Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        “Adsız yerlerden geldim / Toprağım yok / Anavatanım yok / Ateşler yakıyorum parmaklarımda… / Yerim yok / Yurdum yok / Alamoda doğdum…”

        İzninizle, bugünün fonunu; J. Viewz ve Yasmin Levy’nin ‘Naci En Alamo’ şarkısıyla paylıyorum. Bu melodiye, en yakışan dokunuşu ise; Onat Kutlar sayesinde hemhal olduğum, 1935-1967 yılları arasında yaşamış, İranlı yazar, oyuncu, yönetmen, ressam, şair Füruğ Ferruhzad’ın şiiriyle yapıyorum: “Çok daha fazla, susabilir insan / saatlerce ölülerin bakışları misali kıpırtısız bakışlarla / bir sigara dumanına dalabilir insan… / olduğu gibi insan yerinde durabilir / perde kenarında, ancak kör, ancak sağır, haykırabilir insan / korkunç yalancı, korkunç yabancı bir sesle / ‘seviyorum’ diye / ... bir sıfır gibi / eksilme, arttırmada, çarpımda yahut hep aynı sonuca varabilir / tüm hercai ellerin her baskısıyla / nedensiz haykırabilir: ah, ben pek mutluyum.”

        SAMANDAĞ EVVEL TEMMUZ’DAN KADRAJA DÜŞENLER

        Bu satırları, Musa Dağı, Keldağ ve Saman Dağı arasında konuşlanan, Asi Nehri’nin Akdeniz’e döküldüğü noktada oluşmuş deltada kurulan Samandağ’dan yazıyorum. Geçen yıl, keşif rotama tesadüfi takılan Hatay’ın ilçesi Samandağ’da, bu defa, geleneksel olarak, her yıl, Temmuz ayının ikinci haftası gerçekleştirilen Evvel Temmuz Festivali’ni dikize yatmak için bulunuyorum. ‘Evvel Temmuz’ hikayesinin efsunu, 4 bin önceye dayanıyor. Festival bu yıl, geçen yıllardan daha bir derin, daha bir naif… Nasıl olmasın ki; bir yandan Suriye, bir yandan Reyhanlı, bir yandan da Gezi Direnişi’nde yaşamlarını yitirenler… Hatay, bu direnişte, ömür sayaçlarına, bazı yaşamlara göre çok uzun, bazı hayatlara göre ise çok kısa iki canı toprağa verdi. (Ali İsmail Korkmaz ve Abdullah Cömert) Bir yerde gençler ve bebekler ölürse, herkes ve her şey, sus olur derdi, babaannem… Sus oluyorum ben de evrenin huzurunda… Usuma düşen ‘Naci En Alamo’ melodisi ve sol yamacımı sızlatan Füruğ şiirinin hissiyatında, şimdi baktığım bu sokakta, dün gencecik bir çocuğun cenazesinin kalktığını bilmek ve bu sokağa yayılan ağıtların uzaya düşen nidalarını duyumsamak, nasıl tarif edilebilir ki; canım yanıyor! 19 yıllık ömründe, nüfus kayıtlarında, adı Ali İsmail Korkmaz diye geçen, bir anne ve babanın canı-ciğeri... Her ölüm erken ölümdür, diyen üstadın lafının dibine, bu mudur(?) demek istiyorum, ey topraktan geldik, toprağa geri döneceğiz şiarının yamacında, vicdanının ağırlığını, her cümleyle birlikte, parmak uçlarındaki sinirlerinde de hisseden okur… Şimdi ortaya saçılan fotoğrafa; dünden algılayıp, bugünden bakınca; ‘adsız yerlerden geldim / toprağım yok’ diyenlerin kayıp kentindeymişim gibi, acı bir kokunun dağılmış olduğunu görüyorum. Geçen sene ayak sürüdüğüm bu yollarda-sokaklarda keşfettiğim Antakya ve Samandağ, bu zaman zarfında, sınır komşusundan öte kardeş Suriye meselesi ve Gezi’nin gaz bulutuyla daha bir derin olmuş. ‘Medeniyetler şehri, dillerin, ırkların, soyların, kimliklerin birbirine kaynaştığı ulu kent’ diye yana yakıla siyasilerin ve büyüklerin dillendirdiği Hatay-Antakya-Samandağ ve bu efsunlu kentin nefeslenenleri, birkaç vakittir, korkuda… Ama bu cennet ya da cehennemin korkusu değil, arafta kalmanın/olmanın verdiği tarifsizlik-ten doğan/boğan yutkunmalar.

