Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Evet Al Gore 2000 seçimini oğul Bush'a kaybetti ama o sayede bir Barış Nobel'i, bir de Oscar sahibi oldu. O yenilgiden sonra kendisini tamamen küresel ısınmayla mücadeleye adayan Gore, iklim değişikliğiyle gelecek felaketleri anlattığı “Uygunsuz Gerçek” belgeseliyle 2007'de Akademi ödülü ve Nobel'i kazandı. Yıllar önce İstanbul'da verdiği konferansı izlemiştim; “Ben aslında başkan olacaktım” diye başlamıştı konuşmasına. Aynı espri belgeselde de vardı. Demokrat Partili Gore başkan olsaydı, Milenyum tarihi farklı yazılacaktı. Bush kaybetseydi, Başkan Yardımcısı Dick Cheney eliyle ve yalan dolanla Irak işgali olmayacaktı meselâ.

        Gore'un mücadelesi özellikle Trump devrinde Amerikan iklim politikalarını etkilemedi ama bireysel davranışlara mutlaka katkısı olmuştur. Mesela Arnold Schwarzenegger'in Gore'dan etkilenip Hummer kullanmayı bırakması gibi.

        Al Gore'un "Uygunsuz Gerçek" belgeseli, en iyi şarkıyla birlikte iki Oscar ödülü aldı.
        Al Gore'un "Uygunsuz Gerçek" belgeseli, en iyi şarkıyla birlikte iki Oscar ödülü aldı.

        İstanbul'un sayım tartışmasında, ABD'de 2000 seçiminin sonucunu belirleyen Florida'daki 36 günlük yeniden sayım faslına sıkça gönderme yapılıyor. Mahkemede biten seçimi George W. Bush 537 oy farkıyla kazandı ama o fark Florida'da ortaya çıkan farktı ve “kazanan hepsini alır” yöntemiyle eyaletteki 29 delegeyi de kazanıp başkanlığının ilan edilmesiyle ilgiliydi. Oysa ülke genelinde Gore 540 bin 520 halk oyu farkıyla geçmişti Bush'u. Ancak başkan direkt halk oyuyla seçilmediği için seçiciler kurulu (electoral college) sonuçları 266'ya karşı 271'le Bush'un lehindeydi. Eyaletlerin Temsilciler Meclisi'ndeki temsil sayısı ve artı iki senatöre göre belirlenmiş 538 üyeli seçiciler kurulundan 270 delgeyi kazanmak yeterliydi kazanmak için. O seçimde bir delege de çekimser kalmıştı.

        HALK OYUNA RAĞMEN KAYBETMEK!

        Sayısal bakıldığında Hillary Clinton'ın 2016 seçimindeki yenilgisi çok daha dramatik bir farkı anlatıyor. Clinton, Cumhuriyetçi Partili rakibi Trump'ı halk oyu bazında 3 milyon farkla geçmesine rağmen kaybetti. Trump seçililer kurulunda 227'ye karşı 304'le kazandı; yedi seçici, desteklediği adaya oyunu kullanmadı.

        Hillary kazansaydı uluslararası ilişkilerde bu kadar sert bir iklim yaşanmayacaktı muhtemelen. ABD saatiyle her sabah Twitter'dan savrulan tehditlere maruz kalmayacaktı dünya; NATO müttefikleri de dahil. Meksikalı göçmenlere “azılı suçlu, tecavüzcü” gibi hakaretler savrulup mezalim uygulanmayacak, çocuklar hunharca ailelerinden koparılmayacaktı. ABD Büyükelçiliği Kudüs'e taşınmayacak, işgal altındaki Golan Tepeleri, BM kararlarına rağmen İsrail toprağı olarak tanınmayacaktı büyük ihtimal.

