Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Başlığı okuyunca çok soğuk bir kız olduğunu sanmayın. Soğuk memlekette doğmuş büyümüş, karı-kışı seviyor ama sanılanın aksine samimi ve güler yüzlü biri Fahriye Evcen. L’oreal Paris’in yeni güzellik elçisi Evcen’le havalardan girdik, güzellikten konuştuk, sinemayla bitirdik

        Ocağın ortası... Hava buz gibi... Boğaz’ın kenarında Four Seasons Istanbul at the Bosphorus’un terasında incecik tül bir elbiseyle ancak bir Avrupalı titremeden dolaşabilir. Islak mermer zeminde incecik topuklarla düşmeden ancak bir star salına salına yürüyebilir. Fahriye Evcen fotoğraf çekimi boyunca yüzündeki gülümseme eksilmeden, motivasyonu düşmeden, samimiyetle poz verdi. Hakkında kaprisli maprisli diye yazıp çiziyorlar ya, 3 derecede Boğaz kenarında çekim yaparken gıkı çıkmadıysa, daha da kimse beni buna inandıramaz.

        Hiç üşümedin, bunu Avrupalı olmana bağladım. İzmir’den ilk geldiğim yıl soğuktan ağladığımı biliyorum.

        Herkesten bunu duyuyorum, ben tam aksini yaşadım. Almanya ile İstanbul’un iklimi çok farklı. Ne kadar soğuk memleket diye... (Gülüyor.) Banaysa ilk geldiğim senelerde inanılmaz sıcak geliyordu ve gerçekten geceleri çok rahatsız olduğum zamanlar oldu. Hâlâ da öyle. Çocukluğumu orada geçirdiğim için bünyem soğuğa alışık ve inanılmaz dayanıklıyım. Ayrıca severim de soğuğu. Biraz sıcak olsa hemen “Yok mu soğuk bir ortam?” diye aranıyorum.

        ■ Sana güzel bir haber vereyim o zaman, önümüzdeki yıllarda mini bir buzul çağına girebileceğimizi söylüyor uzmanlar...

        Güzel! Şuna çok üzülüyorum, kış mevsiminde biraz yağmur ve kar yağdığında söyleniyoruz. Aslında bu olması gereken. Mini buzul çağı da dengeyi bozar mı bilemiyorum ama ne kadar sürecekmiş?

        ■ Çok değil bir 300 yıl kadar diyorlar!

        Oh! (Gülüyor.)

        ■ Boğaz’ın donacağından bahsediliyor. Bakalım buna ne diyeceksin?

        Benim için harika.

        ■ Ciddi olamazsın! 3-4 ay çok sert kış olsun, hiç söylenmem.

        Karı çok seviyorum. Kar, orman, doğa birleştiğinde benim için huzurun tam karşılığı... Mini buzul çağı seve seve, buyursun gelsin.

        Tabii sen bizim hayalini kurduğumuz lapa lapa karların içinde büyüdün...

        Orada kar yağmaya başladığı zaman en az 2-3 hafta kar yerden hiç kalkmaz. O kadar soğuk olur. Sert bir kıştan sonra bahar gelir gibi olur. Yazı ise bir hafta ya sürer ya sürmez. Yazın çok sıcak olup hemen bahar moduna geri dönüyordu. O yüzden burası çok sıcak geliyor.

        ■ Soğuğu özledikçe kaçıyor musun Almanya’ya ya da dağlara?

        Ne kadar istesem de işten dolayı çok fırsat olmuyor. Kışın aslında en yoğun çalıştığımız zamanlar ve hep okulum vardı. Kışı hep İstanbul’da geçirdim. 1-2 kez o da Noel zamanı, özellikle o benim çok sevdiğim bir ambiyanstır, birkaç günlüğüne bile olsa bizimkilerin yanına kaçtım.

        ‘BURADAKİ KAOSUN İÇİNDEKİ HUZUR İNANILMAZ’

        ■ Özlüyor musun oradaki çocukluk günlerini?

        Köln benim doğduğum ve büyüdüğüm yerlere çok yakın. Berlin, Frankfurt, Münih gibi İstanbul’a benzeyen metropollere gittim. Büyüdüğüm Solingen hakikaten küçük bir şehir ama tadında bir yer. Türkiye’ye baktığında burada da böyle yerler var. Ancak nedense İstanbul’da yaşamak daha zevkli geliyor. Kasabada yaşamayı ben dahil çok fazla tercih etmiyoruz. Ama Almanya’da çok fazla o ayrım yok. Kasabada da olsan sağlık ve eğitim konusunda her şeye ulaşma imkânı var.