        SINIRLAR DEĞİŞİP, GENİŞLEDİĞİNDEN…

        Malumunuz geçen yıl, Antakya - Samandağ yazısında bahsetmiştim; sosyalistlerin gelip de Samandağ’ını yerinde tecrübelemesi, tüm bu serüveni/süreci, bir de Samandağ Belediye Başkanı Mithat Nehir’den ve ekibinden dinlemeleri gerektiğini. Bir vakitler, tarihe ışık olan bu sınıra yolunuzu ve rotanızı düşürmeniz niyetiyle diyerek gelelim uzun yıllardır Evvel Temmuz Festivali’ni organize eden Samandağ Kalkındırma Derneği’nin yarattığı 2013 Temmuz fotoğrafına… Yerel yönetimler yasasıyla Samandağ ilçesinin sınırları değişip, genişletildiğinden festival komitesi, festival alanı ve mekanları da çoğalmış. Daha önce de söylediğim; burası sanki savaştan yeni çıkmış da toparlanmaya çalışıyor görüntüsünde ya da masalların birinde kalmış-unutulmuş gibi; sokaklar ve evler, bir o kadar bitapken, binbir çeşit meyve ve çiçeğin yeşerdiği bahçeler ve yıkık duvarların arkasındaki evlerin odaları, bir o kadar bereketli. Hele ki, insanlarının gözlerindeki ‘buyur/ağırlama’ hali ve kelama düşen gerçeklikleri görülmeye ve yaşanmaya değer!…

        BİR KARDEŞ KAYBETTİM, BİNLERCE KARDEŞ KAZANDIM

        Festival alanı ve mekanları kalabalıklar içinde; insanların umudu ve söylemleri dikkat çekici. Katılımcılar, bu gördüğüm kitlenin çok az olduğunu, aslında geçtiğimiz yıllarda, daha çok insanı ağırladıklarını belirtip, ekliyorlar: “Suriye meselesinin yanında, Reyhanlı ve son olarak Gezi’de, iki kardeşimizi toprağa verdik. Kayıplarımız var, üstüne biraz ötede Armutlu’da hâlâ bir direniş varken, bizim festivalde bulunmamız gücümüze gidiyor ve burada ne işimiz var diyoruz?! Siz, Suriye’yi televizyonlardan izliyorsunuz, biz burada, tüm bu kayıpların ve uğultunun içinde onunla yaşıyoruz…” Hissiyatlarının karşısında, saygıyla eğiliyorum. Festival komitesi, tüm bunların farkında olduğundan, programın seyirliğini de buna göre düzenlemiş, öyle ki festivalin konukları; Hozan Beşir, Kardeş Türküler ve Haluk Levent, ezgilerini efkar dağıtan türden nidalanıyor, dünyanın ikinci uzun sahili Samandağ’ında. Uzun zamandır söz bitti, lâllerdeyiz ya, o minvalde… Gençlerle kelama düşüp, algı kapılarımı genişletirken ben, Samandağ Belediye Başkanı Nehir: “Temmuz, Tanrı’ya verilen ilk adlardan biridir. Sümerler’den bu yana en kadim bayram… Bu festivali bazıları, narenciye festivalleriyle karıştırıyorlar. Biz bugün bu amaçla burada değiliz. Festival sadece eğlence demek değildir, biz acılarımızı da direncimizi de paylaşmak için bu festivali düzenliyoruz. Bu festival alanının adı, bundan böyle Ali İsmail Korkmaz alanıdır, Abdullah Cömert’in de adını Samandağ’da bir parkta yaşatacağız...” diyor ve bu sözlerin ardından Başkan’a destek ise, Ali İsmail’in ve Abdullah Cömert’in ailelerinden geliyor: Ali İsmail'in ağabeyi Gürkan Korkmaz, kumsalı dolduran binlere; “Bir kardeş kaybettim ama sizin gibi binlerce kardeş kazandım, iyi ki varsınız, iyi ki buradasınız” diye seslenince, kalplere biraz tebessüm ilişiyor da rahatlıyor-uz sanki.

