Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        31 Mart seçimlerinden önce bu köşede AK Parti İstanbul İl Örgütü’nün iyi çalışmadığını, seçmeni dinlemede eskisi gibi olmadığını yazmıştım.

        Kızmışlardı.

        Zaman beni haklı çıkardı.

        Muhtarlık seçimlerinin AK Parti’ye pahalıya mal olabileceğini de yazmıştım.

        Bu köşenin müdavimleri bunu hatırlar. İsteyen arşive girer bakar.

        AK Parti geçmişten ders almadan hatalarını sürdürmeye devam ediyor.

        Önceki akşam, Ekrem İmamoğlu’nun katıldığı bir televizyon programında yaşananlar bunun en somut örneği.

        Geçmişte Refah’ın, Saadet’in, AK Parti’nin adaylarına yapılan ve toplumda tepki gören muamelelerin beş beteri bugün AK Parti’ye yaranmak, yakın olmak isteyenler tarafından Ekrem İmamoğlu’na yapılıyor.

        Tüm bunlardan puan toplayan İmamoğlu oluyor.

        İmamoğlu’nun ne dediği değil, ne olduğu değil, İmamoğlu’na yapılan muamele gündem oluyor ve vicdan sahibi insanlar tarafından hoş karşılanmıyor.

        Hele hele İmamoğlu için bir ilçe belediye başkanı tarafından ortaya atılan “Rum kökenli” iddiası tam bir siyasi intihar örneği...

        İmamoğlu’nun Karadenizliliği, “Rum Pontuslulukla” bağdaştırılmaya çalışılıyor.

        Bunu yapan Belediye Başkanı yıllardır AK Parti’ye destek veren Karadenizli yurttaşlarımızın “Pontus” olduğunu ima ettiğinin farkında mı acaba!

        AK Parti’nin yıllardır en çok oy aldığı Doğu Karadeniz illerindeki vatandaşlarımız bu duruma içerlemeyecekler mi zannediyor!

        Esenler Belediye Başkanı bu siyasi etikten ve Türkiye’nin bile demokrasi anlayışını yansıtmaktan uzak söylemiyle İmamoğlu’nu zor duruma düşürdüğünü zannederken aslında AK Parti’nin tüm Karadeniz’i kaybetmesine neden oluyor.

        Bu siyaset anlayışı ile İstanbul’u kazanmaları pek kolay olmaz.

        Ben söyleyeyim.

        Haberleri olsun.

        Sonra bizi yeniden seçime götürmeye kalkışmasınlar.

        REKLAM

        ***

        Özal’dan tavsiyeler

        Aşağıda göreceğiniz belge, Türkiye’nin 1980 sonrası siyasetine değil, Türkiye’nin büyük dönüşümüne damga vurmuş bir siyasetçinin, kendi el yazısı ile kaleme aldığı bir tavsiye, partinin geleceğine ışık tutması için yazdığı bir iç mektuptur.

        Gayet okunaklı olduğu için ayrıca yazmıyorum. Bakıp kendi el yazısından okuyun diyorum:

        Mesele sandık kurulu başkanından ibaret değil

        Yıllardır beni tanırsınız, bilirsiniz.

        Tavrımız, tarzımız bellidir.

        O yüzden de kendimi “Muazzam inançlı, dört başı mamur dini bütün” biri olarak tanımlamam.

        İnançlı olmakla değil, vicdanlı olmakla tanınmayı tercih ederim. Kimsenin inancı ile de uğraşmam.

        Beni ilgilendirmez.

        Şimdilerde iktidarın ve iktidara yakın isimlerin eleştirisi sırasında ciddi bir hata yapılıyor ve inançlarını ön plana çıkararak yaşayanlar aynı pota içinde değerlendirilip eleştiriliyor.

        Oysa inançlı kesim içinde de yaşananlardan, yapılanlardan, görünenlerden rahatsız olan ciddi bir kesim var.

        Ve bunların cesur, samimi ve doğru düzgün olanları eleştirilerini açık açık ortaya koymaktan, yaşananlara bakış bakımından bizimle çok da farklı pencereden bakmadıklarını göstermekten çekinmiyorlar.

        Aşağıda, İslamcı bir yazarın, Türkiye’de olan bitene bakışını yansıtan hoş bir yazı var.

        Bu satırları ben değil, Yavuz Bahadıroğlu yazmış.

        Bunu okuyan AK Parti yöneticileri belki meselenin “sandık başkanlarından” ibaret olmadığını daha iyi anlarlar…

        Hadi geçelim aşağıdaki yazıya.

        Başlık bana ait, onu da söyleyeyim.

        REKLAM

        ***

        Yok mu bir Molla Gürani’niz

        Lâmı-cimi yok, biz makam-mevki, mal-para görmeye başladığımızdan beri adım adım dünyevileştik.

        Dünyevi ölçüde de lükse ve gösterişe meylettik...

