KEREM AKÇA / keremakca@haberturk.com
21 HAZİRAN FİLMLERİ
Çekirdek aileyi ve ABD’nin emperyalist politikalarını kutsama amacıyla üretilmiş, ‘zombi filmi’ olduğunu anlamasanız ‘bir savaşın günceleri’ olarak adlandırabileceğiniz bir eser. “Dünya Savaşı Z”, bilimkurgu-korku arasında gidip gelen yapıtların bütün ‘siyasi’ risklerini barındırırken ‘gerçekçilik’i de “28 Gün Sonra…”nın ötesine taşıyamayan bir yapmalıkla sunuyor. Böylece ancak 60’larda sinemaya uygulansa kalıcı olabilecek, Romero’nun geleneğinin geç kalmış bazı fikirlerle sarılma arzusu, ‘romanın sahibi hangi devirde yaşıyor?’ sorusunu akla getiriyor. “Dünya Savaşı Z”, kelimenin tam anlamıyla blockbuster sezonunun ilk fiyaskosu. Forster’ın da etkisizliği projeye zarar verirken alt türün meraklılarına, son dönemden Fransız ‘zombi aksiyonu’ “The Horde”u ve şablonu bir yaşayan ölünün gözüne taşıyarak devrim yapan Meksika mamulü “Halley”i öneririm.
Zombi ya da yaşayan ölü kavramı sinemadaki yolculuğunda bambaşka motiflerle, temsillerle ve terimlerle ilerlemiştir. Misal şimdi geriye dönüp “White Zombie”yi (1932), “Yaşayan Ölülerin Gecesi”ni (“Night of the Living Dead”, 1968), “Braindead”i (1992) veya “28 Gün Sonra…”yı (“28 Days Later…”, 2002) izleseniz –ki örnekler çoğaltılabilir-, ‘bunların hangisi gerçek zombi filmi?’ diye kendi kendinize sorabilirsiniz. Max Brooks’un 2003 tarihli romanı ‘World War Z: An Oral History of Zombie War’ (‘Dünya Savaşı Z: Zombi Savaşının Sözlü Tarihi’) tüm bu ezbere, öldükten sonra dirilerek insanoğlunu katleden öteki tanımına kendi yorumunu getirmeyi planlıyor.
Pörsümüş Romero usulü zombi filminin tanımını kullanıyor
Öncelikle sesli sinemanın ilk döneminde B sınıf korku filmlerinin canavarlarından birine dönüşüp ‘voodoo büyüsü’ ile ayaklanan şablonun ya da 1980’lerden beri faaliyet gösteren zombi-komedisi tanımının yanına asla yanaşmıyor. Gore (kan pıhtısı) oranıyla, kitsch (bayağılık estetiği) öğelerle veya ironiyle ilgilenmiyor. ‘Şeytanın Ölüsü’ (‘The Evil Dead’) gibi melez yapılar kurmayı da asla arzu etmiyor.
Aksine gerçekçilikten beslenirken politik duyarlılığı da olan kalıplara tutunmak istiyor. Bu noktada da Romero’nun 1968’de başlayan ve alana kendi geleneğini getiren Ölü Üçlemesi’nin uygulamalarını canlandırıyor. Ama ilginçtir “Dünya Savaşı Z”in (“World War Z”, 2013) yapımcıları, 2003 tarihli bir romandan uyarlandığı için Marc Forster’dan ışığı yalıtıp mat renkleri öne çıkarmasını istiyor. DV ve HD’nin verdiği görsel etkiyi 35 mm ile dokuma arzusu da beraberinde bir ‘yapma gerçeklik’ getiriyor. Böylece bilinçli veya bilinçsiz bilinmez. Ama ‘cinema vérité’ geleneğine yaklaşan savaş filmleri ve korku filmlerinde aktif görsel yapı, ilk kez uygulanıyormuş gibi hissettiriliyor. Bunun Romero’nun bile kendi ‘yaşayan ölü’ nitelemesinin geri kaldığını bilip ondan sıkıldığını adeta itiraf ettiği bir dönemde gelmesi ise şaşırtıcı. Zira parantez içinde belirtmek gerekirse, üstadın “Ölülerin Günlüğü”ndeki (“Diary of The Dead”, 2007) ‘buluntu film’ beceriksizliği sonrası attığı geri adım da bana kalırsa bir alçakgönüllülük gösterisidir.
Senarist sanki “Krallık”ın bir türevini üretmek için seçilmiş
Bu parantezi kapatınca alt tür örneklerinde zombi kavramına yaklaşım bir tarafa anlatı metotların değişkenlik gösterdiğini de es geçmemeliyiz. Romero’nun zombi efektlerini öne çıkarmaya çalışırkenki bağımsız ruhu ile Boyle’un “28 Gün Sonra…”da (2002) DV ile çekip ‘dijital gerçekçilik’ eğilimini arkasına aldığı gelişme süreci ana basamakları belirliyor burada. Bunu yaparken Brooks’un romanının ‘hızlı hareket eden zombiler’, ‘kısa bir zaman diliminde insanları dönüştüren bir salgın’ ve ‘zombiden kurtulma aşısının gizemi’ gibi birkaç fikirle yer yer doyurduğu söylenebilir.
