Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Şu sıralar yeni film hazırlığı içinde olan Ümit Ünal ile Dört Kadıköy Kahve Dükkânında keyifli bir sohbet geçirdik. Kendisi mekânı çok beğendiğini söyledi ve biz de seçimimizden ötürü mutlu olduk. Oldukça güler yüzlü ve içten olan Ünal, sohbet havasında ilerleyen söyleşide, bize eski anılarından bahsetti ve özel bilgilerini paylaştı. Söyleşiye başlamadan evvel 25 soru (soruların sayısı sohbetin ortalarına doğru arttı) soracağım size dediğimde, gülerek roman yazacağız diye yanıt verdi. Bayağı kahkaha attık! Ego ve kıskançlığın bulaşmadığı saygıdeğer bir yazar-yönetmen olarak tanıdığımız Ünal, sinema dünyasının el değmemiş ustalarından biri aslında… İyi niyetini sonuna kadar gösteren Ünal, realist tavırlarıyla sinemaya dair her şeyi anlattı. Usta gördüğü kişiler hakkında da bazı detaylar verdi. İyi ki de vermiş!

        Hayatında sinemasını örnek aldığı kişiler gibi sinema yapamadığını açıklayan Ünal, kendine ait bir tarz oturttuğunu çekinmeden itiraf etti. Tarzını çok sevdiğini belirtmeliyiz. Bizi kırmayıp ta kalkıp Cihangirden Kadıköy’e gelen Ünal, vapurla yolculuk yapmanın keyifli olduğunu söyledi, ama çok yakında o vapur sefalarımız mazide kalacak. Çok geç olmadan Ünal o zevki tattı. Ünal’ın en çok şu özelliğini sevdik: sorulara içtenlikle ve uzun uzun cevap veren insanlar nadir bulunduğu için bu bizi çok sevindirdi ve buna ek olarak sohbet etmeyi seviyor oluşu da bizi göklere uçurdu. Şunu net bir şekilde ifade ediyoruz; söyleşi ilerleyen dakikalarda derin bir sohbete doğru akmaya başladı ve duygusal anlar yaşadık.

        Özü sözü bir olan Ünal gerçekten de çok iyi niyetli bir sinemacı… Size her şeyi anlatsın diye ağzının içine bakıyorsunuz ve anlattığı şeylerden kendinize bir ders çıkarıyorsunuz. Yaşamın kodlarını çözmüş, kendini akışa bırakmış, içli, anlayışlı ve özgün işler yapan Ünal’ın her daim başarılı olmasını diliyor ve yolu açık olsun diyoruz.

        1- Milliyet gazetesi senaryo yarışmasında birincilik ödülü alan ‘Teyzem’ filminize Ertem Eğilmez destek olmuş. Bunu Eğilmez hakkında yazdığınız blog sitenizde belirtmişsiniz. Bu konuda bize daha detaylı bilgi verebilir misiniz?

        Ümit Ünal: Aslında Ertem abi ile ödülden önce tanıştık. Daha doğrusu öncelikle Müjde Ar ile tanıştım, ‘Adı Vasfiye’ filminde çalışırken… O sırada “Teyzem”in senaryosu elimdeydi ve Müjde’nin onu okumasını sağladım. Müjde senaryoyu çok beğendi ve ‘Ben bunun film olmasını çok isterim’ dedi ve set dönüşü beni Ertem abi ile tanıştırdı. O kış tanıştık, yarışma ise Mayıs ayında idi. Ben mayısta ödül aldım, film zaten yapılacaktı, ama çekilmesini büyük ölçüde Müjde ve Ertem abi sağladı.

        2- Peki, neden Ertem Eğilmez çekmedi yazdığınız filmi?

        Ü.Ü: Ertem abinin sağlığı çok iyi değildi o dönemde, bildiğim kadarıyla Amfizem hastasıydı. Sağlığı film çekmeye uygun değildi, sadece senaryolara danışmanlık yapıyordu. Müjde’nin ya da Şener Şen’in oynadığı bütün filmlerde senaryo danışmanlığı yapıyordu. Ayrıca da “Milyarder”in senaryosunu birlikte yazdık. Yapımcılık devam ediyordu, ama sağlığı yüzünden yönetmenliği düşünmüyordu.

