri İslam anlayışına en büyük tehdit, Amerika’nın baştan çıkarıcılığıdır.” Bunu, Fransa Cumhurbaşkanı Hollande’ın, son Paris saldırıları sonrasındaki sözlerinde de görmek mümkün: “Bu saldırılar Fransa’ya karşı yapıldı, ülkemizde ve dünyanın her yerinde savunduğumuz değerlere karşı, kimliğimize karşı yapıldı. Yani özgür bir ülkeye, tüm dünya için anlam ifade eden bir özgürlüğe karşı.” Lewis, 2000’li yıllarda medyanın gücünün de teröre hedef değiştirttiğini düşünüyor: “Artık sadece çeşitli düşmanlar değil, dünya kamuoyunun düşünceleri, kanaatleri hedef alınıyor. Asıl amaç düşmanı yenmek ya da askeri açıdan zayıflatmaktan öte kamuoyu yaratmak, psikolojik bir zafer.” Paris saldırısı sonrası, bu sözlerin yeni bir anlam kazandığı söylenebilir. Parislilerin gündelik yaşamını hedef alan teröristler; yayınladıkları mesajlarda, sadece bu şehrin sakinlerinin değil tüm Avrupa’nın artık “süpermarkete giderken bile korkacaklarını” vurguluyorlardı.

"YAŞAM TARZI" TERÖRİZMİ

Bugün cihatçı terörün ana motivasyonunun Batı düşmanlığı olduğunu, radikalizmin dindarlıktan çok Batı karşıtlığı üzerinden kurgulandığını tespit etmek mümkün. İslam konusundaki bilgileri kısıtlı olan, dindar bir yaşam tarzı sahibi olmayan birçok “Batılı” kişinin de bu örgütlere katıldığı düşünüldüğünde, bunları motive eden güçlü faktörün Selefi cihatçı bir İslami dürtü değil, içinde yaşadıkları ancak bir parçası olamadıkları Batılı yaşam tarzından “intikam” alma isteği olduğu öne çıkıyor. Radikalleşen Avrupalı Müslümanların neredeyse tamamı, topluma entegre olamamış, kendilerini dışladığını düşündükleri yaşam tarzına karşı “bilenen” gençler... Paris’teki saldırıların bistrolara, restoranlara, konser salonuna yönelik olması da Batılı yaşam tarzının hedef alındığını gösteriyor. Cihatçı Selefi bir İslam anlayışı kadar; bundan daha çok da Batı’yı, politikalarını, değerlerini reddetmek; tüm bu örgüt ve akımları bağlayan unsur olarak karşımıza çıkıyor. 1800’lerin sonunda Hindistan’ı işgal eden İngilizlerin eğitim anlayışlarını empoze etmelerine isyan olarak ortaya çıkan ve Taliban lideri Molla Ömer’den Mumbai’de Oberoi Oteli’ne saldıran Lashkar e-Taiba militanlarına kadar birçok teröristin yetiştiği Deobandi medreselerini; Müslümanların en büyük düşmanını “Batılı beyaz adamın değerleri” olarak gören Seyid Kutub’u; Nijerya’da okul yakan ve öğrenci kaçıran, anlamı “Batılı eğitim haramdır” anlamına gelen Boko Haram’ı ve Paris’teki saldırılardan sonra “fuhuşun ve müstehcenliğin başkentinin vurulduğunu” açıklayan DAEŞ’i birleştiren ortak payda, batı düşmanlığı. Terör örgütlerinin, özellikle de DAEŞ’in saldırılarından sonra, “Batı’nın elini Ortadoğu’dan çekmesi gerektiği, yoksa bu saldırıların devam edeceği” tarzında tehditler savrulsa da mesele sadece Batı’yı hizaya getirmek değil, nefret duyulan “Batılı yaşam tarzı”na da saldırmak.

YAZI DİZİSİ / 4

AVRUPA’NIN BEYRUT’U: PARİS

Eski İngiliz istihbaratçı Richard Barrett, 1980’lerde cihatçıların büyük çoğunluğunun Afganistan’a kendi ülkeleri tarafından gönderildiğini belirterek, “Devlet sponsorluğunda bir cihat ile karşı karşıyaydık. Bugün ise dünyanın her yerinden gençler çantalarını toplayıp tek başlarına cihada gidiyor” diyor. Lübnan’ın başkenti Beyrut’un iç savaştan önceki hali için “Ortadoğu’nun Paris’i” benzetmesi yapılırken, artık Paris için “Avrupa’nın Beyrut’u” deniliyor. Fransa, DAEŞ’e en çok Müslüman vatandaşını kaptıran Avrupa ülkesi

