Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Ünlü yazar Jodi Picoult’un yeni romanı “Ayrılık Vakti” çıktı. Picoult anne-kız ilişkilerine bakarken polisiye kurguyla dramı harmanladığı romanında, Botsvana’da kaldığı bir fil barınağında yaşadıklarını anlatıyor. Akıllı ve duyarlı fillerin günlük hayatlarını, sosyal aktivitelerini, bir kaybın ardından gelen uzun yas süreçlerini ve kül yutmaz hafızalarını bir edebiyatçıdan, üstelik roman kurgusu içinde okumak enteresan. Picoult’nun “Bizim kızlar” dediği filler bu romanın esas kahramanları...

        ROMAN

        Jenna Metcalf’ın, geçirdiği feci kazanın sonrasında sırra kadem basan annesini düşünmediği tek bir gün geçmemiştir. Annesi tarafından çocuk yaşta terk edildiğini kabullenemediği için, onu aramayı hep sürdürür. Günlüklerini ve mektuplarını tekrar tekrar okur, çok sevdiği filler üzerine yaptığı araştırmaları satır satır inceler. Aradığı basit, gözden kaçmış ama Alice’in nerede olduğunu bulmasına yardım edecek sağlam bir ipucudur.

        İki de yardımcısı vardır; kayıp insanları bulmasıyla tanınan çatlak medyum Serenity Jones ve özel dedektif Virgil Stanhope... Bu araştırma sürecinde Jenna ve yol göstericileriyle birlikte biz de sarsıcı bir finale doğru yol alırız. Kahramanımız için en ürkütücü olan ise kendiyle, geçmişiyle, hayatının karanlık bölgeleriyle ilgili farkına bile varmadığı şeylerin ortaya çıkıp yüzüne tokat gibi çarpması olacaktır.

        Jodi Picoult’un “Ayrılık Vakti” adlı yeni romanında filler sadece bir detay ya da hikâyenin süsü değil; annekız ilişkilerini anlatan bir yazar açısından çok önemli bir işlevleri var. Picoult, yazmaya başlamadan önce uzun araştırmalar yapmış, haftalarca Botsvana’daki 2700 dönümlük bir fil barınağında kalmış. Onları anlatırken, gülerek “bizim kızlar” diyor. Barınak arazisindeki vadiler, göller, tepeler, kayalıkların esas hâkimi sirklerden ve hayvanat bahçelerinden kurtarılmış bu epeyce iri “kızlar” ve yavrularıymış. Bakıcılarının titiz gözetiminde, çiftliğin içindeki göllerde yıkanıyor, yüzüyor, çimenlerin üzerinde “sosyalleşiyor” ve geri kalan zamanlarında da bol bol şekerleme yapıyorlarmış. Bu ilginç süreci yazardan dinlemek en doğrusu olacaktı. Araya girmeden alıyorum...

        - Üç çocuğum var. İki oğlum zaten yuvadan uçmuştu, en küçüğüm, yani kızım Sammy üniversiteye başladığında bana artık evim tamamen bomboş kalmış gibi geldi. Kızımın kendi ayakları üzerinde durabilmesi çok güzeldi ama yalnızlığıma mâni olmuyordu. Derken bir belgeselden fil annelerle kızlarının birbirlerinden hiç ayrılmadığını öğrendim. İçlerinden biri ölene kadar beraber yaşıyorlarmış. Bu bana muhteşem geldi. Hatta ‘Keşke biz insanlarda da böyle olsa’ diye geçirdim içimden ve filler hakkında ne bulursam okumaya başladım. Ve her yeni bilgiyle biraz daha büyülendim.

        - Botsavana’daki barınakta bir süre yaşadım ve kayıp karakterim Alice gibi hissetmeye, filleri onun gözünden görmeye çalıştım. Onları ayak izlerine bakarak ayırt etmeyi öğrendim, türlü çeşit hareketlerle gerçekte ne söylediklerini anlamaya çalıştım, en önemlisi etkileyici hikâyelerine tanık oldum. Yaralı bir fil sürüden dışlanmıştı mesela ve bunu görmek üzücüydü. Ama annesi onun ne kadar acı çektiğini hissetti ve ta uzaklardan adeta koşarak geldi. Ve sanki oğluna ölene kadar baktı, o hâlâ bir bebekmişçesine sevdi, korudu. Filler, anaerkil hayvanlar. Bir keresinde rehabilitasyona ihtiyacı olan bir yavru fil sürüsü geldi. Başlarında sürüyü yönetecek bir anne olmadığı için heba olup gideceklerdi. Çare olarak Afrika’dan iki yaşlı dişi fil getirtildi. Onların sürüyü bir anda nasıl çekip çevirdiğini görmek etkileyiciydi.

        - Filler bir açıdan insanlar gibi; başka türlere ve hayvanlara karşı da empati besliyor, zor durumda olanlara yardım ediyorlar. Bir kaybın ardından yas tutmaları çok enteresan. Mesela sürünün yıllar önce ölmüş bir mensubunun kemiklerini gördüklerinde, kulakları ve kuyrukları bir anda aşağı iniyor ve kederle başlarını eğiyorlar. Barınakta karşılaştığım fillerden biri olan Sissy 1981’de Gainesville’de yaşanan sel felaketinden kurtarılmış. Onu getirdiklerinde bir araba lastiğine yapışmış bırakmıyormuş, tıpkı korkmuş küçük bir çocuğun battaniyesine sarılması gibi. Sonunda Tina adlı başka bir fille arkadaş olmuş ve korkuları geçmiş. Ben oradayken Tina öldü. Sissy günlerce mezarının başından ayrılmadı. Ve sonunda hâlâ sakladığı otomobil lastiğini bir çelenkmişçesine mezarın üstüne bıraktı.