        Marka giyiyor, görkemli arabalara biniyor, imkânımız varsa yalılarda filan oturuyor, saraylarda düğün yapıp Dubai’deki yedi yıldızlı otelde balayımızı geçiriyoruz!

        Eskiden ahirette kavuşacağımıza inandığımız tüm nimetlere fani dünyada ulaşmayı kafamıza koymuş gibi itişip kakışarak para kazanmaya çalışıyoruz!

        “Helâl-haram ver Allah, rezil kulun yer Allah!” havasına girdik!

        Pek farkında değiliz, ama cebimiz doldukça ruhumuz boşalıyor.

        Hassasiyetlerimiz “zaman aşımı”na uğramış gibi: “Zaman sana uymazsa sen zamana uy” anlayışı içinde yaşıyoruz!

        Düne kadar kravat takmayan, hanım eli sıkmayan, takkesiz namaz kılmayan dikkatimize bir haller oldu...

        “Pozisyon gereği” Batılılaşıp laikleştik! Alacağımız son pozisyonun toprağa yanak dayamak olduğunu bile bile dikkatimizi maddiyata kurban ettik.

        Nasılsa, “Ümmete haram olan Mehmed’e helâl mi?” diye kükreyecek bir Molla Gürani’miz de yok! Çünkü dünyevileştiğimiz ölçüde o “yürek adam”ları da kaybettik!

        Fetihten sonra ilk ramazan. Fatih Sultan Mehmed, hocalarına iftar veriyor. Bizans sarayından ele geçen altın tasları, sahanları, kaşıkları sofraya koydurmuş...

        Molla Gürani, bu duruma çok kızıyor. Hemen tavır alıyor. Bunu da ezan okunduktan sonra iftarını açmayarak gösteriyor.

        Öte yandan gencecik Padişah sabırsızlanmıştır. Dakikalar geçip midesi iyice kazınmaya başlayınca, dayanamıyor:

        “Buyurunuz taam edelim” diyor, Molla Gürani’ye bakarak, “Merak buyurmayınız, soframızda haram lokma yoktur!”

        Molla Gürani’nin beklediği an bu andır. Müthiş bir hışımla Sultan Mehmed’e dönüyor, sofradaki altın kapları, kaşıkları göstererek kükrüyor:

        “Ümmete haram olan Mehmed’e helâl mi kılındı?..” diye soruyor, “Bizans İmparatoru’nu taklit ediyorsan, bil ki, Bizans’ı bu gösteriş belâsı batırdı.”

        Ve ancak sofradaki altın kaplar, kaşıklar kaldırıldıktan sonra iftarını açıyor. Fatih kıpkırmızı olmuş, önüne bakarak susmuştur. Bu ona iyi bir ders oluyor: Bir daha gösteriş tutkusuna kapılmıyor.

        Kuşkusuz biz Fatih değiliz, Konstantiniye’yi fethetmeyeceğiz. Sadece yüreğimizi fethetsek yeter! Ne çare, ona bile dünya (tul-u emel) hükmediyor!

        İnanç konusunda zayıf olanların lüks ve gösteriş tutkusunu anlamak mümkün: Onlar her nimeti fani dünyada tatmak, her lezzeti fani dünyada yaşamak istiyorlar.

        Ya ebedî hayatın varlığına inananlara ne oluyor; neden tek dünyalılar gibi yaşamaya hevesleniyorlar? İşte bunu anlamakta zorlanıyorum...

        Diyelim ki geleneksel kıyafetimizi mecburen terk ettik; peki ya dilimizi neden bozduk, mutfağımızı neden kapattık, tarihe neden yüz çevirdik, hayat felsefemizden, doğru geleneklerimizden, “helâl” kazancımızdan, paylaşma anlayışımızdan, komşuluğumuzdan neden uzaklaştık?

        Düne kadar eleştirdiğimiz halde bugün “fesfut” yiyor, “Kokakola” (yazıldığı gibi okunur) içiyor, “arabesk pop” dinliyor, “moda” giyiyor, defilelere katılıyor, kısalta kısalta “kirli”ye dönüştürdüğümüz sakalımızla en önlere kurulup manken seyrediyoruz!

        Eskiden “huri taifesi”ne Cennet’te kavuşacağına inanan Müslüman işadamı, artık huriyi podyumlarda arıyor!

        Kısacası biz dindarlar da artık “modern hayatın icaplarına göre” yaşıyoruz. Ve git gide varlık sebebimizden uzaklaşıyoruz.

        Tevekkeli değil: “İnandığını yaşamayan yaşadığına inanmaya başlar”mış. Şu yaşadıklarımızla kendimizi hâlâ “dindar” zannetmemiz, salt alışkanlıktan olmalı! "Yitip giden ahlakımızı, vicdanimiz ve insanlığımızı arıyoruz..!

        REKLAM

        ***

        NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

        Uçların çekiştirmesine uymadığımız zaman

        Diğer Yazılar