Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Yaşam Esas sevgilisine kavuştu

        Düşünün ki öpmeye kıyamadığınız için koklaya koklaya büyüttüğünüz evladınızı toprağa veriyorsunuz, üstelik kafası bedeninden testereyle ayrıldığı için onu son kez görüp yıkayamıyorsunuz bile. İşte sözün bittği yer... Annemi kaybettiğimden beri ilk defa bir annenin başta Nagihan anne olmak üzere evladını kaybetmiş bütün annelerin Anneler Günü’nü kutluyorum.

        GAZETE HABERTÜRK-HT PAZAR-SABA TÜMER'İN RÖPORTAJI

        -Sürekli Münevver’in fotoğraflarına bakıyor olmak daha fazla acı vermiyor mu size?

        Veriyor ama bir yandan da rahatlıyorum. Onunla konuşuyor gibi oluyorum. Aslında doğru söylüyorsunuz; acı vermemesi için evimizden taşındık. Çünkü sağıma baktığım zaman kızımın Beşiktaş’tan gelişini, soluma baktığımdaysa okul servisinden inişini bekliyordum hâlâ. En geç saat 14.40’da kızım kapının önünde olurdu. Beş dakika gecikecek olsa haber verirdi bana.

        -Hep böyle haberleşir miydiniz?

        Evet tabii. O yüzden şoktayım. Şok derken; kızımın gittiğine inanamıyorum. Böyle bir olay olacağına da hiç ihtimal vermedim. Telefon açtım, çalıyor çalıyor cevap yok… “Nasıl olabilir bu?” dedim. Ki kızım; telefonun sesi kısık bile olsa titreşime alır ve beni mutlaka hemen arardı “Merak etme anne, ben şurdayım” diye. Bizim hayatımızda hiçbir zaman iletişim kopukluğu yoktu ki.

        -O gün kaç saat ulaşamadınız kızınıza?

        Dershanede zaman zaman daha iyi anlamak için etütlere kalıyordu bazen de kütüphaneye giderdi. Veya okulun karşısındaki kafede otururdu. Ama oraya gittiği zaman bile mesaj çekerdi. Nerede olduğunu her zaman bilirdim. Ama o gün ara ara yok! En son o gün babasının telefonundan mesaj çekmiştim. Onu yemeğe bekliyorduk. Demeye kalmadan polisler geldi evimize.

        -O sırada aklınıza kaza geçirmiş olabileceği ihtimali geldi mi peki?

        Bilmiyorum içime mi doğdu ama ona çektiğim son mesajda şöyle yazdım; “Öldün mü kızım ya neredesin? Açsana şu telefonu” Yine cevap yok. Arkasından polisler geldi. Polise sorduğum ilk soru da refleks olarak “Kızım öldü mü?” oldu. Polis bana “Sen nereden biliyorsun” dedi.

        -Polis size böyle mi dedi?

        Aynen öyle söyledi. “Yok hiçbir şey bilmiyorum ama polis benim evime neden gelsin?” dedim. Sonra eşim çıktı kapıya. Konuşmaya başladılar. Beni sürekli kapıdan uzaklaştırıyorlar bu sırada. Hatta eşim “Bir çay, kahve yap da ikram edelim” demez mi? Sinir oldum, meraktan ölüyordum. Yine de yaptım çayı. Gerçi kimse içmedi… Sonra başka bir polis beni kızımın odasına aldı. Sürekli “Kızım nerede?” diyorum. Açıklama şu oldu; bir kafede oturuyormuş. Kahve içerken bir kıza laf atılmış. Laf atılan kızın yanındaki erkek arkadaşı da hazmedememiş. Laf atan çocuğu bıçaklamış. Kızım ve yanındaki

        arkadaşı da görgü tanıdığı imiş. Ama kaçmışlar. Yani görgü tanığı olarak benim kızımı arıyorlarmış.

        -Size böyle söylediler yani…

        Aynen öyle söylediler. “Ama telefonlarıma cevap vermiyor” dedim.

        -“Kızım öldü mü?” dedikten sonra size “Sen nereden biliyorsun” diyen polise sormadınız mı peki?

