Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        İŞE bakın siz; yıllar sonra, yeniden başladığımız noktaya geldik...

        Başladığımız nokta “kutsal devlet” anlayışıydı. Hani “Ya devlet başa ya kuzgun leşe” anlayışıyla yaklaşılan, uğruna idam sehpalarında canların alındığı, hayatların cezaevlerinde tüketildiği “kutsal devlet”... Kabul etmeyenlere, ancak “Ya sev, ya terk et’ seçeneklerinin bırakıldığı “kutsal devlet”...

        “Yıllar sonra yeniden başladığımız noktaya döndük” düşüncesi içimden, dün bir gazetenin manşetinde “Ya devlete biat, ya da yok oluş” özetini görünce geçti...

        “Devlete biat” her şeyden önemliydi uzun yıllar bu ülkede.

        Çeşitli sebeplerle “biat” etmediği için kimlerin başından neler geçtiğini siyasi tarihimiz teferruatıyla yazıyor. Sağ veya sol, mukaddesatçı veya milliyetçi ayrımı yapılmadan hem de...

        Nâzım Hikmet’in biyografisinde “Yetişkin yaşamının büyük bölümünü hapishanelerde geçirmiştir” kaydı var. Necip Fazıl, kendisiyle ilgili madde için bir ansiklopediye malzeme sunarken, “Mektep hayatından daha fazlasını cezaevlerinde geçirdi” notunu ilettiğini hüzünle aktarırdı.

        Yalnız onlar olsa iyi. Hadi Cumhuriyet’in kendini güvende hissetmediği ilk döneme kadar gitmeyeyim, 27 Mayıs’tan 12 Eylül’e uzanan darbeler çizgisinde yaşananlar yeterince göz açıcıdır. 27 Mayıs (1960) sonrasında bir başbakan ile iki bakan sehpalarda neden can verdi dersiniz?

        Aynı dönemde, binlerce subay, on binlerce memur, 147 öğretim üyesi devletin hışmıyla karşılaşıp tasfiye edildiler...

        Devletin “biat” etmemiş unsurları oldukları gerekçesiyle...

        Unutulmuş olamaz: 12 Eylül (1980) sonrasında “bir sağdan-bir soldan” gençler idam sehpalarına gönderildi... Binlerce genç cezaevlerine düşmemek için kendilerini yurtdışına attı. “Gurbet cehennemi” nde solan hayatlar da hep aynı anlayış yüzündendi: “Ya sev, ya terk et” tavsiyesine de yol açan “kutsal devlet” anlayışı...

        O dönemin dehşetine uğrayanlardan biri, sonradan cumhurbaşkanlığı makamında oturacak genç Abdullah Gül’dü; darbeden birkaç zaman sonra gözaltına alınmıştı yeni evli Gül...

        Şimdi aynı koltukta oturan Tayyip Erdoğan da, belediye başkanlığı makamından Pınarhisar Cezaevi’ne neden gönderilmişti dersiniz?

        Evet, aynı sebeple: “Kutsal devlet” adına çizilen sınırları okuduğu bir şiirle tanımadığını belli ettiği için...

        Dön dolaş yıllar sonra yine aynı yere gel. Üf, üf, üf...

        “Kutsal devlet” anlayışının keyfi uygulamaları kurbanı bir kadro eliyle kurulan AK Parti, parti programına devletin önüne vatandaşı koyarak yola koyulmuştu. Yol boyunca, “kutsal devlet” anlayışına sahip olanların her türlü tezviratına, yıpratma kampanyasına, darbe girişimlerine muhatap edildi AK Parti...

        Vatandaştan ilgi görmesinin ve ilginin her seçimde artmasının sebebi, “devlet-millet” ikileminde tercihini milletten yana yapmasıydı AK Parti’nin; bu yüzden iktidarının önemli bir bölümü “derin devlet” de denilen “biatçı” gelenekle mücadeleyle geçti.

        Manşetten verilen “Ya devlete biat, ya da yok oluş” anlayışı ne şimdi?

        İroni şurada: Devlete “biat” etmeye davet edilen kişilerin içinde yer aldığı çevre, varlıkları hissedilmeye başladığı günlerden bugüne, yakın durdukları daha geniş çevrede “kutsal devlet” anlayışına en yakın bilinir ve bu sebeple ağır biçimde suçlanırdı.

        En “sivil” bilinen ağızlar, en “kutsal devletçi” çevreye “Devlete biat et” çağrısı yapıyor...

        Ne oluyor gerçekten?

        Savaş, kavga tamam da, temel ilkeler nereye gitti?

        Diğer Yazılar