        DİRENİŞ, DÜĞÜN, CENAZE VE AĞITLAR

        Gündüzden polisin Samandağ girişinde bazı araçları, bomba ihbarı var diyerek durdurması ve böyle söylentileri yayması ve sonrasında bizzat benim de şahit olduğum üst üste 3 gece yaşadığımız elektrik kesintileri, Evvelciler’in gani yüreklerini etkiliyor gibi ama hayat bitti ya da bitti mi dediğimiz mevkiden, yeniden, yeni dejavular yaşatmıyor mu zaten!? Şimdilik bağzı şeylere rağmen, kaldığımız yerden devam! Ki akşamında, festival alanına giderken sokakların birinden Arapça melodiler yükseliyordu. Yanaşıyoruz usuldan, çardağı ortasına kurulmuş bir bahçeye… Karşılayansa gelinli, damatlı bir düğün halayı. Bir müddet nefeslenme niyetine oturuyoruz oracığa. Kocaman gökyüzü altında, öyle küçük ve öyle büyüğüz ki… Gelin ve damat, çoğalmaya ve umuda oynarken… Hayat gerçekten tuhaf, tam bu cümleye düşerken bile içim eziliyor; bir yerde düğün, bir yerde ağıtlar, bir yerde direniş, bir yerde cenaze. Matrix’te soruyor ya; “Gerçek nedir? Gerçeği nasıl tanımlarsın?” diye. Tam da bu manada… Yazıya düşerken Ferruhzad’ın şu cümlesi ilişiyor algıma; ‘kuş ölür, sen uçuşu hatırla.’ Neyse bekleme yapmayalım, kesintilerle devam!

        BU COĞRAFYANIN ÖZÜ…

        Bu yıl festival, başta da söylediğim gibi, Taksim Gezi Parkı Direnişi’nin etkisi altındaydı. Gerçekleşen paneller, konserler ve karşılıklı kelamlar, hep Gezi ve komşu Suriye’de yaşananlar üzerinden kapıları araladı. Neler oldu rotasında biraz kulak kabartalım niyetine… Son sürecin siyasal gelişmelere etkisinin tartışıldığı (ÖDP) Eş Başkanı Alper Taş, (ESP) Genel Başkanı Figen Yüksekdağ ve (SYKP) Eş Genel Başkanı Tuncay Yılmaz’ın konuşmacı olarak bulunduğu panel ve Gazeteci Yazar Fehim Taştekin’in ‘Sıfır Sorundan Sıfır Komşuya’ başlıklı söyleşisi kafa açıcıydı. İnsanların soru-cevaplı katılımı, ilginin ve arayışın ne boyutta olduğunun ispatı gibiydi. Festival bir sonraki gün Gazeteci-Yazar Hüsnü Mahalli’yi ağırladı. ‘Ortadoğu ve Suriye’ başlıklı panelde konuşan üstadın, söylemini ve bu söylemini dayattığı içeriği, enteresan buldum fakat çözüm yolu sunmaktan daha çok kendi perspektifini onaylatır türdendi; zira her cümlesinin başına getirdiği ‘anlıyor musunuz ya da sizin ufkunuzu açmak için anlatıyorum’ tanımları, bende biraz algıda ürperti yaratmadı da değil. Mahalli’nin kadınlar üzerinden verdiği örneklemeleri, bazı kadın izleyiciler tarafından protesto edildi. Geçen yıl da panelde, bir uyarı almış olmasına rağmen, ‘ben demiyorum, tarihi gerçekler böyle’ duruşu tuhaftı. Her şeye rağmen üstadın; ‘Bu coğrafyanın özü Suriye’dir… Buranın gerçeğini, tarihsel gerçekliğini, insanını bilmeyenler, tarihi iyi okusunlar... Hiç kimse Suriye halkını yenememiştir…” gibi, Ortadoğu üstüne söyledikleri, tanımları ve bildiğimi sandığım gerçekleri yeniden tazelemem bakımından şukelaydı; hafızaya aldım, eyvallah! Bir ara Faik Bulut’un anlattığı Eze Teyze (ismi yanlış yazmış olabilirim) hikayesi ise şahaneydi, bilahare araştırır da öğrenirsiniz niyetine.