Hatta bu motifler buradaki halini geliştirirse ilerleyen dönemde sinemada etkisini hissettirebilir. Ancak gelin görün ki 2.35:1’de akan “Dünya Savaşı Z”, anlatı açısından “Yasak Bölge 9”den (“District 9”, 2009) etkilenip “Dünya İstilası: Los Angeles Savaşı” (“Battle: Los Angeles”, 2011) ile ideoloji değiştirerek zirve yapan bir ‘milliyetçi uzaylı istilası’ tanımına doğru ilerliyor. Uzaylı istilası filmlerindeki sallanan kamera kullanımının açtığı ‘gerçekçi’ yollara sapıp iyi-kötü ayrımını netleştiriyor. Matthew Michael Carnahan’ın siyasi metinleri de sanki “Krallık”ın (“The Kingdom”, 2007) ultra emperyalist yaklaşımını transfer ediyor.
Emperyalist yaklaşım cephe savaşına dönüşüyor
Zombi salgını ve kıyamet paranoyası Filistin’den Kuzey Kore’ye kadar bütün düşmanlara atfedilirken neredeyse dini ve siyasi propaganda yapılıyor. Roland Emmerich’in çok yakışacağı süreç belki de yönetmenin “Beyaz Saray Düştü” (“White House Down”, 2013) gibi bu açıdan daha belirgin bir yaz filminde nedeniyle bu desteği almamış gibi. Bu durumun en önemli dışavurumu aslında Pitt’li aile yapısının ‘çekirdek aile’yi kalkındırma adına yaptıklarında gizli.
Metinden mi senaryodan mı bilemeyiz ama Matthew Michael Carnahan-Drew Goddard-Damen Lindelof gibi korku, bilimkurgu ve politika yüklenen bol çeşnili senarist ekibi çok manidar. Çekirdek aileyi kutsayıp saçları uzun Brad Pitt’i ‘Steven Seagal’laştırması bir tarafa, emperyalist değerlere sevgiyi ayağa kaldırırken aradaki ayrımları netleştirmesi de affedilir gibi değil. Diyaloglar büyük oranda bu ‘tutku’ya hizmet ediyor.
“28 Gün Sonra..”dan önce çekilseydi belki
“Dünya Savaşı Z”, eski model zombi motiflerini kullanması ve 11 sene öncesinin bile geleneğini yenileyememesinin yanında baba figürünün didaktik mesajları ve sığ siyasi meselelerle ilerliyor. Mat renklerin yarattığı gerçekçi algı ise Bigelow’vari bir paralel kurgu geleneğiyle ancak İsrail bölümünde tempo yapıyor. Zombi filminin kapalı mekana sıkışma motifi filmin temeline yerleştirilirken, surlarla çevrili İsrail, uçak içi ve laboratuvar ana ‘gerilim’ mekanları oluyorlar.
Ama özellikle son laboratuvar kısmında ‘siyahi zombi’nin yaşattıkları romanın yazarının nefret edeceği kitsch yaşayan ölülerden farksız dururken, böylece motifin temelsizliği de ortaya çıkıyor. Belki “28 Gün Sonra…”, “[REC]: Ölüm Çığlığı” (“[REC”, 2007) gibi filmler üretilmese veya ‘Resident Evil’ serisinin formülü tutmuş olsa bu zombi aksiyonu da ayakları üzerine basabilirmiş. Ancak burada uyumsuz baba karakterinin diğer oyuncularla arayı açıp koyduğu mesafenin izinde lüzumsuz bir heyecan etrafımızı sarıyor.
Eski köye yeni adet getirirken şimdilerde olup bitenleri düşünmüyor
Büyük oranda da ABD’nin dünyaya açtığı savaş, ‘sıkıyönetim’in etrafında olabileceklerle ‘hızlandırılmış zombi tehdit’ini fragman aşamasında bırakıyor. Zira Boyle’un serileşen “28 Gün Sonra…”sındaki zombilerin buradakinden daha hızlı olup olmadığı tartışma konusuyken ancak Romero’nun devriminden önce çekilse tutabilecek bir malzeme var elimizde. Zira o zamanlar “Premature Burial” (1962) gibi gotik mimarili şatoların içine motifi yerleştiren bir yaklaşım vardı. Brooks’un eseri belli ki zamanının gerisinde kalmak bir tarafa zamanına başka bir metot getirme konusunda da hedef belirlemiyor kendisine. Kıyamet senaryosunun orta yerine münferit fikirler atıp kaçıyor. “28 Gün Sonra…”nın dokusu bir tarafa melankolisini dahi kullanmayıp ‘gün ışığı’nda ilerlemeyi seçiyor.