        O bir anlık meseleydi kapıda. Yani polis bana öyle deyince bunun tahminine varamadım ki. Ama ağzından çıkan ilk kelime o oldu. Ardından eşimle konuşmayı sürdürdüler. Bilgisayardan kızımın arkadaşlarının resimlerine baktılar. Bir de “Kameralardan tespit ettiğimize göre, olay sonrasında kızınız

        erkek arkadaşıyla kaçmış. Erkek arkadaşının resimlerine yakından bir bakabilir miyiz?” dediler. “Bilgisayar açık. Buyurun bakın” dedik. Zaten görünce “A bu çocuk” dediler. Sonra da “Çocuğun evini biliyor musunuz?” dediler. Dershaneden arkadaşlarını evimize çağırdık. Hepsi geldiler.

        -Saat kaç bu arada?

        Saat 20.00, 21.00 işte… Herkes anlattı bildiklerini. Sonra polis, oğlumla birlikte Bahçeşehir’e gitti. Ertesi gün ta 11.00’de geldi.

        -Oğlunuz mu?

        Evet, polislerle birlikte geldi. Canım benim! O orada zaten olayı öğrenmiş. İstihbaratta oturtmuşlar bir odaya onu. “Anne baktım bir sürü dosya vardı. Bir tane mavi dosya gözüme çarptı” dedi. Bir bakmış üstünde Münevver

        Karabulut yazıyor! Üzerinde eks yazıyormuş! “Her şeyi o an öğrendim” dedi. O anda dosyayı kaldırıp “Bu ne? Bu ne?” diyerek polislere hücum etmeye başlamış. Çocuğu durduramamışlar. Kafasını soğuk suyla yıkayıp, ilaç vermişler. Zaten Enver’i de her aradığımda polis çıkıyordu telefona. “Merak etmeyin, oğlunuz iyi. Beraber oturuyoruz” diyorlardı. Meğerse Enver kriz geçiriyormuş orada.

        -Siz de evde meraktan çatlıyorsunuz…

        Benim hiçbir şeyden haberim yok. Ta ki gecenin üçüne kadar. O saatte ambulans geldi bu kez evimize. Eşim de yok bu arada. Ona da kızdım. “Münevver yok ortada. Sen neden eve gelmiyorsun?” dedim. O da annesinin evine gitmiş. “Kendi evin var. Niye gelmiyorsun?” diyorum ben de.

        -O size söylememek için mi gelemiyormuş eve?

        Evet. Doktor geldi işte. Doktordan öğrendim ben olayı.

        -Bayıldınız sanırım o sırada...

        Doktor geldi ama ona da öyle enteresan davrandım ki. “Gecenin üçünde tanrı misafiri desem olmaz. Kusura bakmayın ama…” dedim. “112’nin acil servisi var. Karakolda gönüllü arkadaşlarız. Psikolojik açıdan, evde olanları gelip

        denetliyoruz” dedi. “Süreyya Bey’in şekeri mi çıktı?” dedim. “Yok Süreyya Bey için değil, biz sizin için geldik” dedi. “Ben gayet iyiyim. Bana neden geldiniz ki? Çay-kahve içer misiniz?” diyorum hâlâ. Sonra beni konuşturmaya başladı. “Kimi bekliyorsunuz?” dedi. “Kızım henüz gelmedi. Bıçaklanma olayı var deniliyor. Kızım mı bıçaklandı?” dedim. “Peki öyle bir şey olmuş olsa ne yaparsınız?” dedi. “Bir şey yapamam, ne yapabilirim ki?” dedim. Başladım ağlamaya. “Allah’ın verdiği bir emanetti. Emaneti geri aldı derim” dedim. “Ama öyle bir şey yok değil mi?” diye sordum hemen ardından. Konuşuyor konuşuyor… “Kızını görmek istiyor musun?” dedi. “Evet, görmek istiyorum” dedim. Konuşma ilerleyince “Göreceksin kızını” dedi. “Öbür tarafta mı?” dedim. Çünkü baktım sonuç yok. “Başınız sağolsun” deyince zaten doktorun kucağına yığılmışım.