        ■ Aktivite anlamında nasıl?

        Şöyle bir örnek vereyim, burası olağanüstü eğlenceli bir ülke. O konuda kıyas kabul etmez. İstanbul’da yaşadıktan sonra Almanya’ya dönmekte çok zorlanırım. Buradaki hareket, kaosun içinde bulduğun o huzur inanılmaz bir şey. O bakımdan dünyada az bulunur şehirlerden biri İstanbul.

        ■ İstanbul’a gelen her yabancı, New York’tan İstanbul’a göç eden ekipten arkadaşımız Emily Feldman da seninle aynı görüşte. “İstanbul ve New York’taki bu kaosun içinde insanlar gerçekleştirdikleri ve gerçekleştirmeyi umut ettikleriyle ayakta kalıyor” diyor.

        Evet garip bir harmoni var. Dengeyi sağlıyorsun ve çok da hoşlanıyorsun. Almanya’da akşam 7’de hayat duruyor. Gece renkli bir hayat yok ama tabii ki burası daha hareketli. Doğal ortamla bütünleşmek, huzur bulmak açısından kesinlikle orayı tercih ederim ama eğlence de hayatın bir parçası. Bir yerden sonra insan kendi hayatında bir hareket bir neşe istiyor. Burası cıvıl cıvıl bir ülke burada yaşadıktan sonra Almanya ya da Avrupa’da herhangi bir şehirde uzun zaman geçirmek ancak tatil için olur.

        ■ Hızlı yaşam doyuruyor bir şekilde ya da bağımlılık mı yapıyor?

        Aynen öyle. Biz oyuncuların gözlem de yapması gerekiyor. İşin hep kreatif bir tarafı var. İstanbul öyle ilham veren bir şehir ki dışarı çıkınca her köşesinde farklı bir kültür var. Taksim’e çıkıyorsun farklı, Nişantaşı farklı. Karşıya geçiyorsun bambaşka bir şehir! Dünyada yalnızca birkaç şehirde olan bir durum bu. Çok şanslıyız. Kreatif işler yapanlar için güzel bir platform; gözlem yapıyorsun, ilham alabileceğin çok fazla şey var.

        ‘Her kadın ‘Ben buna değerim’ demek ister’

        ■ Jane Fonda gibi sen de “Ben buna değerim” diyorsun artık. Kadın nelere değer?

        Bu slogan o kadar köklü ki! L’oreal Paris’in tarihini öğrendiğimde “O kadar mı eski?” demiştim, kökeni 1943’müş çünkü. Aslında onun çok öncesine dayanıyor güzellik kavramı ama en güçlendiği yıllar onlar... Ondan sonra artık bütün piyasalar evrenselleşmeye başlıyor. Bu cümle dünyadaki tüm kadınları kapsadığı için güzel. Zaten dünyadaki köşe bucak her kadına ulaşmış. Ben de kendimle örtüştürdüm. Her kadın “Ben buna değerim” demek ister. Çok güçlü, ayakları yere basan, özgüveni inanılmaz yüksek bir slogan. O yıllara baktığımızda kadınların güçlenmeye başladığı bir dönem ve hep öyle olmasını istiyor ve umut ediyorum.

        ■ Seni ilk defa bir markayla birlikte görüyoruz. Star olmanın gereğini yerine getirdin ve bir güzellik markasının yüzü oldun.

        10 yıllık kariyerimde ilk kez bir kampanyanın reklam yüzü oldum. Aslında bu geç bir tarih. Ama hiçbir zaman bir şeyi yapmak için yapmadım. Hiçbir dizi ya da sinema filminde sadece olmak için, boş durmamak için bulunmadım. Ara vermek, doğru zamanı beklemek gerekiyorsa bekledim. Kendimi eşit göreceğim, iyi hissedeceğim, her şeyiyle arkasında duracağım bir marka bekledim. Bunu hakikaten L’oreal Paris’le buldum. Çok ufak yaşlardan beri dolabımda olan bir marka. Teklif aldığımda “Bu hissi biliyorum. L’oreal bana çok tanıdık, hep yanımda olan ve iyi hissettiren bir marka. Ben buna değerim” dedim. (Gülüyor.) Kendimi o kadar emin ellerde hissediyorum ki bundan sonra çok iyi işler çıkacağına inanıyorum.

