Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Yaşam HT Cumartesi Hidrojen Romantiği’nin garip hikâyesi

        Gizem Sevin SELVİ / HT CUMARTESİ

        gsselvi@htgazete.com.tr

        Dünyaca ünlü profesör Nejat Veziroğlu’nun kendisinden 45 yaş küçük eşi, hocanın hayatını yazdı. Veziroğlu’nun yıllarca herkese “Kızım” diye tanıttığı Ayfer Veziroğlu ile olağandışı hikâyesini ve “Hidrojen Romantiği”ni konuştuk.

        Dünya Hidrojen Enerjisi Konseyi Başkanı Nejat Veziroğlu, hidrojenle temiz enerji fikrini ortaya atan ilk bilim adamı. 1942’de İnönü’nün “İngilizce bilen öğrenciler İngiltere’ye gitsin” demesiyle soluğu Londra’da alıyor, 8 yıl kaldıktan sonra Türkiye’ye dönüp Vatan Caddesi, Millet Caddesi, Çiğli Askeri Üssü’nün inşaat projelerinde çalıştıktan sonra Menderes’in tutuklanmasıyla dümeni akademiye kırarak “Londra’nın sisinden sonra biraz tropik bir yerler istiyorum” diyerek Miami’ye gidiyor. Gidiş o gidiş, 2009’da Miami Üniversitesi’nden emekli oluyor. Şimdi Veziroğlu’nun 1924’te İstanbulİzmir ekseninde başlayan hayatını 2. Dünya Savaşı’ndan tutun, 80’lerde ilk özel üniversitelerin kuruluşuna kadar zengin bir arka plan eşliğinde yazan, kendisinden 45 yaş küçük ikinci eşi Ayfer Veziroğlu. 2000 yılında Nobel Barış Ödülü adayı olan profesörün evliliklerinden, engelli kızı Oya’ya uzanan ilginç bir hayat hikâyesi var. Ayfer ve Nejat Veziroğlu ve 8 yaşındaki kızları Lili Ferruh’la birkaç günlüğüne geldikleri Yeşilköy’deki bir otelde buluştuk.

        Ayfer Hanım, nasıl tanıştınız Nejat Hoca’yla?

        Ben dil öğrenmek üzere Florida’ya gitmiştim, 28 yaşımdaydım. Profesyonel hemşirelik diplomam vardı. Türkiye’deyken birçok ünlü kişinin bakımını üstlenmiştim; Nejat Verdi, Cıngıllıoğulları... Teksen Çamlıbel’in sağ koluydum vaktiyle... Hastalara kemoterapi yapmışlığım da vardı. O sırada bir master öğrencisiyle tanıştım, “Bir hocamız var, eşi kanser, senin gibi birini arıyor” dedi.

        Nasıl yani, hastayken eşine mi bakıyordunuz?

        Yok, hiç tanışmadık eşiyle. Tam tanışacaktık, Bengi Hanım’ın durumu ağırlaşmış, Türkiye’ye dönmüşler, benim iş yattı! O sırada hem dil okuluna gidiyordum hem de para kazanmak için terzilik yapıyordum.

        Sonra?

        Sonra aynı arkadaş dedi ki: “Hocanın eşi vefat etmiş, kendisine bakacak birini arıyor. Seni çağırıyor.” Görüştükten sonra işkillendim de. Arkadaşıma, “Sizin bu hoca çok şeytan bakıyor, tehlikeli” dediğimi hatırlıyorum.

        Ne cevap verdi arkadaşınız?

        “Yok ya, sana öyle gelmiştir, genç kızları sever” dedi.

        Ne kadar olmuştu Bengi Hanım öleli?

        2-3 hafta.

        Çok yeni, eyvah!

        Öyle ama gözleri fıldır fıldırdı, çakmak çakmak. Ama ilk yıl çok zor oldu tabii, sürekli eşinin ismini bağırıyor.

        Aranızda kaç yaş fark var?

        45 galiba.

