Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        “Gizli Yüzler”in yönetmeni Sümeye Kökten’in son çektiği “Son Bir Dans” 22 Mayıs’ta vizyona giriyor. Film; üç karakteri aynı yere yönlendirerek, onların arasında yaşanan sorunları anlatıyor. Üç karakter ile gerilim yaratmaya çalışan Kökten, yine benzer metotları kullanıyor, ama bu kez şiddetin dozunu arttırıyor. Kanlı sahnelerin olduğunu hatırlatmak isteriz. Eğer filmi anlamakta zorlandık diyorsanız, söyleşi yaptığımız Memet Işık, tıpkı soyadı gibi bizi aydınlatıyor.

        “Son Bir Dans” filminin karizmatik oyuncusu Memet Işık ile Bağdat Caddesi Beyaz Fırın’da çok keyifli bir sohbet geçirdik ve o sohbet hiç bitmesin istedik. Sohbet çok kapsamlı olunca insan tadına doyamıyor. Sohbet esnasında öğrendiğimiz bilgiler de yanımıza kar kaldı tabi… Sohbetimizin içeriği hem psikolojikti, hem de filmdeki detaylara yönelikti. Memet Işık’ı kısaca nasıl tanımlarsınız derseniz, yanıtımız şöyle olur: samimi, içten, cana yakın, güler yüzlü, duygusal, konuşkan, kibar, nezih, iyi tahlil eden ve insan sarrafı… Hele bir de Burak Hakkı’ya benzer etkileyici sesi yok mu, sizi adeta kendine doğru çekiyor ve o ses sürekli kulaklarınızda yankılanıyor.

        Psikoloji ile olan bağını sohbetin en başından beri belli eden Işık, bu filmde oynayışının sebebini ona bağlıyor. Oynadığı rolün etkisinden kolay kolay çıkamadığını anlatan Işık, aynı zamanda babasını çok sevip sayan düşünceli bir evlat… Ama ne yazık ki babası hayatta değil. Bu onu çok üzüyor, bazen kelimeler boğazında düğümleniyor sanki… Bugün babası hayatta olsaydı, böyle bir oğlu olduğu için gururlanırdı. Önemli bir bilgiyi sizlere aktaralım. Işık bize şizofren insanların davranışları hakkındaki gözlemlerini anlatarak, psikolojinin derinlerine doğru daldı ve filmdeki karakterin neden şizofren olduğuna dair ışık yaktı.

        Sıra söyleşimizde, keyifle okumanız dileğimle…

        1- Bildiğim kadarıyla Paris’te yaşıyorsunuz ve Paris Actor’s Studio’dan eğitim aldınız. Neden Paris?

        Memet Işık: Orada büyüdüm ve iki yaşımdan beri orada yaşıyorum, o yüzden Paris…

        2- Peki, Paris’i nasıl buluyorsunuz seviyor musunuz? Şartları Nasıl? Burası mı daha iyi, Paris mi?

        M.I: Çifte vatandaşım hem Türk, hem de Fransız vatandaşlığı var. Paris annem Türkiye’de babam…

        FRANSA’DAKİ SEKTÖR KAPALI

        3- Fransız filmlerinde oyuncu olarak bulunuyor musunuz?

        M.I: Zaman zaman bulunmaya çalışıyorum, oradaki sektör çok zor ve kapalı. İsim yapmak ve çembere girmek güç. Ama çabalıyorum, reklamlarda ve sinema filmlerinde oynuyorum.

        4- Fransa’da mı yaşamak daha kolay, yoksa Türkiye’de mi? Orada yaşamaktan memnun musunuz?

        M.I: Memnunum ve iki oğlum var. Altı yıl önce boşandım, çocuklarım orada olduğu için, Paris’te yaşamaktan keyif alıyorum, çünkü sürekli çocuklarımı görüyorum.

        “TÜRK SİNEMASI DAHA CANLI”

        5- Fransız ve Türk sineması birbirinden çok farklı mı? Eğer farklı olduğunu düşünüyorsanız ne gibi farklılıklar ve zıtlaşmalar var, açıklar mısınız?