        ‘SAÇIMI 18 YAŞINDA BOYADIM’

        ■ Güzelliğinin zaman farkına vardın?

        Almanya’dan 19 yaşında geldim buraya. Öyle bir yaş ki bir kadının güzellik kavramıyla tanıştığı yaşlar. Kendi kendine güzellik kavramını keşfedip neye ihtiyacın olduğunu bilmek bir kadının psikolojisi açısından çok önemli. O yaşlardan beri L’oreal Paris ulaşabildiğim bir markaydı, en önemlisi bu.

        ■ Ergenlikte komik oluyor insan, sivilceleri gözlükle kapatmaya çalışmalar, saçları öne atmalar... Şimdi güzel bir kadınsın ama o yıllarda nasıldın?

        Duymaktan çok mutlu olduğum ve beni şımartan bir şey. Aslında gülüşümü keşfettiğimde olay çözüldü. O yaşlarda aynaya bakıp mutsuz olabiliyorsun. O dönem saç rengimi değiştirmek başka renkler denemek istedim, annem-babam karşı çıktı. (Gülüyor). Ama saçlarımla oynamayı çok sevdim o dönem, rengiyle, şekliyle... Çok kısa da kullandım, kakül de kullandım. Uzattıktan sonra hep öyle kaldım kısaya dönmedim ve projelerden dolayı da biraz öyle gelişti. Saçımı ilk kez 18 yaşında boyadım. Çok radikal bir karardı. Bir arayıştı. Makyaj bir kadının özellikle buluğ çağında en büyük arkadaşı gerçekten. Odada kendimle baş başa kaldığımda 2-3 saatimi saçımı tarayarak, makyaj yaparak geçirirdim. (Gülüyor.)

        ■ Bu bir kadının kendini bulması için gerekli. O makyajla yürüyüşü bile değişiyor.

        Özgüven işte. İnsanın kendini iyi ve sağlıklı hissetmesi, işin aslı bu. “Ben buna değerim” işte bu. L’oreal’in arkasında durduğu konu kadının özgüvenini ortaya çıkarmak. Bunun bir parçası olduğum için çok mutluyum. Kadınlarla bir arada olup onlara destek, güç vermek, onlarla aynı şeyi paylaştığımı göstermek çok büyük bir mutluluk. Aslında her zaman doğallıktan yana oldum. Ama doğallık derken tabii ki saçı olduğu halde bırakmak değil, yüzümü yıkayıp çıktığım da oluyor ama yüzü mutlaka nemlendirmek gerekiyor. Saçı da aynı şekilde... Bunu beslenmeyle de desteklemek ve bol su içmek gerekiyor. Şu an yaptığım işte hele ki ne kadar doğal kalmaya çalışsam da sağlıklı görünmek adına doğru şampuanı seçmem gerekiyor, bana özel olanı. Kurutmadan önce mutlaka serumu sürüyorum. Kuruttuktan sonra da nemlendirecek başka bir şey sürüyorum. Doğallıktan kastım bu.

        ■ Yaşlılığına yatırım yapıyorsun yani...

        Aynen öyle. Bunu biraz da ileriye yatırım gibi görmek lazım. Çok kendi haline bırakmadan ama çok da yormadan... İleriyi düşünerek saçın, cildin nemini gerçekten korumak gerekiyor. Bu anlamda üretilen çok güzel yağlar var.

        ‘3 sayfayı yarım dakikada ezberlerim’

        ■ Üniversite bitti, mezun oldun. Artık ders çalışmak zorunda değilsin. Nasıl hissediyorsun, kuş gibi mi?

        Bilgi âşığı bir insanım. Okula bu yüzden devam ettim. Delilik zamanlarım oldu. Sana birazcık dert yanayım. (Gülüyor.)

        ■ Elbette...

