Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Dolunay altında muhteşem bir Aspendos gecesiydi, haziran ayı olduğu için Antalya’nın bunaltıcı sıcağı bastırmamıştı henüz. Sahnede Gürer Aykal yönetiminde Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Beethoven’den 9’uncuyu seslendiriyor. Amfiteatr topluluğu alabildiğine kozmopolit. Biz İstanbullular, Manavgat köylerinden gelmiş rengarenk şalvarlı kucağı bebeli kadınlar, yanlarında getirdikleri şaraplarını cam kadehlerden içen Fransız turistler ve daha uzak sıralarda iyice seçemediğim farklı seyirci/dinleyiciler. Konser bitince, havada asılı duran ızgara köfte kokusu altında yollarımız ayrılacak ama mehtap altında müziği dinlerken neşeye övgüde birleşiyoruz…

        Ludwig van Beethoven’in 250’nci doğum yılı nedeniyle biri müzikolog diğeri şarkı yazarı iki Amerikalının dört bölümlük podcast dizisini dinlerken, artık çok geçmişte kalan o geceyi hatırladım. Daha doğrusu o gecenin multikültürel dokusunu. Çünkü New York Filarmoni sanatçılarıyla, besteci, orkestra şefi ve müzik akademisyenlerinin de katıldığı yayında söylenen şuydu: Tamam Beethoven büyük bir üstattı, ancak klasik müzik onun mirasıyla beyaz elitizmin sembolü haline geldiği için bu türde güncel yaratıcılığa alan kalmadı! “Seçkin“ derken zengin beyazları, o sınıfın kendine atfettiği üstünlüğü kastediyorlar; O gece Aspendos’ta asla olmadığımız yekpare bir sınıftan bahsediyorlar.

        Bahsedenler müzikolog Nate Sloan ve şarkı yazarı Charlie Harding. Esas iştigal alanları pop müziğin günümüz kültürü içindeki kodlarını çözmek. Vox.com haber sitesindeki “Switched on Pop“ podcast'lerinde pop müziğin tarihten aldığı esinleri, şarkı sözlerindeki Shakespeare izlerini filan da deşifre ediyorlarmış. Daha önce dinlemişliğim yok. Alman müzik eleştirmenlerinin, Beethoven’e yapıştırılan imaja şiddetli itirazlarla döşendikleri yazılar üzerine farkına vardım.

        250’nci doğum yılı nedeniyle Alman besteciyi 5’inci Senfoni temelinde ele alıp modern kültürdeki yerini; dünyanın en iyi bilinen, hemen her yerde kulağa çalınan o ilk dört notası “ta ta ta taaa“nın tılsımını tartışıyorlar. New York Filarmoni’nin müzik direktörü Jaap van Zweden, “Bu senfoniyi ne zaman seslendirsek havada bir gerginlik olur. O ilk dört nota büyük ustalık gerektirir; 60 müzisyen mükemmel bir uyum içinde olmalıdır, çünkü bütün senfoni o notalar üzerinden akar gider“ diyor.

        REKLAM

        Orkestranın tek siyah üyesi olan klarnetçi Anthony McGill ise şöyle konuşuyor: “Beethoven eserleri aşırı önemsendiği için, yeni müzisyenlerle yeni fikirlere reel zamanda gereken değer verilemiyor. Sanki dünyada başka müzik yokmuş, Beethoven bütün zamanların müziğini yapıp bitirmiş gibi davranırsanız, dinleyici kitlesi de yeni janrlara kapalı olur. Bu yüzden bugünün Beethoven’leri olabilecek besteciler görmezden geliniyor.“

        “O NOTALAR FRANSIZ DEVRİMİ'Nİ ANLATIR“

        Sloan ve Harding ikilisi bu silsileyi Vox’ta kaleme de dökmüş. 1808’de ilk kez seslendirildiği günden bu yana 5’inci Senfoni‘deki güçlü giriş notalarının Beethoven’in giderek ağırlaşan işitme kaybına bir direniş ve başkaldırı olarak yorumlandığını, fakat bunun varlıklı iktidar sınıfı tarafından dikte edildiğini, senfoniyi beyaz erkek üstünlükçülüğünün sembolü haline getirdiklerini yazıyorlar. Oysa diğer bazı gruplara göre – kadınlar, LGBTİ bireyler ve siyahlar – senfoni, klasik müziğin dışlayıcı ve elitist tavrını simgeliyormuş.

        Doğru, 5’nci Senfoni Beethoven’in “kader senfonisi“ olarak anılır. Bestecinin sekreteri ve biyografi yazarı Anton Schindler’in aktardığına göre sağırlığa başkaldırı olan giriş notaları için “Kader kapıyı böyle çalar“ demiştir Beethoven. Ancak Bonn’daki Beethoven Arşivi uzmanları, Schindler’in hakikati süslediği ve “kader“ kavramının problemli olduğu görüşündeler. Sağırlık bir trajediydi, piyanist hayatı bitmişti artık, ancak siyaset ve felsefeyle de ilgilenen Beethoven, Fransız Devrimi’nin özgürlük, eşitlik, ve kardeşlik ideallerine duyduğu heyecanla devrim müziklerinden motifler almış, bir ihtimal o dört notayla da devrime selam göndermişti. Nitekim Fransız şef François Xavier-Roth’un 5’nci Senfoni’yi bir devrim ve zafer marşı coşkusuyla icra etmesi de örnek gösterilir. İşte böyle...

