Yeni başlayanlar için İstanbul rehberi
Elif Şafak yazdı...
İnsan nasıl evine misafir gelince ağırlamak istiyorsa, milyonlarca İstanbullu da yaşadıkları şehri yabancılar ziyaret ettiğinde, benzer şekilde onları buyur ediyorlar yaşam evrenlerine. Bu hafta boyunca ben de bu tanıdık ruh haline kapıldım. İngiliz ve İrlandalı akademisyengazetecilerle İstanbul’u karış karış dolaşmak nasip oldu. Semt semt, tepe tepe... Bir o yaka, bir bu yaka. Ve ben hasretle selamladım kadim şehri bir kez daha. İlk aşk gibi İstanbul’u sevmek aslında. Unutulmuyor, atılmıyor hafızada bir kenara. Romanlarımı kaleme aldığım yahut yazılarıma ilham veren mekânları bilhassa görmek istedi BBC muhabiri; eski mahalleler, gürültülü kafeler, kenarda kalmış simit ve ekmek fırınları, mezarlıklar, evliya türbeleri, ada vapurları, ara sokaklar, kahvehaneler, Osmanlı’dan, Bizans’tan kalma kıymeti bilinmeyen izler, cıvıl cıvıl meydanlar, semt pazarları, sahaflar... Bir bir dolaştık. Ellerimizde kayıt cihazları, alabildiğine kişisel ve hiç turistik olmayan bir İstanbul haritası çıkardık. Bu gezi esnasında bana sorulan ve cevaplamakta/anlatmakta zorlandığım kimi konuları sizlerle paylaşmak istiyorum.
İşte Avrupalıların gözünden İstanbul üzerine çetrefil sualler: “Bir şeyi merak ettim” dedi İngiliz akademisyen, hafif çekinerek. “İstanbul’da taksilere de bindim, özel arabalara da. Bakıyorum sadece önde oturanlar kemer takıyor, arkada oturan kimsenin kemer taktığına tanık olmadım. Hatta bazı taksilerde arka koltuklarda emniyet kemeri yok! Sanki aynı arabanın ön tarafı tehlikeli, arka tarafı tehlikesiz gibi bir algı mı var burada?” O bana bunu sorarken Ortaköy’de karşıdan karşıya geçmeye çalışıyoruz. Tek bir araba bile durmuyor, yaya geçidinden yürüdüğümüz halde. Ben en sonunda elimi kaldırıp yavaşlamalarını rica ediyorum. Fiyakalı bir Mercedes’in şoförü, bizim yüzümüzden hızı kesildi diye sinirlenmiş olsa gerek, kafasını uzatıp paylıyor; değil yol vermek: “Çekilsene yaya geçidinden be kadın!!” Aynı gün İstiklal Caddesi’nde polis, izinsiz gösteri yapanları kovalıyor. Hapishanelerde süregiden ve hepimizin yüreğini burkan açlık grevleri için protesto yürüyüşü yapmak isteyen gruba müdahale edilmiş. Başlamış ama bitirilememiş, havada görünmez bir ipe dizilmişçesine asılı kalan kelimeler, sloganlar...
Esnaftan birinin söylendiğine tanık oluyorum. Öfkesi tüm Kürtlere. Neler olup bittiğini merak ediyor İngiliz konuklar, tercüme etmek gelmiyor içimden. Kabaca anlatıyorum. “Peki ama neden izin verilmiyor gösteri yapmalarına? Protestolarını dile getirmelerinde ne beis var?” sorusu cevapsız kalıyor. Gel de anlat memleketin hallerini. Ertesi gün İngiliz kadın ile yürürken arkadan İngilizce laf atan birine dönüp ters ters bakıyorum. Türkçe konuştuğumu duyunca hemen toparlıyor kendini. “Ne kızıyorsun abla ya. Türk olduğunu bilmedim” diyor. “Yabancı olsam yaptığın doğru mu yani?” diye sorduğumda cevabı şöyle oluyor: “Ya nasıl olsa anlamıyorlar, Türkçe bilmeyene istediğimiz kadar laf atarız, sen dert etme.” İstanbul dünya başkenti. Gelen herkes etkileniyor asude güzelliğinden. Şehrin kendi doğal/tarihsel büyüsüne eklenen dinamizmi görüp de takdir etmemek mümkün değil. Ancak aynı zamanda gündelik hayatımıza sirayet eden ve giderek artış gösteren iki eğilim var: Pişkinlik ve öfke. Yaya şeridinde yürüyen yayaları azarlayan şoförün, laf atmaya kulp bulan adamın, yaptıklarının yanlış olduğunu bildikleri halde zeytinyağı gibi üste çıkabilmelerinde ürkütücü bir kayıtsızlık var. Bir güç ve gövde gösterisi. Kürt eylemcilere uluorta küfreden mağaza sahibi, konuşmak ve dinlemek yerine hemen kutuplaşmamız, her türlü diyaloğa kapalı kalmamız... Hepimiz o kadar öfkeliyiz ki. Ayaklı bombalar gibiyiz. Birisi bir dokunsun, hele bir yamuk yapsın, gerekçe arıyoruz patlamaya. Türkiye’de siyasetin gündemi her zaman inişli çıkışlı. Ama son zamanlarda ipler daha da gergin. Bu arada siyasetçilerimiz şunu görüyorlar mı bilmiyorum, orada yaşanan gerilimler toplum içinde mini mini depresyonlar, mikro-krizler ve mikro-çatışmalar yaratıyor. Siyasetin tansiyonu insanların psikolojisini bozuyor. Şu canım İstanbul’da, bulunmaz bir inci tanesinde yaşadığımız halde, kendimize ötekiler yaratmışız ellerimizle. Bu üzücü hakikatin çoğumuz farkındayız, yer almasa da hiçbir şehir rehberinde.