        Hiç tereddüt etmediniz mi evlenirken?

        Başta kabul etmedim ki. Tabii tereddüt ediyorsun, problemler de oluyor zaman zaman ama kafası çok iyidir hocanın. Onunla sohbet ederken sıkılmıyorsunuz. Onun yaşındakiler yolda bile yürüyemez, o hâlâ koşturuyor.

        ‘AŞKI NASIL TARİF EDERSİN Kİ?’

        Sonra mı ikna oldunuz evlenmeye?

        Hemen değil, biraz sürdü. “Aramızda çok büyük yaş farkı var” dedim. Eh, ben de evin tek okuyan çocuğu, ailemin gurur kaynağıyım. Üzülür yani annem babam. Annem beni istemeye gelen kaymakamları kapıdan çeviriyordu. “Bu pek iyi bir fikir değil” dedim. “Tamam, o zaman ben de seni kızım olarak tanıtırım herkese” dedi.

        Nasıl yani?

        Aynen öyle. Sonra “Ama önce bir avukata gidelim” diye ısrar etti. Beni evlat edinebilir mi diye avukata gittik. “Olmaz” dediler. Evlat edinilecek yaşta değilim çünkü.

        Bayağı evlat edinecekti yani. Sonra?

        Ama onun derdi arada resmi bir bağ olsun, kaçıp gitmeyeyim, beni hep elinde tutsun. “Seni kızım diye tanıtacağım” diye tutturdu. Konferanslara gitmeye başladık hatta sonra evlendiğimizde, “Bizim memlekette babayla evlenilmez, sizde normal mi?” diye mektuplar aldık. 4 Aralık 1998’di, hiç unutmam, başlayış o başlayış. Öğrencileri de yardım etti, evine taşındım.

        Gerçekten âşık mıydınız? Kulağa çıkar ilişkisi gibi gelebilir, insanlar her şeyi düşünebilir... Çekinmediniz mi?

        Aşkı nasıl tarif edersin ki? Öyle düşünenler çok oldu tabii ama bizim ilişkimiz, bağımız çok kuvvetli. Tabii gençler gibi gördüğün zaman dizlerin titremiyor ya da kalbin hızlanmıyor, eğer aşktan kastın buysa. Ama onu seviyorsun; korumak, kollamak istiyorsun, sağlığına dikkat ediyorsun. O da benim sağlığıma dikkat eder mesela, yanında kahve içemem, içirmez. Birbirini sevmek, saymak, korumak, kollamak, bir yere gittiğinde o yoksa özlemek... Bunlara “aşk” dersen, evet aşk.

        Daha genç birine gözünüz takılmadı mı hiç?

        Vallahi bilmiyorum. (Gülüyor.) Evlenmeden önce kaymıştı tabii ama hiçbirinde bu kadar güçlü duygular hissetmedim. Karakter olarak hoca çok güçlü. E benim de karakterim güçlü, kimse zapt edemedi beni şimdiye kadar. Öteki türlü aşklar, sevgiler gelip geçiyor. Güçlü kuvvetli duygular, dostluk da varsa, kalıyor.

        Hoca ilk eşi Bengi Hanım’a da çok bağlıymış ama. Uzun yıllar birlikte olmuşlar.

        Tabii tabii; oğlu 62, kızı 67 doğumlu. Ben 69’luyum, büyükler benden.

        Kızı Oya’nın zihinsel engeli var bir yandan. Zor olmadı mı sizin için?

        Oya kalp krizi geçirdi. Zaten özürlüydü, ilk tanıştığımızda bana da çok eziyet etmişti, çünkü annesinin yerine geçiyorum zannedip üzülmüştü. Ona hep arkadaş gibi davrandım, kitaplar gönderdim. Sonra bana “Anne” demeye başladı ki dediğim gibi benden büyük. Çocuklar garipsedi ama sonra alıştılar. Belli bir temelde, insanlıkta buluşuyorsunuz işte. Yaş ilerledikçe bakış açısı da değişiyor, dünyanın 3 günlük olduğunu anlıyorsunuz. Gençken biraz daha hırslı oluyor insan, kıskanç oluyor ama bakıyorsunuz ki hepsi bitiyor, gidiyor.