        Üniversite şu an olsun, yine kaydolurum; benim için muazzam bir ortam. İnanılmaz bir egzersiz aslında. Hayatın her alanında bu gerekli. Hâlâ o 4 seneden faydalanıyorum. Öyle bir süreçti ki setle birbirini hafifletmesinden kaynaklı. Setteyim, ertesi gün sınavım var. Çalışmak için sadece bir gecem var. Normal öğrenciler bir sınava 5-6 gün hazırlanıyor. Hele ki final, vize dönemlerinde bütün sınavlar arka arkaya, bir delilik. Öyle bir sisteme oturttum ki tekste bir bakıp çekime giriyordum ya da sınav öncesi notlara bakıp sınava... Her şeyi fotoğraf hafızasına aktarmak gibi bir şeydi. 3 sayfayı yarım dakikada ezberlediğim, beynime kaydettiğim zamanlar oldu. Aslında şunu gördüm: Okurken çalışabilirler. Ya da çalışırken tekrar üniversiteye başlayabilirler. Bunların ikisi bir arada yürütülebilecek şeyler. İstiyorsan becerebiliyorsun. Sen çalıştıkça beynin ve vücudun da destek veriyor, devam etmek istiyor. Hiç yorulmuyorum. Enerji sarf ettikçe enerji üretiyorum. Bu benim için büyük bir şans. Herkes denemeli.

        ■ Öyle bir konuştun ki bir üniversite daha okursun sen.

        Çok istiyorum da işte. Hocalarım “Hiç ara vermeden seni bir master’a yazalım” dediler. (Gülüyor). Ben de istedim ama bir süre işe konsantre olmak istedim. 2 sene sonra olabilir.

        ■ Tarih okumanın faydasını görüyorsundur muhakkak?

        Çıkıyor tabii ki. Aslında en başta özünü tanımak için inanılmaz bir bölüm. Büyülenerek, çok keyifle okudum. Belki de hızlı bitirmemin sebebi bu.

        ■ Tarihten hayran olduğun kadın karakterler var mı canlandırmak istediğin?

        Tarihin tam göbeğine oturmuş öyle kadın karakterler var ki bu anlamda zaten projeler üretiliyor. Bu çok doğru bir hareket. Çünkü biz bundan beslenmeliyiz. Bütün ülkeler kendi tarihlerinden beslenerek projeler üretiyor. Buna en elverişli olanlardan biri zaten bizim tarihimiz. Ve bunu yapılıyor olmasını çok doğru buluyorum. Ben de dönem işlerinde çok severek bulunuyorum. Hatta geçenlerde biri “Seni artık televizyonda günümüze döndürmek lazım” dedi. Bundan sonra yine bir dönem işi daha gelsin, onda da olurum. Çünkü zamana yolculuk gibi ve bunların artık çok iyi yapıldığı bir dönemdeyiz. Gerçekten o konuda şu an dünyayla kıyaslanacak kalitedeyiz.

        ■ Almanya’da tiyatro eğitimi almışsın. Burada sinema ve dizilerde oynuyorsun. Peki ya tiyatro?

        Sahnenin başka bir heyecan verdiğini düşünüyorum. Televizyon ve sinema da birbirinden çok farklı alanlar. Ancak tiyatro bunlardan biraz daha ayrışıyor. Ben bunu çok amatörce yaptım bu arada, ama onun nasıl bir his olduğunu şöyle böyle hissettim. Profesyonel anlamda değil.

        ■ Sahne tozunu yuttun yani...

        Gerçekten canlı bir şekilde oynamanın nasıl bir his olduğunu tattım ve şunu gördüm: Bunun için heyecan yeterli değil, altının çok daha dolu olması gerekiyor. Sinema ve televizyon oyunculuğunun aslında duygulara dayandığını düşünüyorum kendi adıma. Tabii ki var 1-2 yardımcı teknik. Ve bunları da workshop’larla, gözlemlerle dayanarak ve çok fazla okuyarak ediniyorum. Kamera karşısında en önemli şey kendi tecrübelerinden, kendi duygularından yola çıkarak en gerçek, en samimi en sıcak haliyle o duyguyu seyirciye geçirmen. Tiyatro sahnesi çok öyle değil. Orada biraz daha teknikler devreye giriyor duygularla birlikte. O yüzden biraz daha zaman ayırmak gerekiyor ve onun altını çok güçlü bir eğitimle doldurmak gerekiyor. O alanı profesyonel olanlara bırakmak bana daha doğru geliyor. Ama tabii bunu da tecrübe etmek isterim.

        ■ 10 yıldır yapıyorsun bu işi...

        Çok gençken, duygularımı da aslında yeni yeni keşfediyorken başladım. Ve ilk işim 5 yıl süren Yaprak Dökümü oldu. Usta isimlerle çalıştım. Okul gibiydi. O süreçte keşfederek, en çok gözlem yaparak, duygularımı hep ifade etmeye çalıştım. Hâlâ da öyle ilerliyorum.

