Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        İnsan bir kitabın kapağını görüp çarpılır mı? Mikail Şişkin imzalı “Mektupların Romanı”nı gördüğümde, bana öyle oldu. Kapağın çağrısına uyduğum için pişman değilim... “Yeni çıkanlar” rafında keşfettiğim ikinci hazine ise Neil MacGregor’un muazzam kitabı “100 Objede Dünya Tarihi” oldu. Hazırsanız başlayalım...

        Çehov, Nabokov hatta James Joyce’la karşılaştırılan Mikail Şişkin, günümüzde az rastlanan türden birinci sınıf bir romancı. Gerçi kendisi Çehov hariç diğerlerine benzetilmeye itiraz ediyor. Çehov en hayran olduğu yazar, ardından Tolstoy ve Ivan Bunin geliyor: “Uzlaşmamayı ve kendime kayıtsız şartsız inanmayı Bunin; saf ve çocuksu olmaktan korkmamak gerektiğini ise Tolstoy öğretti. Çehov’un bana öğrettiği şeyse şu: Ne yazarsan yaz, hikâyende katıksız kötücül bir karakter olmamalı.”

        Erdem Erinç çevirisiyle Jaguar Kitap’tan çıkan “Mektupların Romanı”na gelince... Kahramanları, savaşın ayırdığı iki âşık... Vladimir ile Sacha’nın iletişim kurmak, birbirlerine “dokunmak” adına tek yapabildikleri mektup yazmak. Mektuplarında aşktan, özlemden, ayrı düşmenin kalplerini nasıl da kanattığından söz ediyorlar. Bazen de gelecekteki hayatlarını hayal ediyor ve bu hayali ötekinin de görebilmesi için zihinlerindeki belirsizlik bulutunu kelimeler aracılığıyla canlandırmaya, gerçek kılmaya çalışıyorlar.

        Vovka Çin’in kuzeyindeki cephelerde, biricik Saşenka’sı ise amansız bir yaşam mücadelesinin tam ortasında yazıyor. Onları okudukça, saatlerin, günlerin, yılların gittikçe hızlanarak geçişini izliyor, aralarındaki uçurumu mektuplarla aşmaya cüret eden ve böylece kelimelerin yetersizliğini, aldatıcılığını alt etmeyi başaran bu âşıkların kararlılığına hayranlık duyuyoruz.

        “Bugüne kadar başından geçenlerin sözcüklerle anlatılabileceği fikrine kapılırsan, bil ki başından hiçbir şey geçmemiş demektir” diyor Vladimir bir mektubunda. Peki sonra? Sonrası koca bir hayat; hayatımız... Vladimir cephede yaralanıyor ama mektuplar, o hastanedeyken de gelmeye devam ediyor. Saşa aralıksız yazıyor. Sevgilisinin ölüm haberini aldıktan sonra bile... Evliliğini, çocuğuyla anne babasını kaybedişini... Bütün bir hayatın anları o mektuplarda damıtılıyor, anlam kazanıyor. Ve o mektuplar satır satır dev bir romanı örüyorlar. Okuyunuz.

        Mektupların Romanı

        Mikail Şişkin

        Jaguar Kitap

        ROMAN

        Bütün işaretler 23 Nisan 1959’da dünyanın sonunun geleceğini gösteriyordu. Fay ve Charlie Hume, iki kızlarıyla birlikte taşranın ücra bir köşesinde, Kuzey California Marin County’de yaşıyor. Kara suratlı dört koyun, collie cinsi bir köpek, ithal ördekler ve atlarla görünürde Disneyvari bir yaşam. Gerçek şu ki Hume Ailesi’nin dünyası da bütün dünyayla birlikte yok olacak. Hem de anlaşıldığı kadarıyla çok kısa bir süre içinde... Gelin görün ki zina, delilik ve badmintonla meşgul Hume’ların buna aldırış etmediği kesin. Fay’in uçuk kaçık fikirleri yüzünden yarı deli gözüyle bakılan ağabeyi Jack Isidore aralarına katılmak zorunda kaldığında, asıl tehlikeli olanların kaçıklar değil, normaller olduğu da apaçık belli olur.

