Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Hepimiz seçimlere kilitlendik değil mi? 2 ay sonra Türkiye erken seçime gidiyor. 1 sene önce referandumda oyladığımız ve kabul ettiğimiz “cumhurbaşkanlığı sistemi” için ilk cumhurbaşkanını ve 600 vekilden oluşacak yeni Meclis’in hangi partilerden oluşacağını belirleyeceğiz.

        24 Haziran’daki belki de Türkiye tarihinin en önemli seçimi olacak.

        Böyle bir ortamda ekonomi alanında siyasilerden mevcut sorunlara odaklanmalarını ya da “acı da olsa reform reçeteleri yazmalarını” beklemek naiflik olur. Muhtemeldir ki havada yeni ekonomik vaatler uçuşacak. Nasıl ulaşılacağı izah edilemeyen 5 yıl, 10 yıl sonrasına ait hedefler verilecek; karşılıklı suçlamalar olacak vesaire...

        Bir başka ifadeyle ekonomi anlamında küresel ölçekte bambaşka bir evrene girmiş olmamıza rağmen seçimlerde eski dönemin hesapları önümüze gelecek!

        İktidar haklı olarak referans noktasını 15 yıl öncesine götürecek. Ekonomik büyüklükleri 15 sene öncesine göre kaç kat artırdığını anlatacak seçim meydanlarında. Halbuki 2008 krizi sonrası küresel ölçekte gelen ekonomik toparlanmanın şifreleri daha önceki 10 yıldan çok daha farklı!

        Merkez bankalarının bastıkları paralarla yakalanan küresel büyüme geride kaldı. Artık verimlilik, teknoloji öne çıkıyor. Ülkeler üretim merkezlerini “Sanayi 4.0” prensiplerine göre dönüştürmenin yollarını arıyorlar. Ucuz işçilik ve düşük enerji maliyetleri, artık yarışta kalmak için yeterli şartlar değil. Senden daha ucuza o ürünü üreten mutlaka çıkacaktır. Bahsi geçen ürün için vazgeçilmez olduğunu ve rekabet edebildiğini göstermen gereken günlerden geçiyoruz.

        Dünya artık ticaret savaşlarını konuşuyor. Uluslararası ilişkilerin ekonomiyi direkt etkilediği hatta ekonominin siyaseten silah olarak kullanıldığı zamanlardan geçiyoruz. Küreselleşme döneminin (2000- 2015) Çin, Almanya gibi büyük kazananlarının dahi zorlandığı bir konjonktürdeyiz. Ülkeler ellerindeki mevcut ticaret anlaşmalarını korumanın derdinde. Özellikle ABD’nin artan bütçe ve cari açıklarını dünyanın geri kalanına ödetmeye çalıştığı bir dönemdeyiz.

        30 yıldır düşen faizlerin artık arttığını herkesin kabul ettiği bir ortamdayız. ABD Doları’nın dünyadaki maliyetini belirleyen Libor faizi son 10 yılın en yükseğine çıktı. “Yerinden kıpırdamaz” denilen ABD 10 yıllık tahvil faizleri, yüzde 3’ü aşarak 4 yılın en yüksek seviyesine çıktı. Borçlanma maliyetleri dünyanın hemen her yerinde artıyor özellikle ABD Doları bazında. Bu durumda tasarruf açığı bulunan özellikle gelişmekte olan ülkelerin zorlanacağı zamanlardan geçiyoruz.

        Kısaca böyle...

        Ekonomi anlamında küresel ölçekte “zor ve bilinmeyen sulara” giriyoruz.

        Türkiye ekonomisi bu yarışa hazır mı? Üretim modelimiz bu yeni ve rekabetçi sisteme dayanıklı mı? Dünyada artan faiz hadlerine karşı borçlanma programımızda değişiklik olacak mı? Hangi sektörlerde katma değerli üretim yapabiliyoruz? Vs., vs....

        Seçim ortamına girdik. Bakalım bu soruları tartışan, öneri getiren olacak mı? Yoksa yine bol bol vaat mi dinleyeceğiz?

        Diğer Yazılar