Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        "Hayatım roman"

        Birkaç yıldır yayın dünyasının yeni bir fenomeni var: Norveçli Karl Ove Knausgaard... Yazarın, 5000 sayfalık “Kavgam” adlı romanının ikinci cildi “Âşık Bir Adam” çıktı. Peki ama Knausgaard neden bu kadar büyük ün kazandı. Doğrudan kendi hayatından yola çıkarak yazan ilk yazar o muydu, yoksa bunu daha önce başkaları da yapmış mıydı? Zadie Smith, Jonathan Lethem, Stephen King, Hari Kunzru, Jeffrey Eugenides ve Jo Nesbo gibi ustaların hayranlıkla söz ettiği Karl Ove Knausgaard’ın “Yazmak var olanı, bildiklerimizin gölgesinden çekip çıkarmaktır” sloganıyla çıkan kitabı “Kavgam”ı bazı eleştirmenler, “televizyon dünyasındaki reality show konseptinin edebiyata yansıması” olarak yorumluyor. Gerçekten de yazar kitapta, doğrudan kendini hem de hayatındaki irili ufaklı mahrem detayları gizlemeden anlatıyor. Hayali karakterlerin ardına saklanmadan; eski karısını, yeni sevgilisini, arkadaşlarını, kısacası tanıdığı herkesi işin içine katarak... Babasının ölümünden oğlunun doğumuna kadar çemberi tamamlayarak... Peki anlattıkları, bizi niye ilgilendiriyor?

        Çünkü tek bir insanın günlük hayatındaki küçük bozgun ve zafer anları bir şekilde geri kalan herkesin, hepimizin hayatına ayna tutuyor. Yine Monokl Yayınları’ndan çıkan “Âşık Bir Adam”ın ana teması “terk etmek”. Knausgaard eski karısından ayrılma kararı vermesini anlatırken bize aşktan, zamanın sevgiye dönüştürdüğü tutkudan, karı koca arasındaki arkadaşlıktan, aile olmaktan, bırakmaktan ve yeni başlangıçlardan da söz ediyor. Araya alakasız görünen irili ufaklı dertlerini katarak...

        Dünyasını sarsan baba olma deneyimini, evdeki ve sokaktaki günlük hayat mücadelesini, ara sıra çıktığı ve her seferinde gülünç denecek kadar başarısız olan tatilleri, inatla aldığı ama kendini küçük düşürmesine sebep olduğunu hissettiği müzik ve ritim derslerini, bıkkınlık veren gürültücü komşularıyla kavgalarını, dünyanın konuştuğu dev bir eser yazmaktan başka hiçbir şey istemezken Stockholm’ü bebek arabasıyla dolaşmasını; nadir zaferlerini ve çoğunlukla mağlubiyetlerini paylaşıyor sayfalar boyunca. Üstelik açıksözlülüğün ille de asık suratlı olmayı gerektirmediğini kanıtlayarak en kötü anlarda bile neşesini, iyimserliğini koruyor. Knausgaard ve öncesinde W.G. Sebald gibi yazarların da etkisiyle “özyaşam öyküsü” günümüzde yepyeni bir edebi tür sayılmaya başladı. Oysa bir zamanlar Fransız yazar Gustave Flaubert’in “Madam Bovary benim” dediğini hatırlarsak, bunun belki de pek doğru sayılamayacağını söyleyebiliriz. Flaubert elbette öncelikle kendi yarattığı karaktere yöneltilen “ahlaksız” suçlamasını savuşturmak, onu savunmak için söylemişti bu sözü ama derinlerde bir yerde gerçeği de söylüyordu; karakteri Emma Bovary ile görünüşte birbirlerine tamamen zıt olsalar da...

        İNSAN NEDEN KENDİNİ YAZAR?

        Çünkü yaşarken üzen, acı veren, öfkelendiren şeyleri yazmak, insanı iyileştirebilir, iyileştirmese bile kuvvetlendirir. Flaubert’in biyografilerinden birinde okuduğum bir şey geliyor aklıma. Mısır seyahatinde “Küçük Hanım” takma adını kullanan ünlü bir dansözle ilişkisi olmuş; haftalarca evden çıkmamışlar. Yalnızlığın güzel bir şey olabileceğini ilk kez o zaman keşfettiğini söylemiş bir arkadaşına. Kadın uyurken kıpırdamadan saatlerce onu seyrediyor, sadece ara sıra o üşümesin diye üzerine battaniye örtmek için kalkıyormuş. “Madam Bovary”yi yazmaya da dönüşte başlamış. Batı ile Doğu’nun farkını nihayet anladığını, Batı’nın sosyalleşme, Doğu’nun ise ev anlamına geldiğini yazmış günlüklerinde. Davetlere katılmaya, sosyalleşmeye bayılan Emma ona göre “Batı olmak” istiyormuş, Flaubert ise yıllar geçtikçe yalnızlığına daha da sarılmış; Doğu olmuş. Knausgaard’la geçen yıl bir röportaj yapmıştım ve yazmanın adeta bir terapi gibi, geçmişte üzmüş, can yakmış durumların acısını hafifletmeye, en azından onları anlamlandırmaya yardım edebileceğini söylemiş, “Başkalarına zarar verecek ayrıntılar dışında kendimle ilgili her şeyi yazdım, hayatıma girmiş kişilere karşı ise fazlasıyla şefkatliydim” demişti.

        YAZIYLA İNTİKAM ALINIR MI?