Zaten “Dünya Savaşı Z”nin Romero’nun siyaset-zombi bağı ile korkuda gerçeklik geleneğine tutunma arzusu bu yüzden tutmuyor. Sonundaki ‘z’nin de ‘dış mihraklar’ anlamına geldiği ve kahramanlık öyküsünün çok sığlaşıp 11 Eylül sonrası üreyen uzaylı istilası filmlerinden farkı kalmadığı açığa çıkıyor. Üstüne üstlük “Kuyruklu Yıldız” (“Halley”, 2013) ve “Sıcak Kalpler” (“Warm Bodies”, 2013) gibi işi zombilerin bakış açısına çevirip ‘keskin iyi-öteki ayrımı’nın öbür aşamasına geçmenin başlamasıyla böylesi bir filmin nasıl bir anlamı var? O konuda tartışmalar bile abes kaçar kanımca. Zira ötekilerin bakış açısına aktarılan alt türün omurgasının burada hala sapına kadar iyi bir Amerikan kahramanıyla ayakta durmaya çalışmasına inanmak mümkün değil.
FİLMİN NOTU: 3.2
Künye:
Dünya Savaşı Z (World War Z)
Yönetmen: Marc Forster
Oyuncular: Brad Pitt, Mireille Enos, Daniella Kertesz, James Badge Dale, David Morse
Süre: 116 dk.
Yapım yılı: 2013
ÖZÜNE SADIK BİR YENİDEN ÇEVRİM
Tek plandan oluşan ilk korku filmi olma hedefiyle yola çıkan 2010 yapımı Uruguay mamulü “Sessiz Ev”, bu iddiasını anlatı metodu açısından fazlasıyla değerlendirip Hitchcock’un “İp”inin yamacında bir yere oturmuştu. Ondan bir sene sonra üretilen yeniden çevrim “Sessiz Ev” de bu temele tutunup saygıda kusur etmemek için her şeyi yapıyor. Ama onun kadar yetkin bir yapıt gibi durmaktan ziyade ‘işçilik açısından temiz bir korku filmi’ izlenimi bırakmakla kalıyor.
“Blair Cadısı” (“The Blair Witch Project”, 1998) ekolünden ‘Jaws’ etkili buluntu film örneği “Açık Deniz”in (“Open Water”, 2003) yönetmeni Chris Kentis, sekiz senelik aranın ardından sinema perdesine geri dönüyor. Ama bu dönüşün oradakinden daha tatmin edici olduğunu söylemeliyiz. Zira “Blair Cadısı”nın fazla şaşırtmacalı ve yetkin durmayan estetiğinin ‘katil köpekbalığı filmi’ne açılması ‘mini DV’nin etkisiyle de bir şaşkınlık getirmişti.
Tek plandan oluşan gotik korku tanımı birebir canlanıyor
Burada ise yine sallanan el kamerasını kullanan yönetmen aslında steadicam ile yola çıkıyor tahminince. “Sessiz Ev” (“Silent House”, 2011), 2010 tarihli “Sessiz Ev”in (“La Casa Muda”, 2010) yeniden çevrimi olma özelliğini taşırken ileri bir adım atmaya çalışmıyor. Aynı konsepti biraz Amerikanlaştırarak, kültürel değişime uğratıp tabanına dokunmadan kullanıyor. Orada tek bir plandan oluşan 86 dakikalık film, burada da aynı durumu canlandırıyor.
Böylece Hitchcock’un başyapıtı “İp”te (“Rope”, 1948) gerilim sinemasına uyarladığı bu anlatı metodu Uruguay’dan sonra ABD’de de bir film tabanı buluyor. 1.85:1’de en az iki yerde ‘geçiş’lerin belli olmasını saymazsak buradaki ‘gotik korku filmi’ tanımının tuttuğunu söyleyebiliriz. Kenti-Lau ikilisi de Igor Martinez’in sinematografisinden besleniyor fazlasıyla…
Korkutma konusunda yetkin olduğu söylenemez
“Sessiz Ev” (2011), bunun katkısıyla ilk filmin ‘fuhuş meselesi’ne 1940’lar Uruguay’ından gerçek bir meseleyle odaklanma geleneği bir felsefi tabana otururken işi o kadar derinleştirmiyor. Ensestin tabanını 2000’lerin rüyalar ülkesinde bir su birikintisinin kenarına taşıyor. ‘Perili ev filmi’ atmosferi olanca sıradanlığıyla kullanıp ‘gotik korku’ geleneğine yaklaşırken “Diğerleri”nin (“The Others”, 2001) çığır açıcılığını asla taşımıyor. Aksine arka plandaki ‘hayalet imgeleri’nin bayağılığından arınmayı bir türlü beceremiyor.
Böylece 2010 model “Sessiz Ev”in bazı bölümlerde korkutamama sorunsalı burada da karşımıza çıkıyor. Temiz işçilik ise aslında Elizbeth Olsen’in göğüs dekoltesinden asla vazgeçmeyerek ‘baş planı’ veya ‘göğüs planı’ alan sallanan kamera kullanımını bir ‘gişe objesi’ne dönüştürüyor. Arka planın odak ayarındaki rolü dramatik dalgalanmaları yukarıya veya aşağı çekmeye yarıyor. Mum ışığıyla yürüyen sekanslar ise büyük oranda ‘görünmez geçiş’le kuvvetlendiriliyor.
