Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        If film festivali sona ermesine karşın bir önceki yazımda sona sakladığım iki önemli film hakkında yazacağımdan bahsetmiştim. Karşınızda “Mon Roi” ile “The End Of The Tour”…

        Her iki film de karakterleri karakterlerin dünyalarında meydana gelen olayları merkeze alıyor ve onları hem sevmemize, hem de onlardan nefret etmemize sebep oluyor. Doğruların ve yanlışların ortak bir paydada buluştuğu “Mon Roi” ile “The End Of The Tour” insanların bazı zamanlar karmaşık duygulara kapılacaklarını ifade edip, sabırlı olmamızı öngörüyor. Önemli olan onlardan ne öğrenebileceğimiz… Onları yargılamak ya da hatalarını yüzlerine vurmak bize bir şey katmaz, tam tersine antipatik olduğumuzu ortaya koyar. Aslında en önemli kural tamamen şeffaf olmak…

        Mon Roi (Kralım): Aşk ve gizlilik evliliği öldürür mü? Sorusuyla sarıp sarmalanan film, evlilikteki sorunlara mizahi bir pencereden bakarak onları alaylı bir şekilde perdeye yaftalıyor. Çiftlerin birbirlerini tanımadan önce evlenmelerine karşı sert söylemler getiren hikâye, saklı kalan yönlerin er ya da geç mutlaka ortaya çıkacağını savunuyor. Bunu anlatırken; hızlı akan diyaloglara başvuran yönetmen, Fransızların mizahla ne kadar iç içe olduklarını seyirciye gösteriyor. Mizah ile birleşen ironi; filmi başarılı kılıyor ve iyi bir karakter çatışmasına kucak açıyor. Karakterlerin bilinmeyen korkuları, şüpheleri ve karmaşaları bir şekilde gün yüzüne çıkmış oluyor.

        Aşk, sevinç, hüzün, acı, özlem, tutku, ihtiras ve ihaneti hikâyenin merkezi yapan film, insanın içindeki hezeyanları ve coşkuları yüzeye taşıyarak, bir insanın her duyguyu aynı anda yaşayabileceğinin altını çiziyor. Sondan başa doğru akan film, flashback ve flashforward oyunlarına başvurarak bugün ve dün arasında bir köprü görevi görüp, geçmişi kurcalamanın büyük bir hata olduğuna dair yeşil ışık yakıyor. İniş ve çıkışların çok fazla olduğu hikâye alışılageldik trüklerle ve akıcı diyaloglarla ruhun özünü ortaya koyup direk şu soruyu yöneltiyor: Ruh eşinizi buldunuz mu?

        Ruh eşini bulduklarını sanan bazı çiftler aynı filmde olduğu gibi sürekli kavga edip sınırı aşıyorlar. Mesela bunu filmden bir replikle bağlayalım:

        Tony: “Pisliğin teki değilsin, değil mi? ” Georgio: “Tabii ki hayır, pisliklerin kralıyım ben. Önde gideniyim onların.” Aslında asıl önemli olan kartları açık oynamak, aksi takdirde birliktelikler uzun süreli olmaz ve her iki taraf da yıpranır. Genelde hep ne seninle, ne sensiz deriz, burada da benzer bir durum var, çünkü Tony ve Georgio birbirlerini göremedikleri zaman birbirlerini özlüyorlar, ama yan yana geldiklerinde ise sorunlar baş gösteriyor. Birbirlerine karşı samimi olsalar belki bu kadar sorun yaşamazlar, ancak şu su götürmez bir gerçektir ki; insanlar tıpkı kapalı bir kutu gibidirler ve yalnızca istediklerinde kutuyu açarlar, bu da ilişkilerin yıpranmasına sebebiyet verir. Lafın özü; iyi zamanlar sonsuza dek sürmez mesajını aşk üzerinden anlatan film; çaresiz kalan bir insanın ne denli asabi olabileceğine dikkat çekiyor. Nasıl ki; bir yabancı dil öğrenirken temeli sağlam tutmanız gerekiyorsa, evliliğin ve ilişkinin de temelini sağlam tutmanız gerekiyor ki, tamamıyla çökmesin.

        Bir başka okumayla tahlil edecek olursak; insanları doğrularıyla ve yanlışlarıyla kabul etmemizi öngören film, kimseyi değiştiremeyeceğinizi ve değiştirmeye kalktığınızda ise ters tepeceğini bazı müstehzi sahnelerle ortaya koyuyor. Bir ilişkiye başlamak için önemli olan önce kişinin kendisinin değişmesi… Bu filmi hem romantik komedi, hem de kişisel gelişim kategorisine yerleştirebildiğimiz için filmin derinliği büyük. Zaten mesaj veren filmlerin derinliği genelde büyük olur.

