Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Binlerce yıllık kadim bir şehir olarak İstanbul, kadının tarihini ne kadar anlatıyor, heykelleri, mekanları, sokak isimleriyle kadın belleğini ve hikayesini ne kadar yansıtıyor? Sadece kadını değil, toplumsal cinsiyet eşitliği ve toplumsal çeşitlilik açısından yaklaşınca bütün diğer cinsleri, diğer ötekileri ne kadar bütünleştiriyor hafıza ve hatıralarımızla?

        Nokta atışıyla Kız Kulesi ya da Mihrimah Sultan Camii demeyin. Bazen insan kendi kısa tarih ve hikayesini bile bulamıyor İstanbul’da. Michael Ende’nin Bitmeyecek Öykü romanındaki gibi, insanlar hikaye anlatmayı bıraktığı için koskoca bir kara deliğe dönüşen dünyayı andırabiliyor şehir. Hafızası boşaldığı, hatırlamadığı, hikaye anlatmadığı için…

        İşte “Feminist Pedagoji: Müzeler, Hafıza Mekanları ve Hatırlama Pratikleri” başlığının bir parçası da bu. “İstanbul Kadın Müzesi” ve Sabancı Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Mükemmeliyet Merkezi “SU Gender” işbirliğiyle İstanbul’da düzenlenen 1. Asya ve Avrupa Kadın Müzeleri Konferansı öncesi ana figürlerle sohbet ediyoruz. İstanbul Kadın Müzesi küratörü Meral Akkent, SU Gender YK üyesi Ayşecan Terzioğlu, koordinatör Begüm Acar, Uluslararası Müzeler Konseyi (ICOM) Başkanı Suay Aksoy ve İstanbul Kadın Kültür Vakfı Başkanı Gülümser Yıldırım bilgi veriyor.

        Dünyada 88 kadın müzesi var. İstanbul Kadın Müzesi Türkiye’de bir ilk ve tek. Modern çağda müzecilik artık salt koleksiyon sergilemekten ibaret değil, interaktif bir deneyim. Biçim ve içerik bakımından toplumsal çeşitliliği anlatması gerekiyor. Kadın müzeleri sadece kadını değil, başka cinsleri, toplumda savrulmuşları da temsil ediyor. Kadın eşyalarını sergilemek değil mesele, hafızamızın kilometre taşları olan şehirler, anıtlar, mekanlarla hafıza pratiklerini geliştirmek. Şehre derinlemesine başka gözle bakmak. Eril dille anlatılmış tarihi irdelemek, Türk ve Müslüman olmayan kadınları yok sayan geleneksel toplumsal cinsiyet rollerine saplanmışlığı aşabilmek.

        Feminist pedagoji bugün dünyada genelgeçer eğitim sistemlerinde olmayan ne varsa, onları içeriyor. İnsanların birbirini farklılıklarıyla kabul etmesi için çıkılan uzun yolculuğun başlangıcı olarak bir öğretme ve öğrenme süreci… Cinsiyet, ırk ve sınıf ayrımı, homofobi ve birlikte yaşamayı engelleyen diğer tüm yıkıcı öğelere karşı bir disiplin.

        Müzeler ve hafıza mekanları kolektif hafızayı şekillendirirken, kolektif geçmiş ve bugüne ilişkin bilgi de üretir. Ancak birçok müze ve hafıza mekanı geleneksel toplumsal cinsiyet rollerine eleştirel bakış açısı getiremiyor, eşitsizlikleri ve toplumsal cinsiyete bağlı normları üretmeye devam ediyor. “Feminist Pedagoji: Müzeler, Hafıza Mekanları ve Hatırlama Pratikleri Konferansı” da, alternatif bir hafıza ve hatırlama kültürü geliştiren feminist pedagoji uygulamalarını tartışmak ve deneyimleri paylaşmak amacıyla düzenleniyor.

        ŞİDDETİ GÖRSELLEŞTİRMEMEK

        Çeşitli atölye çalışmalarını da içeren üç günlük konferans programının önemli bir konusu da içinde bulunduğumuz küresel şiddet sarmalı. Toplumsal ve bireysel şiddet ve savaş suçları “şiddeti görselleştirmeden” nasıl anlatılabilir? İstanbul Kadın Müzesi’nin hazırladığı “İfşa Etmeden?” sergisinde buluyorsunuz yanıtını. Dünya kadın müzelerinin geçmiş sergilerinden örneklerin yer aldığı sergide, şiddet içeren bir tarih veya hafızanın şiddet fotoğrafları kullanılmadan nasıl hikayeleştirilebileceği anlatılıyor.

        Şiddeti görselleştirmeden hatırlamanın diğer bir pratiği de bu yıl Nobel Barış Ödülü oluyor… DEAŞ kölesi olarak kâbusu yaşayıp savaşta cinsel şiddetin silah olarak kullanılmasına savaş açan Iraklı Ezidi kızı Nadia Murad, Kongolu Dr. Denis Mukwege ile paylaşıyor ödülü.