        3- Yollarınız nasıl kesişti tam olarak?

        Ü.Ü: Aslında Ertem abiyi daha “Teyzem” gündeme gelmeden önce de tanıyordum, adını çok duyuyordum ve onu yönetmen olarak tanıyordum. Sonuçta Hababam Sınıflarının, “Gülen Gözler”in ve “Süt Kardeşler”in yönetmeni olan Ertem Eğilmez’in adını Müjde’den ve Akif abiden çok duyuyordum, ancak kendisiyle İstanbul’a geldiğimde tanıştık. “Teyzem” i okuduktan sonra çok beğendi, fakat değiştirmemi istediği yerler oldu. Benim ilk yazdığım senaryoda flashbackler, geriye dönüşler ve zamanla oynamalar vardı. Film sondan başlayıp, geriye doğru gidiyordu. Ertem abi onları ayıklamamı istedi. Sonra İzmir’e döndüm senaryoyu tekrardan yazdım. Ama ödül kazanan o ilk yazdığım haliydi.

        4- ‘Gölgesizler’ filmini hem senaryolaştırdınız hem de yönettiniz. Bu süreç hakkında bize detaylı bilgi verir misiniz? Nasıl gelişti?

        Ü.Ü: 2008 yılında çektik. “Gölgesizler” aslında Hakan Karahan’ın fikriydi. Hakan Karahan hem filmin yapımcısı, hem de başrol oyuncusuydu. Kitaba çok hayran olduğu için film olmasını istiyordu. Lucy isimli İngiliz bir çevirmen arkadaşım var, Hakan’ın çevirilerini yaptığı için, beni Hakan ile tanıştırdı. Hakan ile tanıştıktan sonra çok iyi anlaştık ve çok birbirimizi sevdik. Ben kitabı o zamana kadar hiç okumamıştım, bunu utanarak söylüyorum. Kitabı okuduktan sonra çok sevdim. Aslında tam benim tarzım diyemem, çünkü yaptığım filmlerde gerçek üstü unsurlar, rüyalar ve zamanla oynamalar vardı. Bazı şeyler daha belirgin ve açık olduğu için seyirciyi gözetir. Ama “Gölgesizler” pek çok şeyin belirsiz bırakıldığı ve her şeyin satır arasında gizli olduğu bir kitap. O yüzden onu uyarlama süreci benim için çok zordu. Senaryosunu yazmamız aylar sürdü. Filmi de Hakan ile tanıştıktan bir yıl falan sonra çektim. Her zaman da şunu söyledim: ‘Bu benim yorumum.’ Başka yönetmen gelse bu kitaptan bambaşka bir film çıkarabilir, çünkü kitap çok engin bir malzeme sunuyor. Gölgesizler yorum katılmadan yapılamayacak bir filmdi. Ben kitabın bir kısmını alıp film yaptım.

        5- Filmin de kitabın da sonu da muallaktı…

        Ü.Ü: Kitap çok daha muallak, bir suçlu seçtim ve her şeyi onun çevresinde örerek kurdum hikâyeyi… Kitapta hikâye fazlasıyla muallakta kalıyor.

        6- Evet, katılıyorum size, ben de sizin gibi çok düşündüm üzerinde…

        Ü.Ü: Üzerinde çok düşünüp satır aralarını yorumladığınızda kitabın hikâyesi çıkıyor, ama sinema bunu kaldıracak bir yer değil. Sinema belli bir akışa göre gitmeli ve seyirci de buna ikna olmalı. Kafasında sorular oluşmaya başladığı anda filmi bırakıyor. Kitap öyle değil. Kitabı bırakıp tekrar başladığınızda o süreç aynen devam eder, hatta geri dönüp olayları detaylı bir şekilde çözebilirsiniz. Ama filmin onuncu dakikasında kafanız karışmaya başladıysa, on beşinci dakikadan sonra zaten seyredemez hale geliyorsunuz Ve kafanız orada takılıp kalıyor. Bu tabi benim kendi deneyimlerimden çıkan bir sonuç, yani benim sinema anlayışım.