        Bütün bu tecrübeden Knausgaard’ın dünya çapında şöhrete ulaşması işin güzel yanı. Roman çıkınca, eski karısıyla ve babasının yeni ailesiyle mahkemelik olması da can acıtıcı kısım. Gerçi o kimseden intikam almak gibi bir niyeti olmadığını her fırsatta vurguluyor... Bunu yapanlar var ama. Mesela Hemingway, kendisini terk eden bağımsız ruhlu karısı Martha Gellhorn’un sırlarını son derece alaycı ve hain bir dille “Across the River and into the Trees” adlı romanında deşifre etmiş. Simone de Beauvoir, sevgilisi Jean Paul Sartre’ın yatak arkadaşlarından Olga Kosakiewicz’i “Konuk Kız” romanında acımasızca anlatmış. Lord Byron’un intikamı da unutulmaz. Sürekli aldattığı karısı onu terk etmeden önce birkaç doktorla görüşüp kocasına deli raporu vermelerini istemiş. Byron da epik şiiri “Don Juan”da eski karısını, “Hekimler yardımıyla Tanrı’nın deli olduğunu kanıtlamaya çalışan erdemli canavar” diye tarif etmiş.

        YAZI İYİLEŞTİRİYOR MU?

        Yazmanın terapi etkisi için daha önce röportaj yaptığım üç yazara başvuralım... Orhan Pamuk’a “Yazmak yaraları iyileştiriyor mu” diye sormuştum, “Aşırı tıbbi bir terim kullandınız; yazmak benim için vazife değil, tatil” demişti. (Gerçi “Masumiyet Müzesi”ni “Ruhum ikiye bölünmüştü, şimdi birleşti” diye anlattığını düşünürsek, yazmak yine de ona bir biçimde şifalı geliyor olmalı.) İnci Aral’a göre ise yazmak kesinlikle psikoterapiye benziyordu. Şöyle anlatmıştı: “Yazmak beni hem iyileştirdi hem de daha iyi bir insan yaptı. Kötülüğün insan ruhundaki kaynaklarını kendimi ve yarattığım karakterleri gözlemleyerek, yani yazarak keşfettim. Bu açıdan edebiyat psikoterapiye çok benziyor, yazarken ruhunuz deşiliyor çünkü; tıpkı arkeolojik kazı gibi.” Murathan Mungan’a gelince; “Ben yazıyı aynı zamanda bir iç terbiyesi süreci olarak yaşadım, yazı bana içimi iyileştirmek konusunda da yardım etsin istedim. Başkasındaki kötüyü ve karanlığı görmek kolaydır ama ben yazımla kimsenin kalbini kırmamaya, kimseyi zehirlememeye çalıştım hep” diye anlatmıştı. Şimdi “Âşık Bir Adam”ı okurken, Karl Ove Knausgaard’ı o yazarlarla aynı kumaştan yapan şeyi de bulmaya çalışacağım.

        YEMEK

        Ünlü oyuncu, yönetmen, yazar Uğur Yücel diyor ki: “Fıstık Ahmet’in mezeleriyle çiçekler, yağmurlar, karlar, fırtınalar, kahkahalar yaşadık. Prinkipo’da uzaklara bakıp kadehlere buse kondurduk. Elinizdeki sahifelerden koca hayatlar kalacak gelecek zamanlara. Heyecanla, muhabbetle kurulmuş sofraların lezzeti gönlüne sağlık usta! Var ol!” Peki kim bu Fıstık Ahmet? Asıl adı Ahmet Tanrıverdi. Büyükada’daki Prinkipo Meyhanesi’nin sahibi, yaratıcısı, otantik mezeleriyle geçmişin ruhunu yaşatıyor... Yazar aynı zamanda. Üniversite yıllarında, babasından gizli Galatasaray’da futbol oynarken, matbaacılık ve reklamcılık yaparken ve şimdi de hep yazmış. Önce defterler doldurmuş, sonra”Zaman Satan Dükkân”, “Büyükada’nın Solmayan Fotoğrafları”, “Atina’daki Büyükada” ve Bir Başka Kentte Ölümü Beklemek’’ gibi kitapları var. Şimdi kendi ailesinin geçmişinden, restoranının mönüsünden seçtiği lezzetlerin tariflerinden oluşan yeni kitabı “Prinkipo Mezeleri” ile okur karşısında.

        BİLİM

        “Bu ince ve zor yolda ilerlemek için ısrarla uğraşırken, bilimde önemli mesafeler kat ettim. Bir süre kendime ve yaptıklarıma şüpheyle bakmaya başladım. Neyse ki bu yolda hükümdarlardan ve filozoflardan yardım kolları uzandı ve nihayet çalışmalarımın meyvelerini toplama mutluluğuna eriştim.” İslam bilim ve sanatının altın çağı sayılan 12. yüzyılda yaşayan ve buluşlarıyla Leonardo da Vinci’ye ilham veren Türk bilgini Cezeri’nin hayatı ve eserleri “Cezeri’nin Olağanüstü Makineleri” adlı iki ciltlik bir kitapla okur karşısına çıktı. Suyla ya da özel mekanizmalarla çalışan gelişmiş 50 makine tasarlayan Cezeri, bu makineleri üretip bütün fonksiyonlarıyla iş görür hale de getirmişti. Tarihteki ilk robotu icat ettiği, parlak dehasıyla gerçekleştirdiği buluşların günümüz bilgisayarlarının temelini oluşturduğu da hakkında söylenenler arasında. Bir ek bilgi: Makine mühendisi Durmuş Çalışkan’ın 10 yıllık araştırmalarının sonucunda ortaya çıkan iki ciltlik bu müthiş kitaptaki orijinal minyatürlerden üretilen beş makine, önümüzdeki ay TÜBİTAK’ın desteğiyle açılan Kayseri Bilim Merkezi’nde sergilenecek.

        Diğer Yazılar