        M.I: Evet çok farklı, bir kere Türk Sineması daha canlı... Hele bu son yıllarda Türk Sinemasından daha çok üretken filmler çıkmaya başladı ve sayıları arttı, ama bu demektir ki, önümüzdeki yıllarda bir patlama söz konusu olacak. Bu böyle devam edemez, yapımcılarımız ve insanlarımız daha seçici olmak durumundalar.

        6- Oyunculuk açısından Fransa mı, Türkiye mi dersiniz? Hangi ülkede bu iş daha rahat ilerliyor?

        M.I: Burada sektör daha büyük… İmkân olursa burada yapmak isterim, çünkü burada da evim var. Düzgün bir iş ve karakter olursa tercihim burası olur.

        7- Fransa ile yolunuz nasıl kesişti, neden Türkiye’de değilsiniz? Olumsuz şartlar nedeniyle mi?

        M.I: Annem ve babamdan dolayı… İki yaşımdan beri oradayım, çünkü ailem İstanbul’dan Paris’e göç etti, yani ben gözlerimi açtığım andan beri Paris’teyim, ama sık sık geldik buraya.

        “İNTOUCHABLES FİLMİ BENİ ÇOK DUYGULANDIRDI”

        8- Siz de benim gibi Fransız filmlerinin müdavimi misiniz? En çok hangi Fransız filmi aklınızda kaldı ve sizi duygulandırdı?

        M.I: Biraz klişe olacak ama en son izlediğim “İntouchables”… Çok beğendiğim ve duygulandığım bir film oldu. Çünkü konusu basit de olsa oyunculuğu çok düzgün ve hikâyesi de ona keza… Ama daha eskiye gidecek olursak, Jean-Paul Belmondo’yu çok severdim, özellikle de siyah beyaz filmlerini… Düşük bütçelerle çekilmişti o filmler, ama oyunculuk ve hikâyeler çok güzeldi. Bir de sürükleyiciydi tabi… Jean-Luc Godard ve François Truffaut’un filmlerini de severim.

        “TÜRKİYE’NİN VE FRANSA’NIN JEAN CLAUDE VAN DAMME’I OLMAK İSTEMEM”

        9- Kulağıma çalınan bir bilgiye göre, Uzakdoğu sporları ile ilgileniyormuşsunuz, zaten oynadığınız dizilerden tahmin yürütmek kolaydı Aksiyon olmadan olmaz düşüncesindesiniz sanırım?

        M.I: Hayır, hiç değilim, tam tersi. Türkiye’nin ve Fransa’nın Jean-Claude Van Damme’ı olmak istemedim, istemem de. Dramı seviyorum her şeyi oynamak istiyorum. O alana girdiğiniz zaman oradan çıkamıyorsunuz ve üzerinize yapışıyor. Aksiyonu seviyorum ve Uzakdoğu sporları üzerine bir film çektiniz mi derseniz, çekmedim. Aslında böyle bir teklif geldi ama yapmadım. İstemem de…

        10- “Arka Sokaklar”, “Ezel” ve “Muhteşem Yüzyıl” ve “Eve Düşen Yıldırım” dizilerinde yer aldınız. En çok hangi dizi sizi tanımlıyor? Ezel’de oynayan Kenan İmirzalıoğlu’nu oyuncu olarak nasıl değerlendirirsiniz?

        M.I: Oyuncu ve insan olarak Kenan’ı çok beğeniyorum, zaten konuşma fırsatımız da oldu. Kendisini takdir ediyorum. Başka oyuncular da var takdir ettiğim mesela Haluk Bilginer, ve Tuncel Kurtiz çok saygı duyduğum oyuncular. Tuncel Kurtiz’i rahmetle anıyorum. Yukarıda saydığınız dizilerin yanı sıra, Trt’de yayınlanan “Avrupa Avrupa” isimli bir komedi dizisinde oynadım. Kenan gibi 1.90 boyunda bir karaktere ihtiyaçları olduğunu ve oynamak isteyip istemediğimi sordular. Onlara oynayabileceğimi söyledim, kabul etmemin sebebi de denemek içindi. İyi bir tecrübe oldu.

        Bir de “Hicaz” filminde oynadım. Altın Portakal’a aday oldu, ancak bir sonuç elde edemedi.