        “ERTEM ABİ İLE TANIŞTIĞIMDA 21 YAŞINDAYDIM”

        7- Ertem Eğilmez; ‘Sen çok içli çocuksun yahu!’ demiş ve sonra şunu eklemiş; ‘İyi sinemacı olacaksın, çok iyi olacaksın. Ama biraz bırak böyle her şeyi takma. Çok içlendiğin şeyleri otur kitap olarak yaz, her şeyin sineması olmaz.’ Siz de böyle mi yaptınız, neden size her şeyi takma diyordu ve ‘Her şeyin sineması olmaz!’ diyerek kastettiği neydi?

        Ü.Ü: “Teyzem” ile ilgili bazı detaylar anlatıyordum. “Teyzem” çekildikten sonra biraz hayal kırıklığına uğramıştım, tam istediğim gibi olmadı diye… Çünkü kafaya taktığım bir sürü mesele vardı. Mesela ben İstanbul’u 18 yaşında gördüm. Filmdeki çocuk İstanbul’u daha erken görüp, sonra yine uzun zaman göremiyordu, tekrar gördüğünde ise bilinçlenmiş bir şekilde kafasında İstanbul’u teyzesi ile özdeşleştiriyordu. İlk hatırladığı kartpostal görüntüler, turistik İstanbul’un her şeyiyle güzel oluşuydu. Teyzesini de öyle hatırlıyordu ve tekrar tanıştıklarında teyzesi çıldırmış oluyordu. İstanbul’un kötü taraflarını, delirmiş halini görmeye başlıyordu. Bu aslında yapılabilecek bir şey değil. Sinema; o kadar uçuk bir fikir değil, yani yapılabilecek bir şey ama film istediğim gibi gelişmedi. Böyle şeyler anlatırken, Ertem abi ‘her şeyin sineması olmaz’ sözünü söylemiş sanırım… Ama Ertem abi benim için gerçekten usta olarak andığım önemli isimlerden bir tanesi.

        Hayatta galiba üç kişiyi büyük usta olarak anabiliyorum ve onları sadece sinemayı öğrenmek için usta olarak görmedim. Sonradan yaptığım sinema çok farklı oldu ve onların sinemasına hiç benzemiyor. Ama sinema yapma şeklini, yazma şeklini, insanlara davranmayı, insanlarla nasıl beraber iş yapılacağını büyük ölçüde onlardan öğrendim. Artı Ertem abi ile tanıştığımda 21 yaşındaydım, o da galiba 60’lı yaşlara geliyordu. 86 yılıydı! Tam yaşını hatırlamıyorum ama yaratıcı bir fikir gördüğü zaman ona saygı duyan bir insandı. Ben şimdi yirmili yaşlardaki insanlara onun bana davrandığı gibi davranamıyorum. O çok olgun bir şekilde bana da büyük bir insan gibi davrandı, öyle hatırlıyorum. Saatlerce oturup sohbet ederdik. Bütün hayatına dair detayları, başka insanları ve yaptığı işleri anlatırdı. Zaten inanılmaz bir konuşma yeteneği ve sevdası vardı, çok konuşan çok anlatan bir insandı. Ben de ondan çok şey dinledim ve o dinlediklerimden çok şey öğrendim, benim için yüksek lisans yapmak gibiydi.

        “MİLYARDER FİLMİNDE KÂTİPLİK YAPTIM”

        8- Ertem Eğilmez daha ilk günden sizdeki ışığı görmüş olmalı ki, profilinizi çıkartmış. Şu an hayatta olsa eminim ki sizinle gurur duyardı. Ne düşünüyorsunuz?

        Ü.Ü: İnsan hayatta kendine usta diye bellediği insanları öyle hayal etmek istiyor. Yazıların birinde dile getirdiğim bir şeyi beğenmediği zaman farklı bakardı, beğendiği zaman da susar ve tuhaf bir şekilde gülümserdi. Beğendiği zaman direkt söylemezdi, ama beğendiğini bakışından anlıyordum. Sonuçta ben “Milyarder”de kâtiplik yaptım kendimden bir şey yazmadım, bunu her yerde de söylerim. Onun zaten kafasında hikâyesi vardı, hikâyenin sıralaması ona aitti. Çoğu diyaloğu dikte ederdi ve akşamları da sahneleri hayal etmeye başlar, sonra da onları canlı canlı oynardı. Hatta yazdığım yazımda da dile getirdim. Bir kayıt cihazı almıştık, Ertem abi havaya girdiği zaman ben onun anlattıklarını kaydetmeye başlardım, akşam eve gidince de onları temize çekerdim. Şimdi böyle bir şey yazarken kendimi Ertem abi, Atıf abi ne der ne düşünür diye düşünüyorum. Onlara bir şey beğendirmeye çalışarak geçirdim birkaç yılımı o yüzden etkileniyorum. Hala hiç ölmemişler gibi geliyor. Ölüm fikrini insan kabulleniyor, ama bir noktada sanki bir yerde durup yaptıklarımı izliyorlar gibi geliyor.