Anlatı metodu açısından ilaç gibi geliyor
“Sessiz Ev”, orijinalinin yetkinliğinde olmasa da her açıdan çöpe meyleden günümüz korku atmosferinde ‘anlatı metodu’ açısından ilaç gibi geliyor. HD’nin kullanımıyla buluntu film geleneklerine tutunup ‘furya’ya ayak uydurmaması da bir artı puan gibi gözüküyor. Ama o konudaki yetkin eserlerin yanında ‘çok iyi’ duramıyor nihayetinde.
Chris Kentis ve Laura Lau’dan övgüyle söz etmekten ziyade Gustavo Hernández’i hatırlatmaya yarıyor. Güney Amerika’daki suçları karşımıza çıkarma burada ‘çitli müstakil ev’ yerine ‘deniz kenarındaki müstakil ev’ ile canlanırken ıssızlık ve tekinsizlik potansiyeli bir James Wan arzusu uyandırıyor.
FİLMİN NOTU: 5.4
Künye:
Sessiz Ev (Silent House)
Yönetmen: Chris Kentis, Laura Lau
Oyuncular: Elizabeth Olsen, Adam Trese, Eric Sheffer Stevens, Julia Taylor Ross
Süre: 86 dk.
Yapım yılı: 2011
KORKUTMA OKULUNA HOŞGELDİNİZ
Üniversite gençliğini odağına alan önbölüm “Sevimli Canavarlar Üniversitesi”, mizahi dinamizmi, renkli karakterleri ve detaycı çizimleriyle sınır tanımayan bir kahkaha tufanı sunuyor. Bunu yaratıcı bir gençlik portresiyle sarıp canavarların ya da korkutma okuluna bir öteki bakışını tatmamızı sağlarken bir anlamda ‘Alacarakanlık’ serisine bu konseptten ‘Harry Potter’ görünümlü bir rakip üretiyor. Ama sözü geçen eserin ülkemizde sadece Türkçe dublajlı gösterilmesi bütün bu olumlu lafları idrak etmenizi engelleyebilir uyaralım.
2001’de Pete Docter-David Silverman-Lee Unkrich üçlüsünün zekasıyla parlayan “Sevimli Canavarlar” (“Monsters, Inc.”) zamanla Pixar’ın markalaştırdığı eserlerden biri haline geldi. Karakterleri, oyuncakları ve daha fazlasıyla ticari bir ürüne dönüştü. 2012 Aralık’ın ABD’de, 2013 Mart’ında Türkiye’de üç boyutlu olarak yeniden vizyona girmesi de şaşırtıcı değil.
Rengarenk ve enerjik bir önbölüm
Böylece 255 milyon dolarlık ABD gişesine 35 milyon dolar daha ekleme şansı buldu. Dan Scanlon’ın ilk filmin bazı ortak senaristlerini de bulunduran ekibiyle burada yapmak istediği ise o hikayeye ‘Harry Potter’ı andıran bir önbölüm dokumak. ‘Canavarlar Üniversitesi’ ya da ‘Korkutma Okulu’, büyük orandan bir rekabetin göbeğinde ‘ezik’ler ile ‘kazanan’ları merceğine alıyor.
Kısa boylu, tek gözlü yeşil canavar ve behemot görünümlü dev canavar ya da Mike ve Sullivan ise burada sakarlıklarıyla ortalığı birbirine katmaktan ziyade zeki esprilere ortak oluyor. Öğretmen tiplemesinden bütün öğrencilerin çeşitliliğine kadar uzanan detaycılık, kapanış jeneriğinin sonrasında bile sürüyor. Böylece 1.85:1’de rengarenk ve enerjik bir animasyon dünyasını teneffüs etme şansı yakalıyoruz.
Kahkaha üzerine kahkaha attıran bir konsept
Orijinal filmin ‘çocukları korkutma esasları’nın bir şirket bazında bürokratik kurallarla sarılmasına gösterilen şaşkınlık, burada yetişme sürecine kadar gidiyor. Her sınıftan canavarın toplandığı ötekiler okulu da büyük oranda bu duruma destek oluyor. ‘Alacakaranlık’ ve ‘Harry Potter’ı andıran bir süreci tatmamızı sağlıyor. Temponun iyi ayarlanması ve “Sevimli Canavarlar”ın çok kalıcı olmasını engelleyen dostluk hikayesinin geri çekilmesi filme destek veriyor.
Bu da “Sevimli Canavarlar Üniversitesi”ni (“Monsters University”, 2013) kahkaha üzerine kahkaha attırarak izlenen bir şölene dönüştürüyor. ‘Üniversite filmi’ alanında bir de çizgi film böylece aramağan edilirken önbölüm adına önemli bir serüveni tadıyoruz. Zira animasyonda bu konuda çok fazla deneme yok.