        ■ Çok aklı başında ve çok kontrollüsün. 19 yaşında bile bunları düşünerek hareket etmen avantaj. Seni yönlendiren oldu mu? Ailenden de uzaktaydın...

        Bütün kararlarımı hep kendim aldım aslında. Tercihlerimi, seçimlerimi çok fazla yönlendiren biri olmadı. Bir insanın karakteri gelişirken ona doğru bileşenleri verirsen, o zaten kendi kararlarını doğru bir şekilde alabilecek pozisyona geliyor. Bunda annemin ve babamın çok büyük etkisi var. Çok küçük yaşlardan beri her ikisi de hep “Bizce doğru olanı söyleyelim ama karar senin” dediler. “Daha sonrasında kararın sonucundan pişman bile olacaksan bu senin tecrüben olur.” Onların kontrolünde hep kendi tercihlerimi yaptım, risk alıyorsam da aldım. Bu da aslında güçlü bir karakter yaratıyor. Doğru bir birey yetiştirdikten sonra o kendi kararlarını kendi verebiliyor. Etik duygusu ve vicdanı güçlü, mantıklı düşünen ama duygularını da doğru keşfeden... 19 yaşımda buraya gelme fikrimi onlarla paylaştığımda “1 sene yapmak istiyorum” dedim. İlk cümle şuydu: “Yapmak istiyorsan yap biz senin arkandayız.” İşte bu aslında en büyük güç. Bunu duyduktan sonra zaten onları da üzmemek adına doğru olanı seçiyorsun.

        ■ Kaç kardeşsiniz?

        Dört...

        ■ Ne güzel kalabalık bir aile... Hepsi Almanya’da mı?

        Evet herkes orada. Annem ve babam yarı zamanlı gibi hem onlarla hem burada...

        Senden büyükler mi, yoksa onlar da mı oyuncu?

        Benden büyükler. Bu sektörden değiller, çok bambaşka işler yapıyorlar. Sosyoloji okuyanın izinden başlamıştım.

        ‘GAZETECİLİK DELİLİK’

        ■ Senin için “kaprisli” diye yazılıyor çiziliyor hep ama hiç öyle görünmüyorsun.

        Sürekli “Hayır ben öyle değilim” demek zorunda kalmak zor bir şey. Tabii ki bu aslında üzen bir durum çünkü gerçek bu değil. Sen bile “Öyle görünmüyorsun” derken kafanda bir soru işareti oluyor. Ben bile arada kendimden şüphe ediyorum. Bunu nasıl ifade edeceğimi bile bilmiyorum. Yazılanlar çok üzücü. Bugüne kadar yazılan haberlerin emin ol hiçbiri gerçek değil. Bir-iki kere doğru olmayan bir şey yazıldı. Sonra da “Böyle bir şey var, biz de bunun üzerinden yürüyelim” gibi bir şey oldu aslında. Artık önyargı oluştu ve bu beni üzüyor. Bu konuda kendimi hiç ifade etmeye çalışmadım. Çünkü bunun bir işe yaramayacağını biliyorum. Burada en güzel gözlemi yapan sensin. Her şeyle çok barışık ve her şeyi kendimden katarak desteklemeye çalışan bir yapım var. Sette emin ol sahne çekilirken bir şey bir yere çekilecekse aslında set çalışanı beklenir ama ben hemen “Hallettim” deyip işi hızlandırmak adına onu bile yapıyorum. Ama tabii ki bunlar gerekli ve normal olanlar. Ve dolayısıyla bunlar tabii ki yansımıyor. Ancak onları da anlamaya çalışıyorum.

        ■ Gazetecilere karşı çok anlayışlı davranıyorsun şu anda. Bir ödev için röportaj yapıp saatlerce ses kaydını yazıya dökmek için uğraşırken gazetecileri daha iyi anladın sanırım.

        Evet onu tecrübe ettim bir ödevimde. Yaklaşık 1.5 saatlik bir konuşmayı yazıya dökmek dünyanın en zor şeyi. Deli işi, inanılmaz bir şey.

        ‘Kariyerimi iyi doldurduğumu düşünüyorum’

        ■ Evinde bir piyano var. Çalıp söylüyor musun arada?