        Psikolog Eser Sandıkçı’nın, ‘Gezi Direnişi ve Toplumsal Cinsiyet’ başlıklı konuşmasında; kadınlık kimliklerini yok etmeden ve erkekleşmeden, Gezi eylemlerinde yerini alan ve son olarak Hatay’da, toma’ların üstüne oturma gruplarını, beyaz eşyalarını atan kadınların varlığının ne meale geldiğinin alt metnini anlatması, erk ve erkek egemen sistemin, hiç de göründüğü gibi okunmadığını gösterdi. Ayrıca Mesreh El-Emel Arapça Tiyatro Topluluğu’nun, Gezi’ye özel sahnelediği oyun, siyasi argümanların havada uçuştuğu bir ortamda, sanatın güzelliğini bir kez daha hissettirdi. Festivalin son günü gerçekleşen ‘Çok Kültürlülük, Çok Dillilik ve Asimilasyon Politikaları’ başlıklı panel ise ülkemizin tek Ermeni köyü Vakıflı’da yapıldı. Ermenice bir ninninin söylenmesiyle başlayan panelde, anlatılan kişisel tecrübeler dinlemeye değerdi.

        SAMANDAĞ ŞAHANELİKLERİNDEN SEÇMELER…

        Tabii ki geçen yıl, tadı damağımda kalan Samandağ’ını keşfe çıkmasam olmayacaktı deyip, düştüm Samandağ’ın nemi fazla, rüzgarı yumuşak sokaklarının bana nasiplendirdiği payı almaya... Batıayaz’da, Muhtar Ercan’ın Yeri’nde şukela manzaranın eşliğinde, eşi Nurcan Hanım’ın lezizliklerinin donattığı sabah kahvaltısıyla başlayan Samandağ maceramız; Hıdırbey Kırkahvesi’nde, Musa’nın Asası’nın gölgesinde (zamanla ağaca dönüşmesiyle Musa’nın Ağacı adını alan, 1600 yıllık yaşıyla ortaya saçılan heybetini gösteren çınar), yudumladığımız köpüklü Türk Kahvesi’yle ve sağlı sollu defne ağaçlarının sarmaladığı miss Defne Yolu’nun son yokuşundaki çardakta, retinaya düşen fotoğrafı, hatıra kervanına eklerken, yeninden ve bir kez daha evrenin sadece bizim için olmadığının ayrımına varmakla demlendi. Tüm bu macerada, samimi kelamı ve gece vakti ay ışığına vuran sesiyle dile döktüğü ezgisiyle güzel anılar deryamda, her daim en temizinden yer edinecek olan Gül Taşdelen Rencüzoğulları’na ve kelamıyla umut seyirliğimde, bilinç altı difüzyonu yapmamı salık veren Feminist Yazar Gülfer Akkaya’ya (ki üçüncü kitabı yolda; Alevi kadınlar üzerine bir araştırma), otlar dünyasından verdiği bilgilerle yanımızdan/altımızdan akan yeşillerin-bitkilerin sadece yeşil-bitki olmadığını tecrübeleten Eczacı Nihal Ekiz’e, geçen yıldan sonra bu sefer de, bıkmadan-usanmadan Samandağ’ı ve buranın yaşamlarını bize gösteren/anlatan Şehir Planlamacı Sehini Hoca’ya (Kitapçı), köy sokaklarında gezdiren Ata Abi’ye ve rüzgar enerji santrallerinin yaşam alanlarında kurulmasına karşı oluşturulan ‘Yaşam Alanlarına Sahip Çık Platformu’ndan şimdiye gelinen Samandağ’ı güzelliklerine, her görüşten insanın içinde yer aldığı Samandağ Kalkındırma Derneği’nin yerel siyasetteki aktif rolünden kirli olmadan da siyasi kazanımların olabileceğini kısaca, halkçı belediyeciliğin kazandığını ve mücadelenin en kıymetlisinin temiz olarak da yapılabileceğinin altını çizen Samandağ Kalkındırma Derneği Başkanı Adil Nural’a buradan bir kez daha saygılar-sevgiler şelale…