        9- Ben inanıyorum bu tarz şeylere bence bizi duyuyorlar gibi geliyor bana…

        Ü.Ü: Benim metafizik inançlarım yok, ama bu insanın kendi kafasında olan bir şey… İnancım olmasa da kafamdaki hatıralara göre düşünüyorum. Ertem abi bazı yazdıklarımı beğenmezdi. Kızdığı zaman çok katı olabiliyordu, ama bana hiç kızmadı, belki küçük olduğum içindi. Bir keresinde pazartesi buluşacaktık tüm hafta sonu çalışmam gerektiği halde yapmamıştım. Pazartesi günü birkaç saat içinde hazırlandım bunu fark etti çok kısa zamanda yazmışsın bunu dedi bugünlük affediyorum git yarın akşama kadar çalışıp gel dedi.

        10- Bence sizi diğerlerinden farklı görüyordu.

        Ü.Ü: Belki de… Kendisiyle çok şefkatli olduğu bir aşamada tanıştık, küçük oluşum etken olabilir.

        “YAZMAK İNSANIN KENDİNİ KEŞFETMESİ İLE ALAKALIDIR”

        11- Yazmak size ne ifade ediyor, yazarken nasıl bir ruh haline bürünüyorsunuz?

        Ü.Ü: Yazmak insanın kendini keşfetmesi ile alakalıdır. Bizim kültürümüz aslında insanın kendini kapatması ve her şeyini saklaması üzerine kuruludur. ‘Kol kırılır yen içinde kalır’ atasözünde olduğu gibi… İnsanlar her şeyi kendi içinde yaşamaya şartlanıyor. Hâlbuki yazmak bunun tam tersidir, kendini açmak anlatmaktır. Hayattan anladığımız şeyi dürüstçe anlatmak bile kendini açmak ile alakalı. Bunları deneyerek öğrendim. Üniversitede sinema okudum, hep yönetmen olmak istedim. Onun öncesinde de ressam olmak istiyordum. Yazmak sonradan gelişti. Yeşilçam’a 21 yaşında girdiğimde yönetmen olmaya imkân yoktu, ben de yazdım, açıkçası tek çıkar yolum buydu. Asistanlık ile yükselme seçeneği de vardı, ama ben de kötü bir asistan olduğum için oradan yürüyemeyeceğimi anlamıştım.

        Önümdeki tek alternatif senaryo yazmak ve sinema yapmaktı. Elimde “Teyzem” gibi bir senaryo olduğu için onu satarak başladım her şeye. Öyle olacağına inandım. Kendim çekmeyi düşünmedim o yıllarda. Bunu bir şekilde senaryo olarak piyasada değerlendireceğimi düşündüm. Sonraki yıllarda Yeşilçam’da senaryo yazarı daha azdı, şimdi diziler sayesinde senaryo yazarlığı daha makbul bir meslek haline geldi. O zamanlar daha zor senaryo yazarı bulunuyordu. İnsanlar Yeşilçam’da roman yazmayı daha saygın bir meslek olarak görüyorlardı. Dolayısıyla peş peşe bir sürü teklif geldi. İlk beş yılda beş tane senaryo yazdım peş pepe o arada kendimi senarist olarak bulmuş oldum. Sonra hikâye yazmaya başladım ve iki tane de roman yazdım. Yazmak bir şekilde parçam oldu. Kafamın işleyişi daha çok görsellikle ilintili… Yazmak benim için misafirlik gibi oldu, çünkü kendimi ait hissettiğim yer sinema.

        12- Peki, yazmak mı daha zor yönetmek mi?

