Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Pek çoğumuzun çocukluğu annelerimizle ıspanak yememe konusundaki tartışmalarımızla geçmiştir.

        Keza bizim de çocuklarımızla aynı tartışmaları yaşadığımızı söylememiz lazım.

        Bize hep “Ispanak en faydalı besindir, demir vardır içinde. Yersen demir gibi olursun” gibi gaz verilerek yedirilmeye çalışılan ıspanak genelde veletler tarafından pek sevilmezdi.

        Muhtemeldir ki, Temel reis karakteri de bu ıspanak nefretini ortadan kaldırmak için yaratılmış bir tiplemedir.

        Ispanağı yersen pazuların şişer.

        Safinaz da sana hasta olur!

        Yersen.

        Sonunda bu da oldu ve sağlıklı yaşamın mucize bitkisi ıspanaktan zehirlendik.

        Son birkaç gün içinde İstanbul’da ıspanak yiyen yüzü aşkın kişi hastanelik olmuş.

        Şimdi ha babam de babam ıspanak tartışıyoruz.

        İddia o ki, ıspanağın içine dul avrat otu mu, güzel avrat otu mu her ne otu karıştıysa milleti o zehirlemiş.

        İlgili ve yetkililer öyle diyor.

        İlgili ama yetkili olmayanlar ise “Bunu 5 dakikada tespit edemezsiniz. Sallamayın” diye olaya şüpheci yaklaşıyorlar.

        Tam olayın patladığı gün pişirdiğim ıspanak evde dolapta duruyor.

        Muhtemelen bir ara yerim.

        Sonrası Allah kerim.

        Şunu söyleyeyim de içiniz rahat etsin.

        Bu “ıspanak sorunsalı” bize mahsus değil.

        Yani ıspanaktan zehirlenen ya da hastalanan tek millet biz değiliz.

        Meşhur yaş sebze üreticisi Dole’u bilirsiniz.

        Bizde muzu meşhurdur ama aslında her türlü sebze meyveyi satarlar.

        Bu meşhur Dole, Ağustos ayında bir çağrı yaptı.

        Piyasa sürdüğü “ıspanakları” geri topladı, satın alanlardan da “yememelerini” istedi.

        Çünkü sattıkları ıspanakların içinde “salmonella” bakterisi bulunduğunu gördüler.

        Bazı gazeteler “salmonella”ya virüs falan derler inanmayın.

        Bakteridir.

        Gıda ile birlikte yutarsanız minimum 6 saat maksimum 4 gün içinde sizi perişan eder.

        Türkçe tabiri ile alttan üstten gidersiniz. İshal, karın krampları ve ateşle kendini gösterir.

        Tedavi görürseniz 4 ila 7 günde, görmezseniz 4 ila 7 günde iyileşirsiniz.

        Eğer bağışıklık sisteminiz zayıf ise tedavi görmeniz iyi olur.

        Dole’un ıspanağında işte bu bakteri görülmüş ve toplatılmış.

        Ispanak’ın sık sık böyle vukuatları oluyor olmalı ki, Eylül 2006’da da Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi FDA bir uyarı yayınlamış ve Amerikan halkına “Ispanak yemeyin” demiş.

        Çünkü o sırada da ıspanak köklerinde e-coli ve salmonella bulunmuş.

        FDA da “Uzak durun” demek zorunda kalmış.

        Amerika’da ıspanak ile ilgili uyarılarda ise hiç “widow wife herb” kaynaklı bir vakaya ise literatürde rastlayamadım.

        *

        Vatandaşın neresini takip ediyorsunuz!

        Turizm hareketlerini ölçmek için yeni bir sistem oluşturuluyor.

        Adı çok havalı: “İç turizm takip sistemi”

        Amaç hangi vatandaşın turist olarak nereden nereye gittiğini ve hangi otelde konakladığını tespit ve takip ederek bir veri bankası oluşturmak…

        Peki bu iş nasıl yapılacak!

        GSM operatörleri yani Turkcell, Vodafone ve Türk Telekom müşterilerinin telefonlarının hangi otelden sinyal verdiği bilgisini devlete iletecekmiş.

        Yok daha neler!

        Ben bunu yemem.