        - Filler için hayvanat bahçelerinde yaşamaya zorlanmak, travmatize edici. Her hayvan için öyle belki ama onlar için iyice zor. Bir insanın, hücre hapsinde yaşaması, elini kolunu bile oynatamaması gibi bir şey bu. Kilo alıyorlar, sağlık sorunları yaşıyorlar, kemik erimesi gibi bir problemle karşı karşıya kalıyorlar ve bir süre sonra tikler geliştiriyor, yani tuhaf hareketler yapmaya başlıyorlar. Fillerin hayvanat bahçelerine ya da sirklere ait olmadığını anlamayanlara şaşıyorum. Barınaklar neyse ki daha farklı. Bir kere doğal ortamlarında yaşıyor ve günün hangi saatinde ne yapacaklarına kendileri karar veriyorlar. Barınaklar dışında fillere yaşam hakkı tanınmıyor. Afrika’da özellikle Somali’de her yıl 38 bin fil öldürülüyor. Fildişi ticareti uğruna. Basit bir hesapla, 10 yıl içinde nesillerinin tükeneceğini söyleyebiliriz.

        ‘HER GÜN YAZ; SAYFAYI ASLA BOŞ BIRAKMA’

        - “Onsuz yaşayamam” diyeceğiniz şeyler nelerdir?

        Kocam, üç çocuğum, çikolata, akıllı telefonum ve saçlarımın elektriklenmesini önleyen düzleştirici köpüklerim.

        - Bir hayat mottonuz var mı?

        Mükemmel olanı yapmak dururken neden iyiyle yetinesin?

        - En sevdiğiniz şarkı? Değişiyor aslında ama bir süredir Jason Mraz’dan “I’m Yours”... O benim yol müziğim.

        - 10 yıl sonra ne yapıyor olacaksınız? Bilmem. Sanırım şu an yaptıklarımı...

        - Yazar olarak ilham kaynaklarınız neler? Cevabını bilmediğim sorular...

        - Tıkandığınız, yazamadığınız dönemlerde kendinizi toplamayı nasıl başarıyorsunuz?

        Yazamadığım dönem olmuyor. Size bir sır vereyim: Her şey bizim elimizde. İlk çocuğumu doğurduğumda da yazıyordum, sonraki bütün o günlük koşturmacalar sırasında da... İlkem şu: İki elin kanda olsa da her gün yaz, sayfayı asla boş bırakma. Beğenmezsen, sonradan düzeltirsin.

        ROMAN

        Gürcistan edebiyatının saygın isimlerinden Miheil Cavahişvili’nin artık bir klasik haline gelmiş romanı “Madrabaz Kvaçi”, çabuk para kazanma uğruna yapamayacağı kurnazlık olmayan genç bir adamla arkadaşlarının hikâyesini anlatıyor. Kvaçi’nin yaşamını sürdürmeye uğraştığı Çarlık Rusyası, dönemin yöneticilerini parmaklarında oynatan Rasputin, yaşanan Dünya Savaşı ve ardından gelen Bolşevik Devrimi kitaba zengin bir arka plan hazırlıyor. Bu görkemli maceranın İstanbul’da sona ermesi de Türk okurlar için ilginç ve keyifli bir ayrıntı…

        YAKIN TARİH

        Deutscher, Troçki’nin, çağın en büyük devriminde nasıl silahsız olarak yendiğini daha sonra ise silahlı, zaferi kazanmış, zırhının altında ezilen bir komutan olarak karşımıza çıktığını anlatıyor. Elbette sonrasındaki sürgün yıllarını unutmadan. İl kitap olan “Silahlı Sosyalist”i “Kovulan Sosyalist” ve “Silahsız Sosyalist” izliyor. Bu üç ciltlik kitap için yapılan yorumlardan biri şu: “Troçki 1930’larda bir avuç taraftarıyla Stalin’in acımasız cinayetleri ve ihanetinin önüne geçmeye çalıştı. Devrimin ruhunu, bürokratik cellatlara karşı kahramanca savunması fırtınanın içinde bir meşale gibiydi. Isaac Deutscher, bu nevi şahsına münhasır devrimcinin mirasını bize geri kazandırıyor.” Kitabı komünistmodel sosyalizmde neyin yanlış gittiğini öğrenmek isteyen yeni nesillere tavsiye eden Sheila Rowbotham ise “kaybolan kadife devrimin sesi” diyor.

        HAFTANIN ÖNERİSİ

        Yürümenin felsefesini yapan bir kitap ve nedense insanda yürüme isteği uyandıran bir yazarın en büyük romanı.

        Yürümenin Felsefesi Frederic Gros Kolektif Kitap

        Gazap Üzümleri John Steinbeck Sel Yayıncılık

        Diğer Yazılar