        Ü.Ü: İkisinin de apayrı zorlukları var, ama asıl senaryonun çıkışı benim için daha acı verici ve yaratıcı bir süreç. Sette çok zevkli ve bol bulduğum şeyi uygulayarak yaşıyorum. Setteki ekip kalabalık olduğu için, yardımcı olan çok oluyor ama senaryo yazarken tek başına bir şeyler üretmek zorundasınız, bu bence daha zor! En zoru da hikâye oluşturmak…

        “ERTEM ABİ TANIDIĞIM EN SAMİMİ İNSANLARDAN BİR TANESİYDİ”

        13- Eğilmez’i bize nasıl tanımlarsınız, sizin gözünüzde o nasıl bir yönetmen, ya da nasıl bir sinemacı?

        Ü.Ü: Ertem abi bence tanıdığım en samimi insanlardan bir tanesiydi. Samimi lafı son yıllarda çok kirlendi, o yüzden öyle deyince pişman oluyorum. Ertem abi samimi lafının hakkını veren bir yönetmendi. Uzun uzun sohbet ettiğimizde hayatını da uzun uzun anlatır ve hayatının detaylarını filmlere nasıl koyduğunu açıklardı. Annesi ile küçücük bir hatırasını “Sürtük” filmine koymuş mesela. “Oh Olsun” filminde kendi evliliğinden izler var. Diğer bir sürü tanıdığım yönetmenin tersine gerçekten yaptığı iş ile hayatını iç içe geçirmiş bir insandı. Bence bu kadar kalıcı oluşunun sebebi, mizah ve filmlerin herkese hitap etmesiydi. Onun sırrı bence samimiyet kelimesiydi, yani ortaya konulan işlerin samimi olmasıydı. O zamanın Yeşilçam yönetmenleri tekniğe çok fazla önem vermezlerdi.

        Hikâye doğruysa, senaryo düzgün akıyorsa teknik bir şekilde idare eder diye düşünürlerdi. Mesela siyah beyaz filmler teknik olarak güzel, ama ona rağmen sinemanın teknik tarafını umursamamıştır. Uluslararası alanda büyük bir şey olmaması bence ona bağlı. Türk seyircisi Türk Filmlerine farklı davranıyor. Bütün teknik hataları affediyor ve sesler düzgün olmasa bile onları öyle kabul ediyor. Ama yurt dışında öyle değil. Orada gerçekten yılların getirdiği bir teknik birikim olduğu için o standardın altında olan filmleri kabul etmiyorlar. Bence Ertem Eğilmez’in uluslararası alanda büyük bir yönetmen olamamasının tek sebebi teknik kısmını umursamamış olması. Eğilmez, hem yapımcı, hem de sanatçı olarak gördüğüm en büyük isimdi. İşin ticari tarafıyla samimi tarafını inanılmaz bir şekilde birleştiriyordu.

        14- Sizce şimdi neden Kaba Komedi daha çok izleniyor? Yani ne değişti neden insanlar Kaba Komedi’ye yöneldi? Şu bir gerçek ki; geçmişteki samimiyet şimdi yok. Algımız mı değişti, yoksa dönem mi değişti, sinemaya bakış açımız mı farklılaştı?

        Ü.Ü: Bilemiyorum bence Ertem Eğilmez filmleri hala çok seviliyor ve seyrediliyor. Ama sinemanın alıcısı, alış biçimi değişti. İnsanların çoğu artık DVD’ den ya da televizyondan film seyrediyor. Sinema seyircisi çok farklı… Ertem Eğilmez filmlerinin çok iş yaptığı yani televizyonun bu kadar yoğun olmadığı ve tek kanalın olduğu dönemde, insanlar sinemaya giderdi. Çocukken yazlık sinemaya giderdik ve o bir dışarıya çıkma şekliydi. “Gülen Gözler”, “Neşeli Günler” ve “Hababam Sınıflarını yazlık sinemada seyrettim, sonradan da televizyonda… Yazlık sinema bir sosyal etkinlikti. Şimdi o kalmadı. Çünkü sinemanın alış biçimi değişti. Nüfusun büyük çoğunluğu sinemaya gitmiyor. Gidenlerin çoğunluğu genç ve gelir seviyesi yüksek insanlar. Çoğu senede bir ya da iki kere gidiyor sinemaya. Bir film çıkıyor altı milyon seyirci yapıyor. Onun altında kalanlar birdenbire iki milyona, bir milyona, yüz bine sonra da beş yüze düşüyor. Demek ki, o altı milyonluk seyirci çok ender sinemaya gidiyor. Senede iki film görüyorlar, bu yüzden düzenli bir sinema seyircisi değiller.