        BURASI HASSAS BÖLGE…

        Dayanamayıp soruyorum Adil Hoca’ya: “Bu kadar farklı yaşayışlara sahip, doğası, denizi, sahili ve tarihiyle insanı kendine hayran bırakan Samandağ, başka şartlarda turizm cenneti olabilecekken, neden bu şekilde, bir kenarda unutuluyor ya da siyasilerin burasıyla ilgili bilinçli-bilinçsiz bir tercihi mi bu ortaya çıkan tablo?!” Adil Hoca: “Bir anekdot anlatacağım: Vakti zamanında, buraya bir bakan gelmişti, Eylül, Ekim ayı gibiydi, yanlış hatırlamıyorsam da turizm bakanıydı gelen. O zamanın kaymakamı, bakan ve bizler dolaştık Samandağ’ı, neler yapılabilir diye. Bu buluşma bizi de aşka getirdi, heyecanlandık. İyi niyetli bir haldi çünkü. Gezimiz sırasında, Titus Tüneli’nin oraya geldik, manzaraya bakıyoruz, ‘bilinçli mi buralar böyle bırakıldı’ diye sordunuz ya ondan anlatıyorum; Bakan, yanındaki beyefendiye sessiz bir şekilde; “Ne kadar güzel yerler buralar, deniz, tarih, doğa. Samandağ, turizm bölgesi değil mi” diyor; “Evet” diyor yanındakiler, “Turizm bölgesi ilan etmiş miyiz” diye soruyor; “Evet” diyorlar. “Ee, biz bir şeyler yapmıyor muyuz” diye sorunca da yanındaki kişi; “Efendim, burası hassas bölge…” diyor. Yerel idarecilerin dirayetli duruş sergileyememesi ve yukarıdakilerin de böyle bir bakış açısının olması, beraberinde böyle bir zemin hazırladı. Kısaca, zihniyet aynı zihniyet, o günden bugüne bir şey yapılmadı.”

        SİYASET KONUŞMUYORUZ AMA BUNLAR SİYASET İŞTE

        Unutmadım! Sadece, güzel olanı en sona sakladım diyelim naçizane; bizi, miss meyve-çiçeklerin konuşlandığı bahçesinde ağırlayarak, muhabbetin umudunu şahlandıran Mehmet Amca ve öğretmen oğlu Mustafa… Ne diyordu Mehmet Amca diyenlere; “Bu topraklarda, aklımızı bildik bileli hep tedirgin ve korku içinde yaşadık biz. Başka bir yere gönderirler mi diye, hele ki, 12 Eylül darbesinden sonra içten bir tedirginliğimiz oldu. 12 Eylül döneminde, Arapça konuştuğu ya da Arap olduğu için tutuklanan o kadar çok kişi vardı ki, tabii bir de üstüne Alevi olmak… Hep öteki olarak yaşadık, hissettik. Tabii benim gibi düşünen ve düşünmeyenler de var. Neden bunca acının karşısında birlik olamadınız diyorsun ya, işte Hatay gibi bir yerde önce kendi başına yaşamak zor, devletin düşündüğünü kabul etmek ve etmemek gibi bir çelişki var. Çünkü iki türlü de rahat değilsin. Gerçeği söylemek gerekirse, biz okula başlayana kadar tek kelime Türkçe bilmiyorduk. Ne zaman Türk olmaya çalıştık, o zaman da bizleri işaretlerdiler hep, bunlara güvenilmez diye. O zamanlar ben çocuğum daha, Arapça konuştuğumuz için, para cezası alanlarımız, dayak yiyenlerimiz oluyordu. Bu olaylar, fişlenmeler, bugünün aydınım diyen partililerin zamanında yapıldı… Girişte söylediğine diyorum ki ben; Siyaset konuşmuyoruz ama bunlar siyaset işte. Siyasetin kendisi bir sanattır. Hiç beklemediğin bir lider, bir bakmışsın bir topluluğu örgütler… Ben umutluyum, gençlerden de dünyadan da… Nazım’ın dediği gibi; çıkacağız karanlıktan aydınlığa…” Son olarak gençlerin bu direnişini nasıl görüyorsun diyorum: “Bunun bir tarifi yok, şöyle ki Che Guevara tişörtü giyiyor ama ben Kemalist’im diyor…” Hepimiz gülüyoruz, fotoğraf tam da bu ya… Bunun üstüne Mehmet Amca’nın, oğlu Mustafa araya giriyor: “Babamın ve onun zamanındaki idealistlerin gerçekçi olduğunu düşünmüyorum, yönetimle ilgili bir sıkıntı değil yaşanan, toplumla ve sistemle ilgili. Bu anlamda da ben karamsarım...”diyor, babası gibi umutlu değil gelecekten ama bir şekilde bir yol bulup, umuda bağlıyoruz kelamımızı. İki kuşağın, siyasi jargon, hayal ve umut diyarından nasibimi alıyorum en temizinden… Şimdilik benden bu kadar, sessizce dağılabilirsiniz!

        İç ses: Yine uzun bir yazı oldu ama yaz rehavetine özel, haftada bir yazıyorum diye döküldüm diyelim, sürç-i lisan ettimse de affola!

        Diğer Yazılar