        Konferanstaki atölyelerden biri de “Kadınlara karşı işlenen savaş suçlarının görünür kılınması”. Tokyo’daki “Savaş ve Barışa Dair Aktif Kadın Müzesi” Direktörü Mina Watanabe, projenin nasıl hayata geçiridiğini anlatıyor.

        Tokyo'daki “Savaş ve Barışa Dair Aktif Kadın Müzesi”nden bir kesit.

        “YIKILDI, ÇÜNKÜ TARİHİ ESER DEĞİLDİ”

        Sunumlar arasında ODTÜ Sosyoloji Bölümü’nden doktora öğrencisi Meral Akbaş’ın çalışması çok çarpıcı: Ankara Ulucanlar Cezaevi Müzesi’nde geçiyor. Gardiyan kıyafetli görevli “boşluğa” işaret edip; “Yıkıldı, çünkü tarihi eser değildi!” diyor. Tarihi olmadığı için yıkılan o yer, çok da uzak olmayan bir zamanda tutuklu kadınların koğuşuydu. Müze mekanına dahil edilmeyen, bugün restoran olarak kullanılıp özel davetlere açılan boş alan da yine kadınlar koğuşuydu. Feride Çiçekoğlu’nun aynı adlı anı-romanından uyarlanan, cezaevindeki tutuklu kadınların gündelik hayatlarını, sevinç, yas ve umutlarını anlatan “Uçurtmayı Vurmasınlar” filmi de orada çekilmişti. Ama bugün Ulucanlar’ın müze olan mekanında kadın hikayeleri “görünmez” kılınıp “tarihsizleştirilmiş” ve “cinsiyetsizleştirilmiş”.

        CİNS ADIMLAR: HAFIZA YÜRÜYÜŞLERİ

        İstanbul’daki belirli “sivil” heykellerin toplumsal cinsiyet temelli analizi de var atölye çalışmalarında. “Bu heykeller kadınlara ve erkeklere nasıl mesajlar veriyor? Hem kelimenin gerçek anlamıyla hem de mecazi anlamda ‘bu yükseklere koyduklarımız’ kimler?” soruları soruluyor.

        Sonra yarının programında SU Gender’in “Cins Adımlar: Toplumsal Cinsiyet ve Hafıza Yürüyüşleri” ekibiyle Balat yürüyüşü var mesela. Soru şu: Yaşadığımız şehri ne kadar tanıyoruz. Bir yerin en güzel parkını, en iyi müzesini, en büyük sarayını görmek/bilmek şehri tanımamız için yeterli mi? Binalar, lokanta ve kafeler bizi şehrin tarihiyle bir araya getirebiliyor mu? Toplumsal hafızadaki suskunluklar şehrin mekanlarına, sokak ve parklarına nasıl yansıyor?

        O mekanlarda hiç farkında olmadığımız kadın hikayeleri var mı?

        Tüm mekanlardan bağımsız İstanbul Kadın Müzesi’nin sanal koridorlarında bir tura çıkıyorum. Kimler yok ki! Bizanslı Kassia (810-867) mesela; eserleri günümüze ulaşan dünyanın bilinen ilk kadın bestecisi. İstanbul'un yedinci tepesi olan Xerolophos'da (Samatya - Çapa - Cerrahpaşa bölgesi), kendi adıyla anılan bir manastır kurar ve yaşamını bu manastırı yönetip besteler yaparak ve yazarak sürdürür.

        Ya da İmparatoriçe 1.Theodora (500-548); Muhtaç sanatçı kadınlar için bilinen ilk koruma ve hizmet evlerini açmıştı. Boğaz’ın Asya yakasında bir sarayı yeniden düzenletmiş, sanatçı kadınların hayatına önemli bir katkıda bulunmuştu. Kız çocuğu köle ticaretini, kadına şiddeti yasaklayan kanunlar onun sayesinde çıkmıştı; kız ve oğlan çocuklarına eşit miras hakkı da onun eseriydi.

        Kayseri Talas doğumlu Mari Gerekmezyan mesela; İlk Ermeni kadın heykeltıraş. Yahya Kemal, Bedri Rahmi büstleri yapmıştı. Ölüm yeri İstanbul’du.

        Üsküdar doğumlu Zabel Yesayan mesela; Osmanlı toplumunda antimilitarist hareketin öncüsü, ilk Ermeni sosyalist feminist kadın yazar; "Savaşın yanı başımızda olduğunun bilincindeyiz, fakat yine de sakin ve tekdüze hayatımıza devam ediyoruz" demişti.

        Zabel Yesayan (1878 - 1943)

        Veya Nuriye Ulviye Mevlan; Osmanlı İmparatorluğu'nun ilk feminist kadın dergisinin kurucusu ve sahibi. “Kadınlar İş Bekliyor” makalesinde şöyle yazar: “Kadınların hayatlarını kazanmasına mani olanların bir bahaneleri de, kadınların cehalet ve tecrübesizlikleridir. Acaba ticaret ile temin-i maişet eden erkekler, ticaret mektebinden mi neşet etmişlerdir, Yoksa tahsil-i âli mi görmüşlerdir? Yüzde sekseninin okuma-yazma bilmediği meydandadır!”

        Nuriye Ulviye Mevlan (1893-1964)

        Diğer Yazılar