        15- Eski Türk filmleri bu yıllarda yapılsa tutmaz diye düşünüyorum.

        Ü.Ü: Bilemiyorum bence sonuçta Ertem Eğilmez geleneğinden gelen Yavuz Turgul’un filmleri her şeye rağmen iş yapıyor. Çağan Irmak’ın “Babam ve Oğlum” filmi de iş yapmış bir film. Belki de artık seyirciyi yakalayacak filmler yapılmıyor.

        16- Ama şimdilerde yeniden Yeşilçam’a geri dönüş başladı.

        Ü.Ü: Seyirciler sonuçta Yeşilçam’ı hiçbir zaman bırakmadılar, ama o filmleri televizyonda seyretmeyi tercih ediyorlar. Televizyon dizileri de büyük ölçüde etkin olduğu için, eski Yeşilçam kendine televizyon dizilerinde yer buldu.

        “ERTEM ABİ’NİN EN SEVDİĞİM FİLMİ “SÜT KARDEŞLER”

        17- En sevdiğiniz Yeşilçam filmi ve yönetmeni diyelim, konu Yeşilçam’dan açılmışken. Var mı aklınızda şu illaki diyebileceğiniz bir şey?

        Ü.Ü: Valla Ertem Abi’nin en sevdiğim filmi “Süt Kardeşler”. “Süt Kardeşler” ne zaman çıksa oturup seyrediyorum. Bir de Lütfü Akat’ın filmlerini çok seviyorum. “Üç Tekerlekli Bisiklet” vardı mesela onu hiç unutmam yıllar önce seyretmiştim. Metin Erksan’ın siyah beyaz dönemine denk gelen “Suçlular Aramızda” veya “Sevmek Zamanı”, filmlerine bayılıyorum. Atıf Abi’nin ise “Ah Güzel İstanbul” ile “Selvi Boylum” filmlerini de beğeniyorum.

        18- Çektiğiniz “Nar” filminde kendinizi hiçbir kişinin yerine koymayın, çünkü her an roller değişir şeklinde bir mesaj alıyoruz. Bunu mu anlatmak istemiştiniz filmde?

        Ü.Ü: Daha doğrusu biraz öyle ama, bir yandan da kendimizi herkesin yerine koymaya çalışalım mesajıydı. Empati dediğimiz şey de o sonuçta! Karşımızdaki insanın gözüyle olaylara bakabilmek… Ben Türkiye’de son yıllarda empati duygusunu büyük ölçüde kaybettiğimizi düşünüyorum ve toplum olarak yaşadığımız sorunlar büyük ölçüde buna bağlı. Kimse kendisini karşısındakinin yerine koyarak düşünemiyor. Hep karşısındakini düşman belleyerek, karşı kutuptan belleyerek, ya da onu yok sayarak davranıyor. Empati duygumuzu kaybetmemiş olsaydık çok daha sağlıklı bir toplum olurduk diye düşünüyorum.

        19- Çok doğru aslında kesinlikle katılıyorum buna. “Nar” hikâye ve yönetmenlik açısından çok orijinal bir film… Sebebi de ‘Merak’ unsurunu sonuna kadar koruması. Ayrıca film hayat dersi veriyor. Doğru mu?

