Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        TÜRK siyasi hayatında yarım yüzyıla damgasını vurmuş Süleyman Demirel’in vefatı, beklendiği gibi, karmaşık duygulara yol açtı. Yaptıklarını hatırlayıp kendisini göklere çıkaranlar da oldu, yaptıkları yüzünden yerin dibine batıranlar da...

        Abartılı övücü değerlendirmelere alışkınız da, “Ölülerinizi hayırla yâd ediniz” tavsiyesini ciddiye alan bir kültürde, henüz toprağa verilmemiş birinin arkasından bu denli kıyıcı eleştiriler okumak şaşırtıcı...

        İngiltere’de 11 yıl başbakanlık yapmış Margaret Thatcher de ölümüyle ülkeyi ortasından ikiye bölmüştü. Kimi politikalarıyla ada halkını kendine getirdiği için Thatcher’i Panteon’daki ölümsüzler listesine yazarken, kimi gözlemciler yazılarıyla arkasından teneke çaldılar...

        Demirel’in eleştirilecek pek çok yönü var; ancak dönemine, o dönem içerisinde başına gelenleri anlamaya çalışarak yaklaştığımızda, karşımıza farklı bir portre çıkıyor. Siyasi hayatına, mayınlı bir arazide, kendilerini “ülkenin gerçek sahipleri” olarak gören iktidar seçkinlerine karşı mücadeleyle başlamıştı Demirel; iki kez mayına basarak sistem dışı kaldı da...

        Siyasi hayattaki son yılları, mücadeleyle sinirleri yıpranmış, artık savaşma gücü kalmadığı için teslim olma noktasına gelmiş, teslim olmak yerine, zamanın galipleriyle uzlaşarak rakiplerini devre dışı bırakmayı yeğlemiş birinin ihtiyarlık dönemidir.

        Ülkemizin bir “darbeler çukuru” olduğunu, Demirel’in de parlak bir bürokratı olduğu DP’nin yediği ilk darbeden (1960) sonra girdiği siyasi hayatında tam iki kez (1971 ve 1980’de) başbakanlıktan darbelerle uzaklaştırıldığını düşününüz...

        Başka ülkelerde -ülkemizde de- pek çok siyaset adamı, Demirel’in başına gelenlerden çok daha hafif sebeplerle itildikleri oyun dışı alanda kalmayı, mücadeleye tercih ediyorlar.

        Demirel ise siyaseti uzun soluklu bir mücadele alanı olarak gördü hep. Siyasi hayatının ilk yarısında (1960-1987) yıkıla devrile halkın mücadelesini yürüttü; cumhurbaşkanlığına kadar yükseleceği ikinci yarısında (1988 ve sonrası) ise artık halkın kendisi için mücadele vermesini bekledi.

        Kendisini son dönemine bakarak toptancı bir yargılamaya tabi tutmak yanıltıcı olabilir.

        İlk döneminde göz doldurucu bir mücadele yürüttüğünü görebiliyoruz.

        Uzun yıllar -önce gazeteci daha sonra basın müşaviri olarak- yakınında bulunmuş Turgut Yılmaz Güven, tanığı olduğu olayları “Demirel’li Yıllar” başlıklı üç ayrı ciltte aktarır. 1980’e kadarki yılları anlatan ilk cildin sonundaki elyazılı notlarda, devrik başbakanın, hapsedildiği Zincirbozan’dan Güven’e gönderdiği talimatlar yer alıyor.

        Her not şu tür tavsiyelerle bitiyor: “Paniğe, aşırı üzüntüye hacet yok. Bugünün yarını var. Zulmü yaşatmak mümkün değildir. Kuyruk dik duracak. Biz haklıyız. Sonunda başarı yine bizimdir.” (16.7.1983 tarihli not). “Hiç paniğe hacet yok. Eninde sonunda zafer milletin olacaktır. Hiçbir güç milleti aşmaya yetmeyecektir. En ufak bir üzüntüyü hiçbir yerde göstermeyin. Allah’a şükür başımız bulutlara değecek kadar diktir. Bugünün yarını var.” (31.8.1983 tarihli not.)

        Düşürüldüğü yerden kalkmasını bildi ilk döneminde Süleyman Demirel... Halka inandı, doğruları savunduğuna inandı ve o yolda ısrarcı olmaktan vazgeçmedi.

        Elbette her faninin hataları vardır, onları tarih kitaplarında okuyoruz; Demirel hakkında hükmü yine tarih verecektir.

        Ancak o kadar insanın yıllar boyu arkasından koştuğu bir liderin hayatını, hiçbir ayrıma başvurmaksızın, toptancı bir yaklaşımla, “serapa hata” olarak değerlendirmenin âlemi yok.

        Diğer Yazılar