Irak’ın 2003’te ABD tarafından işgalinden sonra ülkede yaşanan kaos ve mezhepsel gerilimler, Afganistan’ın 2001’de işgalinden ve Taliban yönetiminin çöküşünden sonra bitme noktasına gelmiş olan terör örgütleri için yeni bir saha oluşturdu. 2006’da idam edilen Irak’ın eski lideri Saddam Hüseyin döneminden kalma ordunun lağvedilmesi de daha önce iktidarda olan Baasçı asker elitini hem işsiz hem de yeni hükümete karşı düşman hale getirdi. Cihatçı teröristlerin ve eski Baasçıların işbirliği, terörde yeni bir dönem başlattı. Suriye’de iç savaş sebebiyle devlet mekanizmasının zayıflamasını da eklediğimizde, DAEŞ terör örgütünün nasıl bu kadar güçlendiği daha net ortaya çıkıyor. New York Times Gazetesi’ne konuşan İngiliz gizli servisi MI6’nın eski kontrterör dairesi başkanı Richard Barrett, 1980’lerde cihatçıların büyük çoğunluğunun Afganistan’a kendi ülkeleri tarafından gönderildiğini, ancak bugünkü tablonun çok farklı olduğunu belirtiyor: “Devlet sponsorluğunda bir cihat ile karşı karşıyaydık. Bugün ise dünyanın her yerinden gelen 20 bin gencin, sosyal medya üzerinden radikalize olup çantalarını toplayarak tek başlarına geldiklerini görüyoruz.”

Bugün Avrupa’da Müslüman göçmen ailelerin çocukları dinlerini iyi tanımıyor, yaşadıkları ülkede marjinalleştiklerini hissettikçe kimlik arayışları artıyor. Haliyle cihatçı ideoloji, bu gençlere daha çekici görünmeye başlıyor. Bu da terör gruplarına, her sosyoekonomik gruptan katılım sağlıyor. Önceki nesiller de benzer sorunlar yaşıyordu, ancak terörün artmasıyla yabancı düşmanlığı da arttı. Bu düşmanlık arttıkça gençler kendilerini daha da marjinalleşmiş, dışlanmış hissettiler. Bu döngünün kırılamaması, sosyal medyayı büyük bir başarıyla kullanan DAEŞ terör örgütünün çağrısının beklenmedik bir karşılık bulmasını sağladı.

EN BÜYÜK PANZEHİR ENTEGRASYON

Müslümanların Batı toplumlarına karışma çabaları, yanında uyum sorunu kavramını da getirdi. İngiltere’de 30 yıldır imamlık yapan Usama Hasan, Guardian Gazetesi’ne yazdığı yazıda şunları söylüyor: “Terör örgütlerinin liderleri ne kadar zeki ve fanatik derecede köktendincilerse, devrimci ideolojinin ve kutsal ütopyanın entelektüel çekiciliğine kendilerini ne kadar kaptırmışlarsa, alt kademedekiler tam tersidir. Alttakiler temelde şiddet merakı, öfke, nefret ve intikam duygularıyla hareket ederler. Uyum sağlayamadıkları, dışında kaldıkları, ırkçılığa uğradıklarını düşündükleri topluma karşı öfke ve nefret.” Daha önce söyleşi yaptığım eski İngiltere Dışişleri Bakanı Jack Straw da teröre kayanların büyük çoğunluğunun ortak noktasını “toplumsal yaşama uyum sağlayamamak” olarak tespit ediyordu. Ünlü Fransız siyaset bilimci Gilles Kepel, radikallerin, Batı toplumları ve değerleri kadar, bu toplumlara entegre olmayı başarmış Müslümanları da hedef aldıklarını belirtiyor. Çünkü entegrasyon, bu örgütlerin “Batı toplumlarındaki fay hatlarını sömürmelerinin” önündeki en büyük engel. DAEŞ’in en büyük amacının Batı’da yaşayan Müslümanları ayaklandırarak bir medeniyetler çatışmasına yol açmak olduğu biliniyor. Engelse, yaşadığı toplumun parçası olmayı başarabilmiş Müslümanlar. “Ben bu toplumun bir parçasıyım” diyen bir Müslüman, DAEŞ’in tüm retoriğini boşa çıkaracak bir başarı hikâyesi. Yani, “Siz Batı’nın bir parçası olamazsınız, asla kabul görmeyeceksiniz, hep küçümseneceksiniz, ötekileştirileceksiniz” tarzındaki mesajların gerçek olmadığının yaşayan örnekleri... Dolayısıyla, asimilasyon değil ama entegrasyon, terör oyununun bozulması için en kilit parça.