        Çok arada. Ufak yaşlarda aldım piyano dersi. Ama ondan sonra hep çok aktif olarak devam ettirmedim. Bazen çok boş zamanlarımda sevdiğim bir parçanın notalarını buluyorum, onu çalıyorum. Çok okuyarak çalamıyorum, biraz deşifre ederek. Çünkü artık bayağı tembelleştim.

        ■ Nasıl vakit bulacaksın, arka arkaya diziler çektin. Aralarda sinema filmleri ve bir de Boğaziçi’ni bitirdin...

        Evet, hep biri bitti biri başladı aslında. Hep birinin boşluğunda diğerini yaptım. Uzun zamandır aralıksız gidiyorum gerçekten.

        ■ Ne güzel. Her oyuncuya nasip olmaz bu.

        Aşağı yukarı 10 yıl oldu ve kariyerime dönüp baktığımda aslında iyi doldurduğumu düşünüyorum. İyi bir liste...

        ‘SON FİLMİMİZ KIŞIN ORTASINDA İYİ GELECEK’

        ■ Son filmin de Burak Özçivit’le... Nasıl bir film oldu?

        İnsanın işini değerlendirmesi kadar zor bir şey yok herhalde. Diğer filmlerde de aynı şeyi hep hissettim. Geriye dönüp baktığında bütün detaylarıyla göremiyorsun aslında. İnsan kendi işine çok o gözle bakamıyor. Henüz izleyemedim Yönetmenimiz Taner Ayhan, oynarken bir kare bile izletmedi. Ne yaptığımı gerçekten görmedim ama yarattığım karakteri içimde çok hissettim. Deniz karakterini çok sevdim. Film bittiğinde arkama dönüp baktığımda en yoğun kalan his, çok sıcak ve çok gerçek bir film yaptık. Her insanın duygularına çok yakın, filme geldiğinde kendini bulabileceği bir film oldu.

        ■ Son zamanlarda vizyona giren Türk filmleri, yumuşak, umut içeren senaryolar... İnsanlar buna mı ihtiyaç duyuyor ya da bu filmler mi gişe yapıyor? Sence niye böyle bir yöneliş var?

        Bana da aslında dediğin gibi geliyor. Biz neticede eğlence sektörüne hizmet ediyoruz. Ve insanlar artık televizyon ve sinemayı nefes aldıkları bir yer gibi düşünüyor. Biraz yaşamın kaosundan kopup güzel ve umut veren şeyler izlemek istiyorlar. Dünyaya baktığımızda dünyanın gündemi de aslında çok ağır. Kendimizi bıraktığımız ve rahat hissettiğimiz filmler olması bence de çok güzel. Bende seyirci olarak umut vaateden, eğlenceli ve tatlı aşk hikâyelerine ihtiyaç duyuyorum. Aslında şu an seyircinin de ihtiyacı var. Sinema sektörü tabii ki bu ihtiyaca göre üretim yapıyor. Ve bence şu an bu filmle de çok doğru bir yerdeyiz. Aşk Sana Benzer’in karşılığı da tam olarak bu. Bir de tam kışın ortasında sıcacık bir yaz filmi.

        ‘Merkel örnek bir kadın’

        ■ Kadınlar artık güzelliklerinin de güçlerinin de farkında. Hatta son ekonomik krizden Amerika’yı çıkaran kadınlar oldu. Avrupa’yı da Merkel, diyebiliriz... Paris’te devlet başkanlarının katıldığı teröre karşı yapılan yürüyüşte Merkel, “Avrupa’yı ben yönetiyorum” edasıyla yürüdü. Almanya’da yaşamış bir kadın olarak Merkel’e sen de hayran mısın?

        Bizde de örnekleri var. Kadınlar kriz yönetiminde çok başarılılar. Kadınların zekâsı biraz daha kıvrak. Çok iyi kriz yöneten erkekler de var. Ama kadınların kıvrak zekalarından da faydalanmak gerekiyor ki Merkel böyle bir kadın. Özgüveni çok fazla olan ve bunu göstermekten hiçbir şekilde çekinmeyen bir kadın. Hakikaten kadın figürü olarak örnek olabilecek birisi. Almanya’da çok zamanım geçti. Yurtdışında, Avrupa’da ön planda. Son yıllarda kadınımız silkiniyor. Tarihimize baktığımızda da bu var. Kadınlar kriz yönetimi konusunda kendini güçlendirmeli. Her alanda kadına ihtiyaç var.

        Diğer Yazılar