        Kendime geldiğimde “Başka yaralı var mı?” demişim. Çünkü benim kafamda hâlâ bana anlattıkları olay vardı. Çünkü bana öyle bir anlattılar ki olayı. “Biz ambulansla gittik. Kızınız ambulansta son nefesini verdi. Son cümlesi ‘Annemi çok seviyorum. Annem hakkını helal etsin’ dedi. “O kadar güzel bir çocuktu ki” diyor. “Yaşasaydı, oğluma gelin olarak alırdım” dedi. Beni motive ediyor yani kendince. Ama tabii ben ağlıyorum devamlı. “Başka yaralı

        var mı? Başka ölen var mı?” diyorum. “Sen ne muhterem bir annesin. Hâlâ diğer yaralıları düşünüyorsun” dedi. Ama öyle ya, bu kadar büyük bir olay olduysa benim kızım dışında başka ölen de vardır herhalde diye düşündüm. Ama hakikat öyle değilmiş. Ben bu olayı üç kademede öğrendim.

        -Ya diğer kademelerde...

        Naaşını verdikten sonra yine doktor ve cami hocası geldi. Bana olayı anlatmaya çalıştılar. Ölüm şeklinin önemli olmadığını anlatmaya başladılar. Öldükten sonra yapılan şeyleri meftanın duymadığını anlatmaya çalışıp,

        bıçaklandığını söylediler. Aradan bir hafta geçti. Psikiyatrist “Siz böyle bir cinayeti nasıl işlerdiniz?” dedi. “Ben cinayet işleyemem. Kimi, niye bıçaklayayım ki?” dedim. “Olsun bir düşünün” dediler. “Öldürdünüz, kaçacaksınız, bavula da sığmıyor. Ne yaparsınız?” dedi. “Bir şey mi

        yapmışlar?” dedim. Ben kızımın çöp konteynırında bulunduğunu dahi bilmiyordum.

        -Gazeteleri de görmediniz mi?

        O ara köydeyiz. Yanımda ne TV açıyor ne gazete getiriyorlar. Üstelik eşim dışarı da çıkmamı engelliyor “Sen burada kal, annene-babana sahip çık” diyor. Olaydan hiç haberim yoktu. Münevver ürkek bir kız olduğu için o olay sırasında korkudan ödü patlamıştır, kalbi durmuştur diye düşünüyorum hep. Psikiyatrist en sonunda bana “Ne yaparsınız?” diye sordu yine. “Bilmiyorum” dedim. O da sonunda “Kafası kesilmiş, bavula o şekilde sığdırılmış” dedi. Elimde o an bardak vardı. Bardak bir tarafa düşmüş, ben bir tarafa yığılmışım zaten. Benim için en acı olan tarafı da oydu.

        -Bunu düşünmek, kalp krizinden ölmüş olmasından daha korkunç değil mi?

        Korkuncun da ötesinde!

        -Evde eşiniz ve oğlunuzla bu olayla ilgili çok konuşuyor musunuz?

        Münevver’den başka bir şey konuşmuyoruz ki şu an.

        - “Ne olmuş olabilir?” diye herhangi bir yorumda bulunuyor musunuz?

        İnanın bulunamıyorum.

        -Siz tanışmamıştınız değil mi erkek arkadaşıyla?

        Yok.

        -Ama tasvip ediyordunuz…

        Tabii. Zaten kızım da anlatıyordu hep. Gizlisi saklısı yoktu. Her şeyi konuşurduk. Bazen tepki verirdim, kızardı. Bazen de “Sen sıkma canını” derdi. Benimle paylaşamadığı bir şey bile olsa kardeşi Enver ile paylaşırdı. Ben Münevver’den çok Enver ve arkadaşlarına sorardım hep “Cem nasıl bir çocuk?” diye.

        -Ne diyorlardı?

        Anlam veremediğim de bu. Kimsenin kötü bir şey söylediğini duymadım. Zaten duysaydık, Münevver de onunla görüşmek istemezdi.

        -Bu sabrınız Allah’a olan inancınızdan mı?

        Tabii.

        -Anneler Günü geldi. Ne hissediyorsunuz şu an?

        Annelik bambaşka bir duygu. Anne olduktan sonra ne eşinizi gözünüz görüyor, ne annenizi, ne babanızı… Münevver çok nazlıydı. Hemşireler daha doğduğu anda bile yanağını okşayınca sustuğunu

        söylediler.

        -Siz hep yanağını mı okşardınız?