Radikalizm ile mücadelede Batılı devlet ve toplumlara büyük roller düşüyor. Toplumun avantajsız kesimlerinde yer alanların eğitimi için daha fazla çaba harcanması, mesleki beceriler edinmeleri ve sosyal yaşama katılabilmeleri için daha yapıcı programlar oluşturulması önemli. Müslümanların sağlıklı dini yorumlara ulaşmalarının sağlanması; teolojik bilgisi yeterli, Batılı Müslümanların günlük hayatta karşılaştıkları zorlukları anlayabilecek, onlarla iletişim kurabilecek, rehberlik görevi yapabilecek din adamlarının sayısının artması gerekiyor. Müslümanların ötekileştirilmemeleri ve korku unsuru olarak görülmemeleri için de İslam dininin Batı toplumlarına sağlıklı bir biçimde tanıtılması gerekiyor.

BATI’DAKİ SOSYAL FAY HATLARINI KULLANIYORLAR

Batı’da yaşayan Müslümanların ötekileşmelerini sağlayan sebepler ortadan kaldırılabilirse, radikalizmle mücadelenin sadece bir polisiye ve askeri uğraşa dönüşmesi imkânsız değil. Çünkü cihatçı terör örgütleri, askeri olarak galip gelemeyeceklerini bildikleri için sosyal fay hatlarını mayın tarlaları gibi kullanıyor. Bu mayınların temizlenmesi de çözümün en önemli parçası. Selefi anlayışın mimarı İbn Teymiyye, 7 yüzyıl önce yaşamıştı. Fikirleri, 7 yüzyıl sonra da kendisine mutlaka dinleyici bulacak, mesajlarını radikalizmi meşrulaştırmak için kullananlar olacaktır. Tarihin ilk teröristi kabul edilen Hasan Sabbah, Selçuklu döneminde yaşamıştı. Onun yöntemlerine, günümüzden yüzyıllar sonra hâlâ başvuranlar mutlaka olacaktır. Önemli olan, radikallerin, bu fikirlere ve eylemlere, yaşadığımız dünyadan, yaşadığımız zamandan gerekçe bulamayacak hale gelmeleridir. Bu, global bir çaba gerektiriyor. El Kaide terör örgütünün kurucusu Usame bin Ladin, ölüme yolladığı intihar bombacılarını anlatırken, “Siz nasıl yaşamı seviyorsanız, bu gençler de ölümü seviyor” demişti. Atılacak her adım, bir Müslüman gencin daha ölüm yerine hayata tutunmasını sağlayabilir.

FRANSA'DA DAEŞ'E 'MÜSLÜMAN GÖÇÜ'

Yazar Adam Shatz, ülkedeki iç savaştan önce Lübnan’ın başkenti Beyrut için “Ortadoğu’nun Paris’i” denilirken, artık Paris için “Avrupa’nın Beyrut’u” demenin mümkün olduğunu belirtiyor: “Rehin almaların, intihar saldırılarının konuşulduğu, etnik gerilimin yakıcı hale geldiği bir şehir.” Fransa, açık ara farkla, DAEŞ terör örgütüne en çok Müslüman vatandaşını kaptıran Avrupa ülkesi. Fransa’dan Suriye ve Irak’a giderek örgüte katılanların sayısının 2 bini aştığı tahmin ediliyor. En az bin 570 kişinin “terörle bağlantılı oldukları” şüphesiyle takip altında olduğu ülkede, en az 7 bin kişinin de “potansiyel radikal” olduğu tahmin ediliyor. Suriye veya Irak’ta çatışarak dönmüş en az 200 savaşçının da şu anda Fransa’da olabileceği belirtiliyor. DAEŞ’teki Fransız sayısı, örgütteki Türk sayısından çok daha fazla. Kings Üniversitesi’nin Uluslararası Radikalleşme Çalışmaları Merkezi tarafından yayınlanan rapora göre, DAEŞ’teki Fransızların sayısı, örgütteki İngiliz ve Almanların sayısının da 2 katından fazla.