        ADİL SEÇİMLE ADALETSİZLİK

        Bush'un Ortadoğu'ya bıraktığı korkunç mirastan Trump'ın uygulamalarına, adalet aramak mümkün değil. Ancak Amerikan seçim sistemi adalet temelinde kurgulanmış bulunuyor. Ya da öyle varsayılıyor. 1787'de Philadelphia'da toplanan Anayasa Kongresi'nde Kurucu Babalar federal yapıyı çatarken, küçük eyaletlerin de seçimde temsil ettikleri oranda hakça pay sahibi olabilmesi için seçiciler kurulu yöntemini getirdiler. Çünkü doğrudan halk oyu yöntemiyle birliğin sağlanması mümkün değildi. Kalabalık nüfuslu eyaletler başkanı belirleyecekti. Örneğin California en büyük söz sahibi olacaktı. Oysa 2016 seçiminde Hillary Clinton, 55 seçici üyesiyle California'yı aldığı halde seçimi kazanamadı. Geri kalan 49 eyalet Trump'a Beyaz Saray yolunu açtı.

        DEMOKRATLARDAN DEĞİŞİKLİK TEKLİFİ

        Seçiciler kurulu, federatif yapı için bulunmuş en mükemmel yöntem olarak görülse de, anti-demokratik bir sistem olduğu eleştirisi de yapılıyor. Verilen her bir oyla halk iradesinin seçim sonucuna yansıması gerektiği söyleniyor. Halkın yüzde 65'i de başkanın doğrudan halk oyuyla seçilmesinden yana. “Kazanan hepsini alır” sisteminde bir sakınca da adayların seçim kampanyalarını sadece sonucu belirleyecek zorlu eyaletlerde yoğunlaştırması. Örneğin 2016 seçiminde siyasi çalışmaların yüzde 94'ü sadece 12 kritik eyalette cereyan etmiş.

        İki seçimde daha yüksek halk oyuna rağmen Beyaz Saray'ı kaybeden Demokratlar sistem değişikliğini nice zamandır savunuyor. Şimdi 2020 seçimi için geri sayım ortamında daha yaygın biçimde dillendiriyorlar. Ve harekete de geçtiler. Demokrat Partili dört senatör, seçiciler kurulunun kaldırılması için Anayasa değişikliği teklifi verdi. Brian Schatz öncülüğündeki senatörler arasında başkan aday adaylığını açıklayan Kirsten Gillibrand da var. Partinin diğer aday adaylarından Senatör Elizabeth Warren da, “Benim görüşüme göre her bir oy değerlidir. Kurtulalım şu seçiciler kurulundan” diyor. Aday adayları Beto O'Rourke ve Senatör Kamala Harris de aynı yönde görüş açıkladılar.

        Demokrat aday adaylarından Beto O'Rourke, halk oyuyla seçimden yana.
        Demokrat aday adaylarından Beto O'Rourke, halk oyuyla seçimden yana.

        Ancak doğrudan halk oyuyla seçim fikrine Cumhuriyetçiler sıcak bakmıyor. Senatör Lindsey Graham, Warren'ın talebine cevaben “Demokratlar kırsal kesimin siyasi etkisini yok etmek istiyor” diyor ki, bu tam da gerçeği yansıtmıyor. Çünkü kırsal oyların ağırlıkta olduğu eyaletlerle küçük eyaletler mevcut sistemde de seçim sonucunda belirleyici değil.

        Trump'a gelince; onun görüşü konjonktüre göre değişiyor. 2012'de seçiciler kurulunun demokrasi için bir felaket olduğunu söylemişti. Ancak 2016 seçimini kazanınca, seçiciler kurulu kaldırıldığı takdirde küçük eyaletler ile Orta Batı'nın gücünü tamamen kaybedeceğini söyledi. Analistlere göre ise küçük en tepedeki 10 kırsal eyaletin seçiciler sisteminden fayda sağladığını söylemek tamamen abes.

        Aşırı sağda ise ırk tabanlı itiraz var; seçiciler kurulunun kaldırılması halinde beyaz oyların dezavantajlı konuma düşeceği ve başkanlık seçiminde hiç söz sahibi olmayacakları derdindeler. Acaba Kurucu Babalar böyle bir kaygı duymuş muydu?

        Diğer Yazılar