FİLMİN NOTU: 6.5
Künye:
Canavarlar Üniversitesi (Monsters University)
Yönetmen: Dan Scanlon
Süre: 110 dk.
Yapım yılı: 2013
ANTONIONI USULÜ AZINLIK SORUNLARI
“Cinayeti Gördüm”ün hikaye akışını bir sesçinin gözüne ya da kulağına yerleştirip üzerine azınlık sorunlarını ilave ederken Gökçeada ile İstanbul arasında mekik dokuyan ruhsal bir yolculuk… “Rüzgarlar”, Antonioni hayranı Selim Evci’nin modern şehir insanıyla ilgili gözlemlerini sunarken işitsel detaycılıktan ve sinematografik dinginlikten güç alıyor. Bu yolda ilerlerken yönetmenlik kimliği için kararını verip amaçlarını belirlemiş, seyirciyi zorlamayı önemsemeyen genç bir sinemacının ayak izlerini hissediyoruz.
İlk filminden itibaren modern şehir insanının kaçınılmaz iletişimsizliğini ele alan Selim Evci, bu koldan Antonioni’nin siyah-beyaz filmlerle sardığı çıkış dönemine yaslanır. Üstadın ‘Yabancılaşma Üçlemesi’nin yamacında mata kaykılan doğal renkler üzerinden bir ruhsal süreci planlar. 2008’de bunu “İki Çizgi” ile Türk gençliğinin arasına sokarken ilginçtir oradaki ‘Selin’ adlı ana karakter ismini burada da kullanıyor. Belki de bu eserde dışlanan o tipleme ‘ilişkilerde beraberlik örneği’ adına yönetmenin ana dayanak noktası olacak.
“Cinayeti Gördüm”ün işitsel versiyonu bir kayboluş sürecini anlatıyor
“Rüzgarlar” (2012) işi 1.85:1’den 2.35:1’e taşırken –ki 90’ların minimalist kuşağının tamamında da aynı eğilimi gözlemlemiştik- boşlukları yalnızlık portresi, ölümü kayboluş süreci olarak tanımlayan Gökçeada’nın tarihinde saklanan ‘azınlık/Rum sorunları’na odaklanıyor. Günümüzdeki Kürt meselesine paralel ve alegorik bir bakış atıyor bir bakıma. Şehir insanının evindeki yalnızlığı, yapmacık bir ana karakter tanımıyla temsil bulurken, onun Madame Styliani ve torunu Eleni ile buluşması önem arz ediyor. Aradaki iki senelik boşluk da aslında Antonioni’ye uygun bir temassızlığı hissetmemizi sağlıyor.
Bir anlamda da ses kaydı ve fotoğraf galerisinin “Cinayeti Gördüm”ün (“Blowup”, 1966) görsel yaklaşımının işitsel tasvire ulaştığı nokta ‘kültürel’ dönüşümle çekici hale geliyor. Tür sinemasıyla uğraşmayı bir kenara bırakıp işin psikolojik boyutunu daha fazla öne çıkarıyor Evci. ‘Kaybolmak’ meselesini Madame Styliani üzerinden bize uygun hazin bir azınlık meselesi olarak konumlandırıyor.
İletişimsizlik toplumsal bellekle yorumlanıyor
Büyük oranda ada doğasının açılış ve kapanış sekansındaki bileşimi boşluğu, kayboluş sürecini ve sessizliği ortaya koyuyor. Şehirden bu natüralist dünyaya gelen yozlaşmış, kapitalizm görmüş insanın kendini arayışı ‘denek birey’ yoluyla ölümü, toplumsal belleği ve göçmenliği ana tema olarak kullanıyor. Evci’nin çerçevenin önünde ve arkasında olanları iyi planlaması da bir anlamda ‘odak’ kullanımı adına bir derinliği beraberinde getiriyor. Yalnızlığı ve alışma sürecini, iki aşamalı iletişimsizliği ortaya koyuyor.
Zira ruh hali planlaması sanki Antonioni’nin 68 gençliğinin üzerine gittiği “Zabriskie Noktası” (“Zabriskie Point”, 1970) benzeri bir politik platform buluyor kendisine. Kürt açılımı konuşuladursun burada ‘ses’ler odağından “Babamın Sesi”yle (2012) akrabalık kurup Rumların sorunlarını ele alan bir eserle yüzleşiyoruz. “Güz Sancısı” (2010) gibi yapay bir süreçle değil hem de. Ama ‘ruhsal dünya’nın rüyalarla sarılınca biraz Alain Robbe-Grillet’ye meyletmesi bu dingin yapıyı bozarken, Antonioni’nin oradaki cesur cinsel içeriği ve dibine kadar soyut yaklaşımı devreye girmiyor. Buna paralel olarak dans sekanslarındaki yakın planların veya yaklaşan kameranın da değerinin büyük olduğunu ekleyelim.