        11- Sizin isminiz internette hem Memet, hem de Mehmet olarak yazılmış. Bu konuda bizi aydınlatır mısınız?

        M.I: Babam öğretmen ve Nazım Hikmet hayranıydı. Nazım Hikmet’in Memedim şiirini okuduktan sonra bir gün oğlum olursa adını ‘h’siz Memet koyacağım demiş.

        “İSMİM NAZIM HİKMET’TEN GELİYOR”

        12- Bu isim olayı bayağı karışıklık yaratıyor, sanki filmdeki iki kişilikli karakter gibi…

        M.I: Aman aman… (gülüşler) Bazen burada soruyorlar yanlışlık mı oldu diye, ama yanlışlık yok. Edebiyatı bilen buna zaten aşinadır. O Memet Nazım Hikmet’ten geliyor ve özellikle ‘h’ yok. Ben babama olan saygımdan ötürü ismim yanlış yazıldığı zaman düzelttiriyorum. Babam öyle istediği için, bu ismi gururla taşıyorum. Memet olmaktan çok mutluyum. İsmim Fransa’da da sorun yarattı.

        13- Fransız ismi düşünmediniz mi peki?

        M.I: Menejerim ‘Mathieu’ ismini takalım dedi, ama ben istemedim.

        14-Türkiye’deki dizilerde oyuncu olarak devam etmeyi düşünüyor musunuz, ya da Fransız dizilerinde mi yer alayım diyorsunuz?

        M.I: Fransız dizilerinde birkaç proje var ama uzun süreli değil. Uzun süreli bir iş olursa Türk Dizisinde yer almak isterim.

        15- “Son Bir Dans” projesi nasıl gelişti, projeye nasıl dâhil oldunuz?

        M.I: Belçika’da yaşayan bir arkadaşım beni Sümeye ile tanıştırdı, Sümeye de bu karakteri oynar mısın dedi ve aynı günün akşamı kendisini aradım ve bayıldığımı söyledim. Her oyuncunun içinde şizofren bir karakteri oynamak vardır mutlaka. Bu çok standart bir film değil, çünkü değişik bir şekilde yazılmış. Ama zor bir film.

        16- Sümeye Kökten ile çalışmak sizi mutlu etti mi? Kadın yönetmenler hakkında bize neler söylersiniz?

        M.I: İş yapıyorsam benim için kadın erkek fark etmez. Sümeye ile ortak noktamız, işi tutkuyla yapıyor oluşumuz. Eğer işi tutkuyla yaparsanız zor da olsa başarırsınız. Saatinize bakmadan gece gündüz çalışmak önemli… Ben, Tayanç, Hilal ve Sümeye bu filme çok emek verdik.

        “FELSEFE VE PSİKOLOJİ OKUDUM”

        17- Kişilik bölünmesi olan bir adamı canlandırıyorsunuz, biri iyi, diğeri kötü ve film boyunca hangisinin kazanacağını merak ediyoruz, tüm bunlar intikam uğruna mıydı, yoksa başka bir sebebi mi vardı?

        M.I: Felsefe ve Psikoloji okudum. Yüksek Lisans mezunuyum. Karakteri iyi veya kötü diye belirlememek lazım. Örnek renkler… Yeşilin yeşil olduğunu nereden biliyoruz? Çünkü kırmızıyı, kahverengiyi, beyazı ve siyahı biliyoruz. Kıyaslama şansımız var. Bu filmde diyoruz ki, bu adam iyi ve kötü. Neden iyi? Öldüğü için mi iyi? Sevdiği kadını mutlu edememiş, o iyi bir adam mı? Ona âşık olup, evlenmiş ve mutlu olamamış. O adam nasıl iyi bir adam? Adam sabahtan akşama kadar kokain çekiyor, eşi ise başarılı iş kadını ve çalışıyor, ama ona destek olmuyor. O iyi adam ve diğeri kötü, neden? Tutkuyla sevdiği için mi? Ondan daha çok sevdiği için mi kötü? Tüm bunlar soru işareti bırakıyor. Kim iyi, kim kötü? Tutkuyla sevmek mi, yoksa nikâhlı olmasından dolayı mı sevmek yanlış? Nereden baktığınız önemli.