        REKLAM

        Fakat Sloan ve Harding’in çizdiği profil, devrim ideallerine hayli yabancı… Mozart zamanlarında, 1700’lerin sonlarında avam sınıfı el çırpıp tempo tutarak yüksek nidalarla şen şakrak müzik dinlerken, 1800’lerde endüstri devrimiyle birlikte yeni sermaye sınıfının konser salonlarına hakim olması, ağır kılık kıyafet ve “müzik ortasında alkış tutulmaz“ gibi yeni etiket kuralları oluşturmuş, klasik müzik de bu doğrultuda değişime uğramış.

        Bu sınıfsal dönüşümde, klasik müziğin ciddiyete meyletmesinde doğruluk payı var elbette. Ancak halk kitlelerini dışlayan yeni kültürel iklimde, hakim sınıfın Beethoven’i araçsallaştırmasında bestecinin dahli olabilir mi? Alman müzik eleştirmenlerinin de itiraz ettiği üzere Beethoven’e biçilen bu sorumluluk payı, ABD’den çıkıp giderek globalleşen "iptal kültürü"nün eseri olamaz mı?

        Siyahların klasik müzik aleminden dışlandığı iddiası ABD’de yükselen ırkçılık karşıtı dalgaya özgü bir tavır gibi görünüyor. Geçen aylarda New York Times’ta yayınlanan bir yazıda klasik müzik dünyası, ırkçılık sorununa yeterince eğilmemekle suçlanıyordu. Beyaz Avrupa modeline göre şekillenen Amerikan müzik kurumları geçmişin klasik müzik eserleri ve operalarıyla yaşadığı için ırk eşitliği konusunda toplumdaki ilerlemenin gerisinde kalıyordu.

        YIL BOYUNCA BEETHOVEN’İ YASAKLAMAK

        Sloan ve Harding’in anlatımıyla ABD’deki orkestraların yıllık repertuvarı klasik müziği kimin temsil ettiğine dair bir imajı yayıyor, Beethoven sürekli rotasyonda olduğu için yeni müzisyenlere yer açılmıyordu. Podcast'e katılan akademisyen müzikolog Andrea Moore’un önerisi, büyük bestecilerin doğum yıllarında dünya çapında moratoryum ilan edilip o bestecilere ait eserlerin hiç canlı çalınmaması şeklinde. Beethoven 16 Aralık 1770 doğumlu, yani aslında daha doğum günü gelmedi.

        Andrea Moore bu görüşünü yılın başlarında Chicago Tribune’deki yazısında dile getirmiş, Chicago Senfoni Orkestrası’nın yıllık programında Beethoven’in dokuz senfonisinin de bulunduğuna işaret ederek şu öneride bulunmuştu: “Klasik müzik kültürü bu yıldönümlerine dayanamıyor. 2006’da Mozart’ın 250’nci doğum yılı çok yaygın biçimde kutlandı; 2000’de de Bach’ın 250’nci ölüm yılı. Ama bunlar eserleri hiç çalınmayan besteciler değil ki zaten, tam tersi. Daha fazla Beethoven çalmak, aynının tekrarı oluyor, yeni müzikler teşvik edilemiyor. Besteciyi onurlandırmak için köklü bir öneride bulunmak istiyorum. Yıl boyunca Beethoven müziğini susturup repertuvarları yeni müziklerle donatmak, sonra da Beethoven eserlerini yeniden canlı dinlemek daha şevk verici olmaz mıydı? Beethoven’in 200’üncü ölüm yılına yedi yıl gibi kısa bir süre kaldı. Zamanı geldiğinde bir yıllığına istirahate çekebiliriz. ”

        ABD’de klasik müzik konseri ve operaya gitmeyi ayrıcalık zanneden bir beyaz elitizmi geçerli olabilir. ABD’de konsere, operaya gitmiş değilim ama Berlin Filarmoni’yi, Viyana Operası’nı bilirim; üstten bakan toptan bir kitleye rastlayamazsınız. (Berlin Filarmoni’de yanımda oturan Hint kökenli Amerikalı kadının konser boyunca cep telefonundan mesajlaştığını da söylemeliyim, hem de cık cık tuş sesiyle!)

        Aspendos’ta 9’uncu Senfoni, açık hava atmosferinin teklifsizliği nedeniyle heterojen kitleyi bir araya getirmiş olabilir. Ama kapandığı güne kadar AKM’deki opera temsillerinin de müdavimiydim. Yeni AKM projesi bağlamındaki “Artık sadece zengin ve elitler değil, halk da gidecek” söyleminin aksine, ayağına jean çekmiş öğrenciler 5 liraya opera izleyebiliyordu o büyük salonda.

        Diğer Yazılar