        Ü.Ü: Teşekkür ederim. Benim üç tane kısıtlı mekânlarda geçen üç filmim var. ‘Dokuz’ tek bir odanın içinde geçiyordu. ‘Ara ’filmim de öyle… Kamera sadece filmin sonunda çıkıyordu. “Nar”da da yine çok küçük dış sahneler vardı, ama büyük ölçüde tek bir evin içinde geçiyordu. O tür filmlerde aksiyon çok sınırlı olduğu için, ister istemez bütün aksiyonu senaryoya yüklemek zorundasınız. Senaryonun çatışmalarını, sürprizlerini çok iyi kurmanız lazım. Kamerayı dolaştırabileceğiniz renkli mekânlar ve güzel resimler olursa, seyirci onların heyecanına kapılarak, sizinle beraber o filmi izleyebilir, ama seyirciyi dar bir yere hapsettiğiniz zaman, seyirciye hep yeni fikirler sunmak zorundasınız. O yüzden senaryoları hep öyle kurdum. Sürekli yeni bir şey oluyor, twistler var sonuçta seyircinin dikkatini tutabilmek için, yapabileceğiniz tek şey yeni fikirler sunmak. Yeni bir aksiyon ya da yeni bir resim sunamadığınızda şaşırtıcı bir şey ortaya koymak şart… Senaryoyu da çok sıkı kurmak zorundasınız, senaryo sarktığı zaman seyircinin oyalanabileceği, yani kameranın görebileceği başka bir şey yok. Sadece oyuncu bir şeyler anlatıyor.

        20- Sette yaşadığınız ilginç bir deneyim, var mı bizimle paylaşacağınız?

        Ü.Ü: Çok var, hatırlayamadım şimdi. Benim setlerim çok sakin geçiyor, çünkü asıl yaratım senaryo aşamasında, yani kendimle kavga ettiğim şey büyük ölçüde senaryo aşamasında bitiyor. Ama senaryo bittikten sonra oyuncularla uzun uzun provalar yapıyorum. Pek çok yönetmenin sette yaşadığı tartışmaları setin öncesinde halletmiş oluyorum. Dolayısıyla seti gerçekten yapılmış bir fikrin uygulaması olarak görüyorum. Atıf Abi ve Halit Abi’den ekonomik olmayı öğrendim, çünkü o zamanın şartları onu gerektiriyordu. Filmler On dokuz günde çekiliyordu. Mesela ‘Adı Vasviye’ on dokuz günde çekildi. Ekonomik davranmak, zamandan ve enerjiden tasarruf yapmak şarttı o günlerde. Şimdi ekonomik olarak daha özgürüz. Ama yine de kafam öyle işliyor, boşa harcamak ve boşa nefes tüketmek bana manasız geliyor. Bu yüzden setler hep sakin geçiyor her şey tıkır tıkır işliyor. Çünkü sorun çıkarabilecek her şeyi set öncesi hallediyorum, sadece teknik sorun çıkıyor. Kamera bozuldu, yağmur yağdı vb… Bunların dışında ilginç bir şey olmuyor.

        “SENARYOYU KENDİM YAZDIĞIM ZAMAN ONU FİLME ÇEKMEK ÇOK DAHA KOLAY”

        21- Kendi yazdığınız öyküyü seyirciye daha mı rahat aktarıyorsunuz, yoksa bu sizin için önemsiz bir detay mı?

        Ü.Ü: Bir senaryoyu kendim yazdığım zaman onu filme çekmek çok daha kolay, çünkü kafamda kurmuş oluyorum, bütün detayları biliyorum, o senaryoda neyi niçin söylediğimi biliyorum. Başkasının yazdığı şeyi ne kadar iyi biliyor olsam da, bir sürü detayı kaçırıyor olabilirim. Bir de yazarlıktan, senaryoculuktan geldiğim için çok fazla saygılıyım senaryoya… Dolayısıyla başkasının senaryosunu kesip biçmek o kadar kolay gelmiyor bana. Ya da başkasının yazdığı romanı, hikâyeyi uyarlarken kendimi yeterince özgür hissedemiyorum. O da gereksiz saygıdan. Geçen gün Jodorowsky isimli yönetmenin belgeselini izledim. Jodorowsky ‘The Dune’ filminin uyarlamasını yapmaya çalışmış, ama olamamış. Her şeyi anlatıp; ‘Romana bir geline davranır gibi davranmak lazım’ diyor. Bir yandan çok büyük saygı ve sevgi göstereceksin, ama eve götürdüğünde ırzına geçmeniz lazım. Başka türlü olmaz. Ama bende sevgi saygı kısmı çok ağır basıyor. O yüzden dediğim gibi kendi hikâyelerimi yapmayı tercih ettim.