        Tutkuyla bakıp, aşk her şeyden üstün diyen insanlarımız var. Bazıları da kariyerini öne atıp, önce parayı bulmam lazım diye düşünür. Dengeyi bulmak lazım… Kariyer mi önemli, yoksa aşk mı? Anne babadan şefkat gördünüz mü? İnsandan insana değişiyor. Bir kadın olarak hangi açıdan baktığınız da önemli. Örnek: çocuklarınız var mı yok mu? Filmdeki çiftin çocukları yok, birlikteler ama ne kadar birlikteler…? Bu mu iyi adam? Madem seviyorsa sevdiğini her gün ispatlasın. Bakın Hz Muhammed peygamberimiz ne demiş: “Sevenler sevdiğini söylesin.” Sevdiğini söylemezsen kapıyı açık bırakırsın. Bu Budistlerde de geçerli.

        18- Filmdeki kötü olarak adlandırdığımız karakter, sadece bir metafordan mı ibaretti, altyapıda ne vardı?

        M.I: Altyapıda şu vardı: o karakter çok derindi. Özlemi çok seviyordu ve gerçekleri görmek istemiyordu. Özlem onu istemiyorsa Özlem kimi istiyor diye sorguluyordu, şizofrenliği de oradan geliyordu. Karakter, Özlem Tolga’yı istiyor, eğer Tolga’yı istiyorsa ben Tolga da olurum diye düşünüyordu. Mevlana’nın bir lafı var: “kapıya vuruyorum, kim o dediğin zaman, sen kim istersen onu oluyorum” diye… O da onun gibi bir şey. Yani Özlem için herkes oluyor. Mesela bugün Emre onu tutkuyla seviyor, ama Özlem Tolga’dan boşanmıyor. Şunu sorgulamak lazım: Özlem, Tolga için mi yapıyor bunu? Şayet Tolga için yapıyorsa, Tolga bile olurum, çünkü onu seviyorum diyor. Tutkusu onu oraya kadar götürüyor ve o yüzden şizofrenlik durumu geliyor, hatta kendini Tolga sanıyor. Hani ben Tolga olursam o zaman sevecek beni misali…

        19- Peki, tüm bu yaşananlar bir hayal olabilir miydi?

        M.I: Tutku sizi bambaşka yere götürür. Tahmin bile edemezsiniz. Aşk ise; kontrolünüzün dışında gelişir. Sabah kalktığınızda ben Özlem’i düşüneceğim demiyorsunuz, kalkıp o insanı düşünüyorsunuz. Aşk aslında beynimizde var olan seçici beyinden kopuyor. O seçici beyninizi kontrol dahi edemiyorsunuz. Tutku ile aşk bir araya geldiği zaman hiç tahmin edemezsiniz sizi nereye götüreceğini. Hikâye gerçeğe dayalı değil, yani hayal ürünü. Peki, gerçek olabilir mi? Olabilir…

        “AŞK KARAKTERİME ÇOK UZAK”

        20- Madem aşkın konusu açıldı, o zaman aşka dair bir soru soralım. Hiç gerçek bir aşk yaşadınız mı?

        M.I: Yaşamadım, çünkü gerçek karakterime çok uzak. Arkadaşımın eşini her zaman arkadaşım ya da bacım olarak görürüm. Böyle bir duyguyu ancak sinemada yaşayabilirdim. Karakter o kadar zordu ki, filmi çektikten bir hafta sonra bile ağlıyordum, o şizofrenlik durumu mahvetti beni.

        21- Böyle sorunlu bir karaktere hayat verirken neler hissettiniz?

        M.I: Her şeyi hissetmeye çalıştım. Bir de ben her şey mükemmel olsun isteyen biriyim. Emin olmadığım zaman monitöre gelip kontrol ederim. Bu filmde öyle olmadı. Karakteri hisse bıraktım ve monitöre gelip kontrol etmedim. Yaşadığım ve yaşadığımız sahneler ne kadar yansımış onu bilmek isterdim, çok merak ettim.

        22- Benlikten diğer benliğinize atlıyordunuz. Yani kendinize ikinci benlik yaratıyordunuz. Karakter olarak kişilik bölünmesi geçirdiğinizin farkında mıydınız?