        Okşamaktan öte kıyamadığım için sadece koklardım. Ben Münevver’i öpmeye bile kıyamazdım. Babam, annem de öyle… Hatta birisi öptüğü zaman kızardık. Mikrop kapar filan diye. Öpmeye kıyamazdık ki… Her anının, her hareketinin mutlaka bir fotoğrafı vardır biliyor musunuz? Anne karnındayken çocuk, annenin duygularını hissedermiş. Anne ağladığı zaman çocuk da ağlar,

        güldüğü zaman o da gülermiş. Hatta anne hamileyken ne yaparsa, çocuk dünyaya geldiğinde o şeyleri daha farklı yaparmış. O nedenle ben hamileyken matematik çalışırdım, İngilizce çalışırdım, el işi yapardım. Sırf çocuğum marifetli olsun diye…Çok ciddiyim. Zaman zaman da konuşurdum onunla. Yani daha doğmadan evvel ben kızımla iletişim kurmuştum. Bambaşkaydı. Belki de ilk çocuk olmasının heyecanıyla.

        -Şimdi hâlâ konuşuyor musunuz onunla?

        Evet hâlâ. Hiç bitmedi ki. Biraz önce Enver’in yaptığı klibi izledim. O güzel gülüşünü… Canım! Onun sevdiği yemekleri yapmaya çalışıyorum. Hâlâ onunla yaşıyorum.

        -Bu daha çok acı vermiyor mu?

        Hani “Acı acıyı bastırır” derler. Ben de öyle mi yapıyorum, onu da bilmiyorum. Kendimi bir şekilde şartlandırmam lazım ama nasıl olacak ben de bilmiyorum. Hep saate bakıp “Kızım şimdi okulda. Üç gibi gelecek” diyorum. Ama yok. Yemeğe tek başına oturuyorsun. İşte o an insan çığrından çıkıyor.

        “Anneannesine ya da halalarına gitti” diyorsun. “O zamanda yarım saate kadar gelmesi lazım” Ama yok…

        -Hep başka yerdeymiş gibi kendinizi teselli ediyorsunuz…

        Aynı şeylere kendinizi şartlandırıyorsunuz. İşte o zaman Allah’a sığınıyorum. Çünkü bir tek o yardım edebilir. Mesela oğlum sabahleyin okula gitti, eşim işe gitti, ben tek başımayım. Çok şükür siz geldiniz de muhabbet ediyorum.

        Ama tek başına ne yapacaksınız?

        Evin içi ne kadardır? Zaten canın hiçbir şey yapmak istemiyor. Tek sığınağım; balkon. Balkonda yazı yazıyorum. Gazete okuyorum. Karşımda az da olsa deniz… Çok şükür bilmeden de olsa öyle bir eve gelmiş olduk. Dua ediyorum. Başka bir şey yok. Yapabileceğim hiçbir şey yok.

        -Neler yazıyorsunuz? Münevver’e mektup mu?

        Münevver’e mektup değil de, kendi duygularımı yazmaya çalışıyorum. Ama onu da ne kadar becerebildiğimi bilmiyorum.

        -Ama o da iyi bir yöntem biliyor musunuz?

        Zaten kızım da, ben de kağıda dökmeyi çok severdik. Mesela evlenmeden önce, günlük değil de mektuplarım vardı. Eşime yazdıklarım… Belki canım

        Münevver’im de benden esinlenip öyle günlük tutmaya başladı. Tabii onun günlükleri çok saf ve temiz… Hatta “Bu yazdıklarım bir gün roman olur” diye yazmış. İpek Ongun kitaplarını çok okurdu. Çok duygusal ve farklı bir çocuktu. Onu tanıyan herkes aynı şeyi söylüyor. Ama kaderi demek ki böyleymiş.

        - Hiç bu acıya dayanamayıp ölmek istediniz mi?