        “KÜÇÜKLÜKTEN İTİBAREN RESSAM OLMAK İSTİYORDUM”

        22- Sinemacı olmak her zaman aklınızda var mıydı, yoksa bu süreç doğaçlama olarak mı gelişti?

        Ü.Ü: Öyle oldu. Ben küçüklükten itibaren ressam olmak istiyordum. Sinema çok uzak bir dünyaydı. Üniversitede sinema okumak diye bir şey hayaldi. Benim üniversite çağımda tüm Türkiye’de üç sinema okulu vardı. Ama bizim okulun tanıtımını görmüştüm ve sinema okuma fikrine bayılmıştım. Aslında üniversitede olgunlaştı sinemacılığım. Orada başladım, onun öncesinde sadece sinema seyircisiydim ve sinema yapmak bana büyük bir hayal gibi görünüyordu ve hiçbir zaman kendimi o dünyanın içinde hayal edemiyordum. Ama bir yandan da sürekli resim çiziyordum. Bir de küçük küçük oyunlar yazardım. Karagöz oynatırdım. Arkadaşlarımız hala hatırlar çocukluğumuzdan. Mesela kardeşimin doğum gününde Karagöz oynatmışım Kendi Karagözlerimin perdesini hazırlardım. Karagöz oyunlarını eski dilde ezberlerdim. Bir temel vardı ama o 70-80 li yılların Türkiye’sine çok uzak bir dünyaydı.

        23- Son çekeceğiniz filmde Hülya Avşar hem aşçıyı, hem de seri katili canlandırıyor. Sizce Türk halkı seri katil olgusuna nasıl bakıyor?

        Ü.Ü: Türk halkı nasıl bakıyor bilemem, ama bizim filmimiz kara komedi. Seri katil filmi deyince insanların gözünde hemen şiddet vahşet canlanıyor, ama öyle bir şey değil. Çok detaya girmek istemem, ama bizim filmde olaylar karakterin başına geliyor. Kendisi ince planlar yapmıyor. Bir şekilde seyircinin, özellikle de kadın seyircinin çok fazla özdeşleşebileceği bir karakter. Seri katil diyoruz, ama planlar kurup elli kişiyi öldürmüyor. Her şey kara mizah çerçevesinden anlatılıyor.

        24- Yönetmenlik vizyon işi mi sizce?

        Ü.Ü: Tabii ki… Bir yönetmenin her şeyden haberdar olması, bir yandan da çok iyi bir hikâye anlatıcı olması, diğer taraftan da görsel tarafının çok güçlü olması lazım… Bunun yanı sıra; her sanatçı gibi dünyayı iyi gözlemleyip, anlıyor olması şart. Eski insanlarda yaratıcı kişilere saygı vardı, yeni insanlarda o yok.

        25- Kendinize örnek aldığınız ya da yakın bulduğunuz yabancı yönetmen var mı?

        Ü.Ü: Hayran olduğum diyelim, çünkü sürekli değişiyor. Aslında yönetmenlerden çok filmlere hayran oluyorum. Iñárritu’nun her filmini sevmem, ama en son “Birdman” filmine hayran kaldım. Alfonso Cuarón’un da “Children of Men” isimli filmine! Michel Gondry var bir de yıllardır ona hastayım. Cohen Kardeşler de öyle… Eskilerden de Fellini ile Berkman…

        26- Dört tane kitap yazdınız, var mı yeni kitaplar yolda?

        Ü.Ü: Valla bir tane kitap fikri var, ama kitap yazmak gerçekten ayrı bir yoğunlaşma işi yani oturup kapanmak lazım. O sebeple kitap yarım kaldı. Zaman ayırıp tamamlayamadım.

        27- Son olarak aklınızdaki yeni projeleri bize anlatırsanız noktayı koyabiliriz.

        Ü.Ü: Sonbaharda yani Ekim-Kasım gibi çekmeyi planladığımız Hülya Avşar’ın yer alacağı “Sofra Sırları” isimli projemiz var. Bir başka yapımcıyla da adı “Maya” olan bir senaryo üzerinde çalışıyoruz. O da bir vampir filmi. Ama klasik bir vampir filmi değil, “Dokuz” filmime benzeyen tarafları var.

        Diğer Yazılar