        Hadi daha Avrupalı olalım: “Ben bunu satın almam”

        Bu veriye sahip olmak için cep telefonu takibine gerek yok.

        Otellerin bilgisayar sistemleri zaten kimin girip çıktığını, kimin kayıt yaptırdığını görüyor.

        Bu veri zaten güvenlik nedeniyle devletle düzenli paylaşılıyor.

        GSM operatörlerinin böyle bir veriyi vermesine gerek yok.

        Yani iyi niyetli düşünülüyorsa gerek yok.

        Yok ama eğer maksat vatandaşı takip etmek, fişlemek, özel hayatına girmek, müdahil olmak ve hatta gerekli hallerde bunu kullanmak içinse o ayrı.

        Ama o zaman da buna “iç turizm takip sistemi” demeyin.

        Çünkü maksadın bu olmadığı aşikar.

        *

        Telefonum ordinaryüs ol halde

        Atatürk düşmanı profesör seviyeyi düşürdükçe insanın içinden yazmak gelmiyor.

        O seviyeye inemiyor insan.

        Kolay değil. Belki yaşlandık ondandır.

        Atatürk’e Stalin deyip, üniversitesinde okuyan, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a “diktatör” deyip partisinde siyaset yapan adama zaten ne diyebilirim ki!

        Yine de minik bir şey söylemek lazım.

        Bir hatırlatma.

        Profesör efendi kendini överken ve kendisine cahil dememe kızıp cahil olmadığını anlatmaya çalışırken “5 dili anlayıp yazabilen adam” olduğunu söylüyor.

        Profesör Bey bilsin ki, cebindeki telefon, kullandığım otomobil ondan daha iyi durumda.

        Cep telefonumuz en az 10-15 dilde yazabiliyor ve anlayabiliyor.

        Otomobilimin bilgisayarı da 7 dili ana dili gibi yazıp konuşabiliyor.

        Bu vatandaşın profesör olduğu ülkede benim otomobil hayda hayda profesör, cebinizdeki telefon ise rahatlıkla “Ordinaryüs profesör” olabilir.

        Diyeceksiniz ki, “Ama telefonun ve otomobilin düşünemiyor ki”.

        Evet işte.

        Tam tamına aynı durum.

        *

        Meraklısına bilgi dolu bir yazı

        Atatürk’ün Latin alfabesine geçme kararı, Türkiye’de belirli bir kesim tarafından hep gündeme getirildi, hep tartışıldı.

        Dostum Celal Şengör’ün bu konuda yazdığı bilimsel bir yazı vardı.

        Ancak bir türlü bulamayınca kendisinden rica ettim. Gönderdi.

        Yazıyı okuyunca, böyle bir lidere sahip olduğumuz için bir kez daha kıvanç duyacaksınız:

        “Bu günlerde Türkiye’de ‘enteller’ arasında Atatürk’ün ve -onun düşüncelerinin oluşturduğu akıma İngilizlerin taktığı adla - Kemalizmin modasının geçtiği lafını etmek pek moda oldu.

        Kemalizmin her adımında akla, mantığa ve bilime uygun olma çabası vardır. Geçenlerde dünyanın en önde gelen bilimsel haber dergisi Nature’da (c. 423, s. 752-756) Denis Pelli ve Deborah Moore tarafından yayımlanan bir inceleme, Atatürk’ün harf devriminden 75 yıl sonra, bu devrimin ne denli akılcı bir düşünce ürünü olduğunu gösterdi. Bu çalışmayı Atatürk’ün düşüncelerinin modasının geçmiş olduğunu savunanlara bir örnek olarak okumalarını öneririm.