        İstemedim. Geride bir oğlum var. Yaşadığım sürece en azından kızımın hayrını yaparım diye düşündüm. Oğluma daha iyi anne, eşime daha iyi bir eş olabilirim dedim. Ölümden korktuğumdan değil. Ölüm zaten Allah’a yaklaşmaktır. Şunu düşündüm; kızım benden daha çok Allah’a yaklaşmak istemiş. Gitti bak, sevgilisine kavuştu. Dünyalık sevgilisi belki onu mahvetti ki sevgilisi de diyemiyorum. Zaten öyle tam bir şey de yoktu. Ama asıl gerçek olan, hakiki sevgilisinekavuştu. Gerçek, manevi sevgilisine kavuştuğunu düşünüyorum. Nasıl ki eşimize, dostumuza kavuşunca sarılıyoruz. Kızım da ona kavuştuı. Gerçek, hakiki sevgilisini buldu. Ben de hakiki sevgilime kavuşana kadar önce ona daha yakın olmaya çalışmalıyım. Dünyalık sevdiğim de zaten kızım oldu. Kızıma daha yakın olmalıyım. Kızım için hayır yapmalıyım. Onu yaşatabilmeliyim. Bunun için neler yapabilirim diye düşünüyorum. Düşünüyorum. Ben MS hastasıyım ama… (Herkes ağlamaklı) Ay canım yaaa…

        -Bir peçete alabilir miyim? Canım yaaa.. Görüyor musun? Ağlattım sizi. Anneler böyle herhalde. Ama bakın, siz bu meslekten emekli olabilirsiniz mesela.

        Ama annelik mesleğinden emekli olunuyor mu?

        -Bu kadar büyük bir acının içerisinde o kadar saf ifade ediyorsunuz ki…

        Bir söz var ya “Bu dünyanın hiç ölmeyecekmiş gibi ibadet edip, yarın ölecekmiş gibi çalışmak lazım” Mecburum. Herkes mecbur. Bu dünyada yaşadığımız süre içinde tabii ki yiyip içeceğiz. Allah’ın verdiği bu bedene sahip çıkacağız. Ondan da sorumluyuz. Ama bir yandan da kalbinden Allah sevgisini eksik etmemelisin. Sevgiliye kavuşma şevki, hasretiyle yaşamalısın.

        -İnancınızla böyle konuşuyorsunuz ama hiç “Allah’ım niye benim başıma bunu niye verdin?” demediniz mi?

        Nasıl diyebilirim? Şuna şükrediyorum; Allah bana öyle bir sevgi tattırdı ki, onu tattırmayabilirdi. Nice anneler var, çocuk sahibi olmak istiyor ama olamıyor. İnşallah onlar da tatsın. Yani Rabbim bana bunu tattırmış. Bundan daha güzel bir şey olamaz ki. Ama “Tamam yeter bu kadar tattığın” dedi. Aldı. Ne yapabiliriz? Elimden ne gelir söyler misiniz? Bu İnanç mı diyeyim? İdrak mı diyeyim? Güvenmek mi diyeyim? Bunun bir tarifi, adı da yok. Çok şükür kızım dünyaya geldi. Onunla el bebek-gül bebek 17 sene geçirdim. Belki de 17 dakika… Çok çabuk geçti zaten. Bir film şeridi gibi. Hiç farkına bile varamadım. Ama hep beraberdim kızımla. Oğlumla da aynı şekilde. Kızım ağladığında ağladım, güldüğünde güldüm.

        - Bu peki size enteresan gelmedi mi kızınız anlattığı zaman?

        Herkesin aile ilişkisine karışamazsınız ki. Zaten bizim yapımız da budur. “Her annebabanın bir bildiği vardır” diye düşünüyorsun. Direkt “Çocuğuna eğitim vermek amacıyla göndermiş” diyorsun ama tabii ki enteresan geldi bir ailenin bu kadar ilgisiz olması.

        -Size güç veren inancınızı hiç yitirmemenizi dilerim.