        M.I: Bu durum hepimizin günlük hayatında var. Zaman zaman değişiyoruz. Filmdeki karakter o kadar tutkuyla seviyor ki, Emre karakterine dönüştüğü an son buluyor. Yani tamamen kitleniyor. Arabada mesela Tolga ile konuştun mu diye soruyor, yok konuşmadım diye cevap veriyor. Özlem onu hafiften alıyor ve aynı zamanda da sallıyor. Bu yüzden zoruna gidiyor ve Tolga’yı arıyor, şizofrenlik de o şekilde geliyor. Sürtüşme esnasında ise Tolga’nın daha güçlü olduğunu görüyoruz, ama gerçekten bu kadar güçlü mü Tolga? Hayır. O kadar güçlü olsa zaten kokain çekmez. Yok, onu yok beni seviyor derken Tolga ile acayip bir boyuta gidiyorlar ve Tolga’yı öldürüyor. Aslında bunu hesaba katmamış ama tutku öyle bir şey…

        23- Hikâyedeki ‘son bir dans’ repliği size ne ifade ediyordu? Eşinizin sizi sevmediğini mi düşünüyordunuz? Bu karmaşayı o yüzden mi yaşadınız? Kafanızda eşinizi oyuna getirmek gibi bir niyetiniz var mıydı?

        M.I: Her şey tutkuyla gelişti ve tutkuyla gelişen her şey kontrolünüzün dışındadır. Ayrıca tutku çok tehlikelidir.

        24- O zaman böyle bir karakteri seçme sebebiniz psikoloji ile ilintili oluşunuzdu, doğru mu?

        MI: Kesinlikle öyle… O boyutu yaşamak istedim ama tehlikeli olduğunu da unutmadım. Zor olduğunu biliyordum ama bu kadar zor olduğunu düşünmemiştim.

        25- Çevrenizde var mı şizofren insanlar?

        M.I: Psikoloji okurken hastanelerde gezdim. Aslında bir uçurumun kenarındayız. Herkes bir gün geçici bile olsa kafayı oynatabilir. Bu kadar basit işte!

        26- Kafayı oynatmamızın sebebi tutku, stres ya da herhangi başka bir şey olabilir mi?

        M.I: Üst üste gelen şeyler diyelim. Önce babanızı, sonra oğlunuzu ve sonra da başka şeyleri kaybettiğiniz zaman kafayı yemeye başlıyorsunuz ve tahammül edemiyorsunuz.

        “İSTANBUL’UN KENDİNE HAS BİR KOKUSU VAR.”

        27- Türkiye’nin en çok nesini özlediniz?

        M.I: Yemeklerini, insanlarını, kokusunu kısaca her şeyini… İstanbul’un kendine has bir kokusu var. Babam beni çocukluğunda Eminönü’ne götürürdü ve balık ekmek yerdik. Hatta martılara da simit atardık. Babama niye bunu yapıyorsun diye soruyordum. O da bana şöyle cevap veriyordu: “büyüdüğünde babanı hatırlayacaksın.” Birkaç yıl önce babamı kaybettim. Bir gün oyuncu arkadaşımı bekliyordum, Eminönü’ne indim ve orada bir balık ekmek yiyeyim dedim, sonra bir simit aldım, martılara simit atarken de babamı hatırladım. Babam söylemişti buranın bir kokusu var diye, işte aynen o duyguyu yaşadım. İyi ki yaşamışım bu duyguyu dedim.

        28- Fransa’yı bırakıp buraya temelli gelmeyi düşünüyor musunuz?

        M.I: Burada çok kaldığım zaman Paris’i özlüyorum, orada çok kaldığım zaman da Türkiye’yi… Hem Türk, hem Fransız vatandaşıyım, o nedenle annem ve babam gibi hiçbir zaman seçim yapamayacağım. Dizi olursa seve seve burada kalırım.

        29- Son olarak yeni projelerinizi bizimle paylaşırsanız seviniriz.

        M.I: Proje çok ama yapacağınız iş bir tane. Ne zaman motor deriz, o zaman başlarız. Bu sene içinde ikinci filmimiz çıkacak. Brüksel’de çektik. Filmde Ali Sürmeli oynuyor ve mafya filmi.

        Diğer Yazılar