HEM KAYNAK HEM HEDEF

Peki Fransa’yı hem bu denli hedef haline getiren hem de ülkenin Müslümanlarını bu denli yüksek oranda radikalleştiren nedir? Radikallerin ana motivasyonlarından biri olan “Batılı yaşam tarzına duyulan nefret” in, Batı’nın değerlerini milli kimlik ve benliğinde iyice eritmiş Fransa’ya yönelik saldırıların odağında olduğu söylenebilir. The Economist Dergisi’ne göre Fransa’yı hedef haline getiren en önemli faktörlerden biri, katı sekülerlikleri ve bu konuda “tavizsiz” olmaları. Buna, kamu kurumlarında her türlü dini sembolün yasak olması ve bazılarınca “çifte standart” olarak değerlendirilen ifade özgürlüğü yasaları da dahil. Fransız yasaları, dinler ve dini semboller konusunda istenildiği gibi konuşulmasını serbest bırakırken, herhangi bir topluluğa yönelik düşmanlık ve hedef gösterme içerikli sözleri suç sayıyor. Yani bir bireyin İslam dini ile ilgili “alay ve hakarete” varan ifadeler kullanması mümkünken, suç sayılan yalnızca Müslümanlara yönelik “hedef gösterme” içeren sözler. Yahudi soykırımını inkâr etmenin de suç sayıldığı ülkede, kendi kutsallarıyla alay edilmesinin serbest olduğunu görmek, Fransız Müslümanlarının devletin kendilerine karşı ayırımcı bir pozisyonda olduğunu düşünmelerine yol açan etkenlerin başında geliyor. Bu dışlanma ne kadar yoğun hissedilirse, nefret ve radikalizm sarmalına katılım da o kadar büyük oluyor.

7 Ocak 2015’te hiciv gazetesi Charlie Hebdo’ya düzenlenen saldırıdan sonra bazı Müslüman öğrencilerin terör kurbanları için yapılan 1 dakikalık saygı duruşuna katılmayı reddetmeleri, yaraların derin olduğunu ve yeni nesillere de aktarıldığını gösteriyor. Fransa, İslami fanatizm ile ilk sınavını 1994’te verdi. Eski sömürgesi Cezayir’deki iç savaşta taraf olarak görüldüğü için önce bir Air France uçağı kaçırıldı, ertesi yıl ise toplu taşıma araçları bombalandı. The Economist Dergisi’ne göre Fransa’dan Taliban ve El Kaide’ye de katılımlar oldu, ancak birkaç yüz kişiyle sınırlı kaldı. Daha sonraki yıllarda Irak veya Afganistan’a gidenler olsa da bunlar sınırlı sayılarda kaldığı gibi, 2005’te Londra ve Madrid metrolarına yapılan bombalı saldırılar benzeri büyük çaplı terör saldırıları Fransa’ya yönelmedi. Bunun sebebi muhtemelen Fransa’nın Irak savaşına karşı çıkmış olmasıydı. Ancak 2014’te Mali’de darbe yapmak isteyen selefi cihatçı bir grubu Fransız ordusunun durdurması ve ülkenin DAEŞ terör örgütüne karşı savaşan koalisyona katılması, Fransa’nın hedef haline gelmesinin politik nedenleri olarak görülebilir.

"ÖRNEK MAHKÛMLAR"IN KATLİAMLARI

Başarılı bir istihbarat faaliyeti, terörle mücadelenin en önemli unsuru. Ancak istihbarat örgütlerinin ve güvenlik güçlerinin radikalizmle mücadelesi oldukça zorlu bir uğraş. Şüphelenilen, şüpheli kişilerle görüşen herkesi izlemek fiziksel olarak imkânsız. En azılı görünen bireylerin izlenmesi de başlı başına yeterli bir strateji değil. Radikalleşmiş pek çok birey kendini saklamayı iyi beceriyor. Charlie Hebdo saldırısından birkaç gün sonra bir kadın polis memurunu, ardından da bir süpermarkette rehin aldığı 4 kişiyi öldüren Amedy Coulibaly’nin, hapiste radikalleştiği biliniyor. Ancak gardiyanların raporlarına göre “örnek bir mahkûm”muş. 2013’te Boston Maratonu’nu bombalayan kardeşlerden Tamerlan, günlük hayatında “tehlikeli” bir profil çizse de kardeşi Cevher’in de saldırıya katılmış olduğuna en yakın arkadaşları dahi inanamadı. Hafta sonları ailesinin evinde koyu bir Selefi hayatı yaşayan Cevher, hafta içi kaldığı yurtta sabahtan akşama kadar esrar içip PlayStation oynuyor, adeta çifte hayat yaşıyordu. En çarpıcı örnek ise DAEŞ terör örgütünün lideri Ebubekir el-Bağdadi... Irak’ta kaldığı Bucca Kampı Hapishanesi’nde Amerikalılar tarafından “en çok güvenilen” mahkûm olan, kampta çıkan sorunların çözümü için kendisine başvurulan Bağdadi, kazandığı güven sayesinde kamp dışına çıkıp başka mahkûmları ziyaret etme hakkını bile edinmiş. Bucca’da birkaç yıl geçiren Bağdadi, daha sonra “güvenlik tehdidi oluşturmadığı” gerekçesiyle serbest bırakılmış.

 

BAKMADAN GEÇME