        Pelli ve Moore insan beyninin okurken tüm sözcükleri seçmede zorlandığını, buna mukabil tek tek harfleri büyük bir kolaylıkla tanıdığını keşfetmişler. ‘And’ veya ‘is’ gibi son derece basit kelimeleri bile tanımamız, tek tek harfleri tanımaktan çok daha fazla zorluyormuş beyni. (Alfabeleri oluşturan 20-30 sembolü bellekte tutmak, binlerce ve binlerce kelime kalıbını tutmaktan çok daha kolaydır!) Kelimedeki harf sayısı ne kadar artarsa, beyin kelimeyi o denli zor seçiyormuş. İşin ilginç yanı, ne kadar çok okursanız okuyun, yani beyne ne kadar çok okuma, yani kelime tanıma alıştırması yaptırırsanız yaptırın, beyin bu zorluğu aşmada pek az ilerleme gösterebiliyormuş. Araştırıcıların yaptığı bir diğer deney de bilgisayar ekranında kelimelerin yazıldığı karakterlerin, ekran ile kontrastını minimuma indirmek olmuş. Bu durumda kelimeleri okumakta çok zorlandığımız malum. Kontrast arttıkça beyin önce harfleri seçiyor; harfler seçilir hale gelir gelmez daha önce şeklini tanımakta zorlandığı kelimeyi derhal okuyabiliyor.

        Her sese ayrı bir harf vermek ve hem sesli hem de sessiz harfleri tek tek yazıp kelimeler oluşturmak önce Yunanlılar tarafından keşfedilmiştir. Daha önceki tüm yazı sistemleri ya tam kavramları ifade eden ideogramlarla (resim-yazı: hiyeroglif veya hece-yazı: sileber) ya da bunlardan türetilmiş olan hece kalıplarından oluşan sileberlerle (Çin sileberi veya çivi yazısının oluşturduğu muhtelif sileber türleri) çalışmışlar, bunlardan da zamanla Fenike alfabesi türemiştir. Ancak Fenike alfabesi, kendisiyle akraba İbrani ve Arap alfabeleri gibi sesli harfleri içermez. Bu alfabelerle yazılmış yazılarda bu nedenle kelimeleri kalıp olarak öğrenme zorunluluğu vardır. Örneğin, Osmanlıca’da harekelemeden yazarsanız (ki ekseri kitaplar öyle yazılıyordu) mufassal ile mafsal kelimesini birbirinden ayıramazsınız; aynı kalıbın bu her iki kelimeyi de içerdiğini hatırlamak zorundasınız. Harekeleseniz bile, harf ve hareke kalabalığı (Pelli ve Moore’un araştırmalarından görüldüğü gibi) okumanızı yavaşlatır. Halbuki Yunan alfabesi ile ondan türeyen Latin, Kiril ve benzeri alfabelerde böyle bir sorun ortaya çıkmaz, zira bu alfabelerde her sesin harfi ayrı ayrı yazılır. Beyin, tek tek harfleri daha hızlı kavradığı için kelimeyi kalıp halinde tanıma zorunluluğundan kurtulan insanın okuması da büyük bir oranda kolaylaşmış olur.

        Atatürk, harf devrimini yaptığı zaman, Latin harflerinden oluşan yeni Türk alfabesinin okumayı büyük bir ölçüde kolaylaştıracağını söylemişti. Uygulama ne kadar haklı olduğunu gösterdi. Harf devrimine başta karşı çıkan Fuat Köprülü gibi bilim adamları, okumanın bile maharet olduğu bir ortamda yetişmişlerdi. Arap harflerinin kullanıldığı kültürlerde yetişenler, buralarda üç tür yazıdan bahsedildiğini bilirler: (1) Tahsili iyi olmayanların ancak okuyabildikleri tam harekeli yazı, (2) biraz daha tahsillilerin okuyabileceği sırf noktaları konmuş yazı ve (3) yalnızca “âlimler” için yazılmış noktasız ve harekesiz yazı. Uygar dünyada matbaanın keşfi bu tür yazı türlerini gereksiz kılmış, hurufatı ilk kez standart hale getirmiştir. Yazı türünün zorluğunun yarattığı okuma cambazlığının gösterişine saplanan Osmanlı’nın matbaayı bile ne kadar geç alabildiği ortadadır. Atatürk ise okumayı bir amaç olmaktan çıkarıp uygarlığın aracı yapmıştır hepimiz için. Bunu yaparken seçtiği yolun akılcılığını bilim onun seçiminden üç çeyrek asır sonra onaylamıştır. İşte bu bir Kemalizm örneğidir. Peki onu “eskimiş” bulan medrese şakşakçılığına ne denir? Ben söyleyeyim: ya zır cehalet ya da dangalaklık denir.”

        *

        NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

        “Yazıyor”u “Yalıyor” haline getirmediğimiz zaman.

        Diğer Yazılar