        Bengi Hanım’ı kıskanmadınız mı hiç?

        Kıskanmadım çünkü onun yeri ayrı, ona saygı duydum hep. İnsanlar bize geldiklerinde biraz şaşırıyor, çünkü Bengi’nin resmi duruyor evde. Onun hayat arkadaşı sonuçta, yıllarca hayatını paylaşmış.

        Yine de yazmak zor olabilir, insan kıskanabilir. Tüm o evlilik hikâyeleri, detaylar, “Onsuz bir hayat düşünemiyorum”lar...

        E oluyor tabii ama o dönem onu yaşamış. Şimdi de sorsan bensiz hayat düşünemiyor. Ben işlerimi onu uyuttuktan sonra yapabilirim ancak, bensiz kalamaz. (Gülüyor.)

        "HOCA KARAKTER OLARAK DA ROMANTİKTİR"

        Niye yazdınız bu kitabı Ayfer Hanım?

        Biz hocayla sürekli sohbet ederiz. Anlattıklarını çok önce yazmaya karar verdim ama vakit olmadı. Dil okulu, master, evlilik, hamilelik, arada doktora derken ancak yazabildim. Hocanın hayatı tam da Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu yıllara denk geliyor, 1924 doğumlu. Birçok genç o dönemi bilmez. Sadece hocanın hayatını değil, 2. Dünya Savaşı’nı, insanların hoşgörüsünü de okuyorsunuz.

        Ne demek “Hidrojen Romantiği”?

        18 Mart 1974’te hoca Playboy Plaza’nın Penthouse’unda düzenlenen bir konferansta ilk kez ‘temiz enerji olarak hidrojen’ fikrini ortaya atıyor. Kahve molasında yanına 10 tane bilim adamı geliyor ve “Bu fikre katılıyoruz, akşam konuşup ne yapacağımıza karar verelim” diyorlar ve bir Hidrojen Enerjisi Derneği kurmaya karar veriyorlar. Petrolcüler de bu 11 adama “Hidrojen Romantikleri” adını takıyor. Şu anda dünyada 3 tane kaldı o romantiklerden, hepsi vefat etti. Hoca karakter olarak da romantiktir. Yolda giderken çiçek alır falan.

        Peki niye Playboy Plaza’da yapıldı o konferans?

        Çünkü en uygun fiyat oradan geliyor. Tabii birçok bilim adamının hanımı çok kızıyor bu duruma, National Science Foundation’a şikâyet ediyorlar. Hocaya haber geliyor, o da diyor ki “En ucuz fiyatı orası verdi, neden olacak!”. Evrakları gönderiyor, çözülüyor mesele.

        Kitaptan

        ‘Ne yazık ki Bengi’yi kurtaramadık’

        “Ne yazık ki Bengi’yi kurtaramadık. Onu kaybetmek o kadar acıydı ki tarif etmek mümkün değil. Emre’ye haber verdim, cenazeye geldi. Daha sonra Miami’ye döndüm. Bengi’nin arkadaşları kapıya yemek getiriyorlardı, bazı dul hanımlar da aynı şekilde arıyor, yemek bırakıyorlardı. Herkesin gözü benim üzerimdeydi. Hem kendimi korumam gerekiyordu hem de bana yardım edecek birine ihtiyacım vardı. Yalnız yaşamak bana göre değildi. Aile doktorumuz da, “Sen iki kalp krizi geçirdin, evde kalacak bir bakıcıya ihtiyacın var” dedi. Aklıma öğrencim Mehmet’in bahsettiği Türk hemşire geldi, hemen öğrencimi aradım ve ertesi sabah saat 09.00’da bu hemşireyi ofisime getirmesini söyledim.”

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