Modern şehir hayatı ile azınlık sorunları sanki aynı katmanda
Evci büyük oranda ana karakterin Eleni’yi bir reekarnasyon olarak görmesini istiyor. Motosiklet ile getirdiği kültürle de kendisini X kuşağının yamacına ya da canlılığa yaklaştırıyor. Arkadan esen rüzgarlar da ‘çölümsü’ portresinin odağında bir ruhsal ve öznel yolculuğu, cinsel açlığa kadar götürüyor. Fransa’da yaşayan tiplemenin bütün iletişimsizliği yıkmadan öte bir ‘kucaklanma’ arzusu yaratması da sallanan perdelerin ve ağaçların sakilliğini anlamlı kılıyor. Bilinçli olarak atlanan iki senelik arayı işlevsel hale getiriyor. Şehir hayatında doğanın kuralları kadar basit ilerleyen bir öngörüyü karşımıza çıkarıyor.
Gökçeada’daki evler ile İstanbul’daki dairelerin bir farkı olmadığını, mobilyaların doğal renkleri bozup bir mimarinin şekline girdiği açığa çıkıyor. Bu da taşra evi veya apartman dairesi fark etmeksizin toplumun değişik katmanlarından ‘mahpus hayatı’nı anlatıyor. İletişimin ise sadece kısa süreli bir alevlenmeyle karşımıza çıkabileceği özetleniyor. Belki 117 dakikalık sürenin tamamına bakınca hayal sahnesi adına bir dağınıklık, uzunluk hissiyatı adına bir doyuruculuk/senaryo sıkıntısı ya da oyuncu yönetimi tutarsızlıkları görüyoruz.
Ama ‘ses kaydı’ yapmanın yarattığı ‘her şeyin kayıt altına alınması’, ‘mahremiyetin bozulması’ ve ‘yaşamanın anlamının kalmaması’ gibi sonuçlar, bir anlamda özel hayata müdahaleyi canlandırıyor. Nihayetinde “Rüzgarlar”, kapitalizmin bize yapmadığını net hatlarla açığa çıkarıp iki yaşam tarzı arasında bağ kuran bir varoluş süreci dokuyor. Azınlıkların kaybolması üzerine gitmesiyle de aslında kayıpların meşrulaşmasına dair keskin bir duruşta bulunuyor.
FİLMİN NOTU: 5.3
Künye:
Rüzgarlar
Yönetmen: Selim Evci
Oyuncular: Yusuf Nejat Buluz, Meliha Didem Türemen, Rüçhan Çalışkur
Süre: 117 dk.
Yapım yılı: 2012
İSKANDİNAV POLİSİYESİ SÜREYE TAKILMIŞ
“Çikolata”, “Tanrını Eseri, Şeytanın Parçası”, “Casanova” gibi eserleriyle Hollywood’da tanınan Lasse Hallström 25 yıl aranın ardından ülkesi İsveç’e geri dönüyor. “Hipnozcu” her ne kadar iyi çekilmiş ve iyi kurgulanmış bir polisiye olsa da 15. dakikada gizemini kaybetmesiyle uzun süresinin hakkını veremiyor. Büyük oranda yönetmenin ‘melodramın demode kalıpları’ ve ‘garip temalar’la boğuştuğu son dönemindeki düşüş ivmesinin tezahürü olmakla kalıyor.
Müzik belgeseli “ABBA: The Movie” (1977) ve kurmaca film “My Life as a Dog” (“Mitt Liv Som Hund”, 1985) ile belirgin bir şöhrete ulaşan Lasse Hallström’ün Hollywood’a transferi de uzun sürmemişti. “Tanrının Eseri, Şeytanın Parçası”yla (“The Cider House Rules”, 1999) ikinci Oscar adaylığına ulaşan yönetmenin yolu açıldı. Genelde edebiyat uyarlamalarındaki ‘anlatıcı becerisi’ ile dikkat çekmeye çabaladı. Ancak bunun devamında onda görülen melodramın çaptan düşmüş kalıpları devreye girdi. Dışa dönük (external) oyuncu performansları ve ruhani hayvan aşkları bu düşüşü hızlandırdı.
Kare kare bakınca iyi çekilmiş ama senaryosal anlamda sorunları olan bir film
“Hipnozcu” (“Hypnotisören”, 2012) bir anlamda ülkesine dönen yönetmenin ‘kültürel kalıplar’a adapte olma sancılarını sunuyor. 2.35:1 oranında aslında görüntü yönetimi ve kurgu açısından belli oranda tutarlı bir işe dönüşüyor. Özellikle açılıştaki ‘cinayet sekansı’nın etkileyici hali Stockholm’ün yukarıdan görüntüsünü de ‘öncesine’ alınca bütün tamamlanıyor. Yönetmen, söz konusu görsel yapı olunca ‘hipnozcu’ karakterin izinde yükselen polisiye senaryosu ya da suç konseptini dolduruyor.