        Sonuç olarak; “Mon Roi” Vincent Cassel’ın Georgio karakteriyle usta oyunculuk sergilediği bir karakter draması… Tipik Fransız filmlerinden farkı olmayan “Mon Roi” karakterler ve diyaloglar arasındaki ince çizgide kendine bir yer edinip, seyirci ile sempatik bir bağ kuruyor. Yalnız önemli bir vurgulama yapmadan yazıyı sonlandırmayalım. Filmin finalini iyi kavramanız için filmdeki tüm sahneleri ve detayları hiç atlamamanız gerekiyor, zira final filmdeki bir sahne ile birebir ilintili… Filmin finaline hayran kalacaksınız, söylemedi demeyin!

        The End Of Tour (Yolun Sonu):

        Bir yazarın duygularını, hayallerini ve hangi ruh hali içerisinde olduğunu anlatan samimi bir film… Rolling Stones dergisinde çalışan yazarın popüler yazarla röportaj yapmak için uzaklara gitmesini ve akabinde başına gelen ilginç olayları perdeye yaftalayan film, yazarların yaratıcı oldukları kadar zaman zaman çok tuhaf davrandıklarına karşı dem vuruyor. Filmdeki en ilginç olay dergi yazarının röportaj yapacağı yazarın evinde kalıyor oluşu… Türkiye’deki röportaj teknikleri ile Amerika’dakileri kıyaslamamıza izin veren film, olayları iki yazarın penceresinden anlatıyor. Yazarların her zaman bilinmeyen tarafları vardır ve onları ortaya çıkaran insanların sayısı oldukça azdır, işte sırf bu sebepten dolayı karşı tarafa doğru soru yöneltmek yeterli olmayabilir. Bazen rahat davranışlarınız ve samimiyetiniz sayesinde karşınızdaki insanın çözülmesini sağlayabilirsiniz. Neticede yazarlar çoğu şeyi tersten düşündükleri için onlarla empati kurarak değişik bir yol izlemeniz gerekir. Tıpkı filmdeki gibi…

        Mesela yazarların bir roman yazarken nasıl bir ruh haline büründükleri her zaman merak konusu olmuştur. Bu merakımızı hikâyeye akıtan yönetmen, bizi özgürce yazarın iç dünyasına doğru ışınlayarak onu tahlil etmemizi istiyor. Tabi ki yazar, yazarı her daim daha iyi anlar, ancak bazen durum bunun tersi de olabilir. Röportaj yapmak hakikaten çok zordur, sebebi de röportaj yaptığınız insanı doğru özümsemediğiniz takdirde ortaya karışık bir iş çıkacağı yönünde… Gelelim filmdeki roman yazarımızın analizine. İki siyah köpeği ile dağınık ama mütevazı kasaba evinde yaşayan roman yazarı, şöhrete yeni kavuşmuş, bağımsız takılan biridir. Ünlüdür ama han ve hamamı yoktur, bir nevi halk adamı gibidir, çünkü ünlülüğe değil düşüncelere önem verir. Belki de dergi yazarı kendisiyle röportaj yapmadan önce bunların hiç birini tahayyül etmemişti, kimbilir…

        Aslında film oldukça sade ama onu özel kılan diyalogları ve bize mesaj ileten sahneleri… Yalnız filmde dikkatimizi çeken bir şey oldu o da şu: Jesse Eisenberg’in gülüşleri… Acaba o gülüşleri bilerek mi yaptı, yoksa doğaçlama olarak mı çıktı, merak ediyoruz. Oldukça ilgi çekiciydi! Eisenberg’in gülüşlerinin oldukça müstehzi olduğunu da dile getirmek gerek. Evhamlı ve sinir hastası gibi davranıyor oluşu da cabası! Farklı bir bakış açısıyla değerlendirirsek; detayların bazıları fazla Amerikan-vari olduğu için filmin belirli sahnelerinde kopukluk yaşamamıza neden oldu. Eğer diyaloglar hedefi tam on ikiden vuramamış olsaydı, film tekdüze kalabilirdi. Karakterlerin içinde bulundukları durumu kavrayıp ona göre performans göstermeleri filmin Amerikan-vari olan detaylarına fazla takılmamamıza vesile oldu.

        Netice itibariyle; sürekli iki karakterin çeperinde gelişen film, sanat, yaşam, bağımlılık (alkol, uyuşturucu), kültür ve depresyon hakkında bize bazı bilgiler verip, dış ve iç dünya arasında bir bağ kurmamızı istedi. Bunun da ötesine giderek; bir yazarın diğer yazarla olan duygusal bağını, fikir ayrılıklarını ve birbirlerine kattıkları yeni fikirleri net bir biçimde filme monte etti.

        Diğer Yazılar