        Ölümün kolayı olmaz. Hatta olayın ertesi sabahı Süreyya Bey’in kız kardeşine “Canım sen şu kredi kartını al. Git, dükkanlar açılınca Münevver’in kefenini al” dedim. Ölümüne hazır değilsin ki… Yaşlılar filan kefenini hazırlıyor ama bizde öyle bir şey yoktu ki. “Tamam yenge” dedi. Gitti eli boş döndü. “Zübeyde almış” dedi. “Kaç metre almış, küçük gelmesin” dedim. “Rahat, bol sarılsın…” Döktüğüm yaşları anlatamam. “Rabbim benden aldın ama ne olur cemalini göster bana” diyorum içimden. “Cennetteki cemalini göster…” Ben 17 yaşına kadar büyüttüm ama “Demek ki benden çok sevdin sen onu Rabbim” dedim. “Demek ki bundan sonra ben bakamayacakmışım. Bırak ben büyüteyim dedin, aldın. Bari orada rahat olsun. Kefeni yırtılmasın, solmasın” diyerek ağlıyorum. Tamam, “Rabbim aldı” diyorsun ama bu kez öbür tarafı düşünüyorsun. “Peygamber Efendimiz ile evliyalarla birlikte olsun” diyorum. Defin günü “Kızımı ben yıkayacağım” dedim. Yıkayamadım. Olmadı. “Demek Rabbim böyle istedi. Görmemem gerekiyormuş” diyorum. Son halini hatırlıyorum. “Bay bay” yaptı ve gitti. Yok yani yok. Gitti. Hakikaten gitti. Geri dönmemek üzere...

        BİRİCİK KIZINI NE SON KEZ GÖRDÜ NE DE YIKAYABİLDİ

        Kızımı yıkamak istedim” dediniz ya, o an size ne dediler?

        Olay salı günü oldu. Çarşamba memleketimiz Bolu’ya gittik. Akşam ezanında biz Bolu’daydık. Arabadan iner inmez onu getiren ambulansa koştum “Kızımı göreceğim” diye. “Münevver ambulansta değil, aşağıya aldık” dediler. Ben o gece Münevver’i eve alacağımızı ve onu son kez seyredeceğimi zannediyordum. Ama hoca “Bakın kızınız yıkanmış, kefenlenmiş. Biz sadece sizi bekledik” diyerek defnedilmesinde ısrar etti. Ben de çok kolay mı ikna oldum nedir? “Tamam” dedim “Allah öyle rast getirdiyse, yıkandıysa…” dedim. Bu kez de “Kim yıkadı? Kefeni yetti mi?” diye sormaya başladım. Her soruma “Her şey tamam” dediler. “Sen izin verirsen biz defnedeceğiz” Ben sadece tabutu gördüm. Mezarlıkta da toprağa kardeşi koydu Münevver’i.

        “Anne ayaklarını elledim, pamuk gibiydi” dedi bana Enver. Bir de “Anne üstüne yatacaktım, ablama sımsıkı sarılacaktım. Eğer o an benim de üstümü toprakla örtseler ‘Örtmeyin’ demezdim” dedi. “Beni oradan nasıl çıkarttılar bilmiyorum” dedi. “Sanki beni çağırıyordu ablam. Son kez baktığımda gülümsüyordu” dedi.

        SANA BU HAKKI KİM VERDİ?

        Anneler Günü’nde ne yapardınız?

        En son ne hediye almıştı size? Fular almıştı. Geçen sene… Ama sorun değil. Bu sene de ben ona hediye vereceğim.

        -Nedir?

        Onun namına bir yardım yaparım.

        -Size başka şeyler yapar mıydı Anneler Günü’nde? Sevdiğiniz bir tatlı filan… Nasıl geçirirdiniz günü?

        Biz akşamdan başlardık. Onlar oğlumla kendi aralarında fısır fısır konuşurlardı. “Anneme ne hediye aldın gibi… Akşamdan beni öperlerdi. Münevver “Yarın Anneler Günü biliyorsun, anneanneme ne hediye aldın anne?” diye sorardı.

        Şu da var; Anneler Günü sadece bir gün olmaz ki! Her gün annesin. Yani illa ki bana Anneler Günü’nde hediye alması gerekmez. Zaten kızım ufak tefek de olsa alışveriş yapmayı severdi. Bir bakmışım “Anne bunu da sana aldım” diye gelirdi. Doğum günlerimde de benim haberim olmadan dayısını, halalarını filan çağırıp sürpriz hazırlarlardı bana iki kardeş.

        -Olaydan sonra apar topar taşındınız tabii değil mi?

        Aynen öyle oldu. Oğlumun okuluna yakın olsun diye Bahçelievler’i tercih ettik. Zaten taşınmayı düşünüyorduk ama kızımın üniversite sonucunu bekliyorduk.

        -Celalettin Cerrah’a söylemek istediğiniz bir şey var mı?

        Hiçbir şey yok. Vicdanına bıraktım. Allah’a havale ediyorum.

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