Ancak iş 120 dakikayı kapsamaya gelince başlangıçtaki çocuk karakterin zihninde hipnozla girişten başlayan bir ‘merak uyandıramama’ sorunu patlak veriyor. İskandinav doğasının soğukluğunu dengeleyen mavi dokunun sakil duruşu, yakın planları fazlaca öne çıkarınca ‘aşırı tüketim’ ‘pörsümüş bir kimlik’le açığa çıkıyor. Böylece sakillik anlamsızlaşıyor.
Hollywood deneyimi çaptan düşmesini sağlamış
“Hipnozcu”, tersinden bakınca ilginç suç filmi karakterleri yaratmak isteyen “Sürücü” (“The Driver”, 1978), “Jack Reacher” (2012) gibi filmleri andırsa da bu yaklaşımın sonunu getiremiyor. 15. dakikada bitmesiyle birlikte buradaki seri katil araştırma gizeminin hedefi devre dışı kalıp hipnozcunun gereği bile sorgulanmaya başlanırken ‘mini dizi’ kalıpları akla geliyor. Belli ki Hallström Hollywood’dan İsveç’e daha derli toplu işlerin de ivmesini kaybetmiş bir şekilde dönüyor.
70 dakikaya kısalsa gizemli ve tutarlı olabilecek bu eser nedense o sınavdan bir türlü alnının akıyla geçemiyor. Bu da filmi büyük oranda kapalı alana sıkıştırılıp eli kolu bağlanmış izlenimiyle sarıyor. Sinema filmi bütünü bu konuda dramatik boyutsuzluğa teslim olup hipnozcuya rastlamadan boğulma tehlikesi geçiriyor sanki. Lena Olin ve Mikael Persbrandt gibi tanınan isimler de bunu değiştiremezken “Insomnia” (1997) ve “Suç Unsuru” (“Forbrydelsens Element”, 1984) gibi başarılı polisiyeleri mumla arar hale geliyoruz.
FİLMİN NOTU: 4.5
Künye:
Hipnozcu (Hypnotisören / The Hypnotist)
Yönetmen: Lasse Hallström
Oyuncular: Mikael Persbrandt, Lena Olin, Tobias Zilliacus, Helena af Sandeberg, Anna Azcarate
Süre: 122 dk.
Yapım yılı: 2012
KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU
Acı Reçete (Side Effects): 5.5
Aklımı Oynatacağım (Los Amantes Pasajeros / I’m So Excited): 4
Arkadaşım Max: 4.7
Aşk Kırmızı: 3.5
Aşk, Şimdi (Now is Good): 4
Aşkın İzleri (To the Wonder): 8.3
Babadan Oğula (The Place Beyond the Pines): 7.8
Bahar İsyancıdır: 3.9
Bahar Tatili (Spring Breakers): 7.4
Barfi: Aşkın Dile İhtiyacı Yoktur (Barfi!): 5.9
Başvuru: Kabul (Admission): 2.7
Ben ve Sen (Me and You): 5.5
Benim Çocuğum: 3.8
Bernie’nin Suçu Ne? (Bernie): 2.5
Bir Gevrek, Bir Boyoz, İki de Kumru: 1.3
Bir Hikayem Var: 3.5
Büyük Umutlar (Great Expectations): 4.1
Crood’lar (Croods): 3
Çanakkale: Yolun Sonu: 5.5
Çılgın Doğumgünüm (21 & Over): 2.8
Çocuklar (Djeca / Children of Sarajevo): 6.9
Dev Avcısı Jack (Jack the Giant Slayer): 5.9
Devir: 4.9
Doğal Kahramanlar (Epic): 5.8
Dörtlü (Quartet): 3
Eksk Syflr: 4.4
El Cin: 0.7
Erkek Aklı (A Glimpse Inside the Mind of Charles Swan III): 3.5
Eski Dostlar (Stand Up Guys): 1.9
Evde (Dans La Maison): 6.5
Eve Dönüş: Sarıkamış 1915: 4.6
Felekten Bir Gece III (The Hangover Part III): 2.9
Gazeteci Çocuk (The Paperboy): 6.5
Gelmeyen Bahar: 2.5
Göçebe (The Host): 7.5
Günlerin Köpüğü (L’écume des Jours / Mood Indigo): 7.5
Güzelliğin On Par’ Etmez...: 2.4
Havada Aşk Var (Amour & Turbulences / Love is in the Air): 5.4
Hayat Avcısı (The Imposter): 5
Hazine Avcısının Maceraları (Los Aventuras de Tadeo Jones): 5
Herkes Ölecek (No One Lives): 1.2
Hızlı ve Öfkeli 6 (Furious 6): 3.8
Hile Yolu: 5.2
Hitchcock: 5.5
Iron Man 3: 5.2
İntikam Benim (Dead Man Down): 3.8
İntikam Kurşunu (Bullet to the Head): 1.3
Karanlıktan Gelen (Dark Skies): 3.8
Kimlik Hırsızı (Identity Thief): 3
Kod Adı: Olympus (Olympus Has Fallen): 3.5
Koğuş Akademisi: 2.9
Koleksiyoncu 2 (The Collection): 1.7
Kollarımda Kal (À coeur ouvert / An Open Heart): 4.5
Korkunç Bir Film 5 (Scary Movie 5): 4.7
Koşulsuz Sevgi (Broken): 5.5
Kötü Ruh (Evil Dead): 5.5
Kuma: 4.5
Lanet (Sinister): 7.7
Mahmut ile Meryem: 3.8
Man of Steel: 6.8
Muhalif Başkan: 1.8
Muhbir (Snitch): 5.5
Muhteşem Gatsby (The Great Gatsby): 7
Mutluluk (Glück / Bliss): 4.2
Neredesin Supermen? (Bekas): 3.5
Oblivion: 4.2
Öldüren Tutku (Passion): 6.5
Pas ve Kemik (De Rouille et D’Os): 6.2
Sabit Kanca: 1.7
Sadece Aşk (Den Skaldede Frisør / Love is All You Need): 4.8
Saksı Olmanın Faydaları (The Perks of Being a Wallflower): 6.7
Selam: 2
Sıcak Kalpler (Warm Bodies): 6.2
Sihirbazlar Çetesi (Now You See Me): 6.5
Son Ayin: Bölüm II (The Last Exorcism Part II): 3
Suç Ortağı (Stolen): 4.5
Star Trek: Bilinmeze Doğru (Star Trek: Into Darkness): 4.9
Trans (Trance): 6.5
Vazgeçmem Senden (Celeste & Jesse Forever): 5.4
Yolda (On the Road): 4
Yük: 5.4
Zerre: 5.6
Zoraki İkili (De l'autre côté du Périph / On the Other Side of the Tracks): 2.8
Zoraki Radikal (The Reluctant Fundamentalist): 6.1
Not: Yıldızlar, 10 üzerinden verilmektedir.
Haberturk.com ekibi olarak Türkiye’de ve dünyada yaşanan ve haber değeri taşıyan her türlü gelişmeyi sizlere en hızlı, en objektif ve en doyurucu şekilde ulaştırmak için çalışıyoruz. Yoğun gündem içerisinde sunduğumuz haberlerimizle ve olaylarla ilgili eleştiri, görüş, yorumlarınız bizler için çok önemli. Fakat karşılıklı saygı ve yasalara uygunluk çerçevesinde oluşturduğumuz yorum platformlarında daha sağlıklı bir tartışma ortamını temin etmek amacıyla ortaya koyduğumuz bazı yorum ve moderasyon kurallarımıza dikkatinizi çekmek istiyoruz.
Sayfamızda Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına ve evrensel insan haklarına aykırı yorumlar onaylanmaz ve silinir. Okurlarımız tarafından yapılan yorumların, (yorum yapan diğer okurlarımıza yönelik yorumlar da dahil olmak üzere) kişilere, ülkelere, topluluklara, sosyal sınıflara ırk, cinsiyet, din, dil başta olmak üzere ayrımcılık unsurları taşıması durumunda yorum editörlerimiz yorumları onaylamayacaktır ve yorumlar silinecektir. Onaylanmayacak ve silinecek yorumlar kategorisinde aşağılama, nefret söylemi, küfür, hakaret, kadın ve çocuk istismarı, hayvanlara yönelik şiddet söylemi içeren yorumlar da yer almaktadır. Suçu ve suçluyu övmek, Türkiye Cumhuriyeti yasalarına göre suçtur. Bu nedenle bu tarz okur yorumları da doğal olarak Haberturk.com yorum sayfalarında yer almayacaktır.
Ayrıca Haberturk.com yorum sayfalarında Türkiye Cumhuriyeti mahkemelerinde doğruluğu ispat edilemeyecek iddia, itham ve karalama içeren, halkın tamamını veya bir bölümünü kin ve düşmanlığa tahrik eden, provokatif yorumlar da yapılamaz.
Yorumlarda markaların ticari itibarını zedeleyici, karalayıcı ve herhangi bir şekilde ticari zarara yol açabilecek yorumlar onaylanmayacak ve silinecektir. Aynı şekilde bir markaya yönelik promosyon veya reklam amaçlı yorumlar da onaylanmayacak ve silinecek yorumlar kategorisindedir. Başka hiçbir siteden alınan linkler Haberturk.com yorum sayfalarında paylaşılamaz.
Haberturk.com yorum sayfalarında paylaşılan tüm yorumların yasal sorumluluğu yorumu yapan okura aittir ve Haberturk.com bunlardan sorumlu tutulamaz.
Haberturk.com yorum sayfalarında yorum yapan her okur, yukarıda belirtilen kuralları, sitemizde yayınlanan Kullanım Koşulları’nı ve Gizlilik Sözleşmesi’ni peşinen okumuş ve kabul etmiş sayılır.
Bizlerle ve diğer okurlarımızla yorum kurallarına uygun yorumlarınızı, görüşlerinizi yasalar, saygı, nezaket, birlikte yaşama kuralları ve insan haklarına uygun şekilde paylaştığınız için teşekkür ederiz.