        Philip K. Dick’in “Bir Palavracının İtirafları” adlı romanını, bir başka büyük yazar, Ursula K. Le Guin şöyle rarif ediyor: “Dick bizi gerçeklik ve delilikle, zaman ve ölümle, günah ve kurtuluşla eğlendiriyor. O, bu toprakların Borges’i.”

        Bir Palavracının İtirafları

        Philip K. Dick

        Alfa Yayıncılık

        SİLAHLARDAN YAPILMA BİR TAHT

        Halihazırda Berlin Müzeleri Genel Direktörü olarak görev yapan ama öncesinde uzun yıllar British Museum’u yöneten Neil MacGregor’ın “100 Objede Dünya Tarihi” adlı kitabını bir süre önce tarihçi Halil Berktay tavsiye etmişti. Kitap nihayet bizde de yayınlandı.

        MacGregor, insanlığın başından itibaren yaratılan sanat eserleri aracılığıyla anlatıyor dünyayı. İlk kent devletler, bilimin ve edebiyatın ortaya çıkışı, imparatorluklar, evrensel inanç sistemlerinin yükselişi, Doğu ile Batı’yı birbirine bağlayan İpek Yolu, statü sembolleri, modernizm, küresel ekonomi, hoşgörü ve hoşgörüsüzlük... Tematik bölümlerin her birinde 5 obje ve hikâyeleri yer alıyor. “Kendi Elimizden Çıkma Bir Dünya” başlıklı 20’nci ve son bölümün 5 objesinden biri de “Throne of Weapons”, yani silahların tahtı.

        Ateşli silâhlardan yapılma bir koltuk bu; simgesel bir taht. Mozambikli Cristóvão Estavão Canhavato’nun eseri. Sanatsal işlerinde Kester adını kullanan Canhavato, söz konusu silahlardan tahtı 2001’de yapmış, 2002’de de British Museum satın almış. 25 numaralı salonda sergilenen taht, 8 milyon eserden oluşan devasa British Museum koleksiyonunun en fazla ziyaretçi çeken parçası.

        “Neden olduğunu anlayabiliyoruz” diyor Halil Berktay yazısında. “19. yüzyıl piyasanın ve tüketimin kitleselleşmesine tanık oldu, 20. yüzyıl ise savaşı ve kıyımları kitleselleştirdi. İki dünya savaşı, Nazizm ve Holokost, Stalin terörü, Hiroşima, Kamboçya’nın ölüm tarlaları, Ruanda iç savaşı... Birinci Dünya Savaşı’nın acıları, çeşitli ülkelerde Meçhul Asker anıtlarına yansımıştı. Neil MacGregor ‘Throne of Weapons’ı da aynı geleneğin bir parçası sayıyor ve ‘Bu taht Mozambik iç savaşının kurbanlarına adanmış olmakla kalmıyor, bir ülkeye, hatta bütün bir kıtaya karşı işlenen suçların da kaydını oluşturuyor’ diyor.”

        Göz gezdirmeye devam ediyorum: 1 milyon kişinin öldüğü, 2 milyon kişinin mülteci olarak başka ülkelere sığındığı, milyonlarca kişinin evsiz barksız kaldığı bir iç savaşın ardından 1990’ların başında barış sürecine adım adım girebilmiş Mozambik. Güç bela gelen barışla birlikte bir problem daha çıkmış karşılarına; ortada kalan milyonlarca silahı ne yapacaklarını bilemiyorlarmış. Küçücük çocukların bile silah tutmayı, ateş etmeyi öğrenmek zorunda kaldığı bir ülkeden bahsediyoruz. Derken, ülkenin önde gelen din adamlarından Dinis Sengulane’nin çağrısıyla “Silahları Aletlere Dönüştürme Kampanyası” başlıyor. İnsanlar ellerindeki, evlerindeki silahları götürüp teslim ediyor, karşılığında da üretim yapmalarını sağlayacak alet edevat alıyorlar; kazma kürek, çapa, tırmık, dikiş makinesi, bisiklet...

        İç savaş kurbanı bir ailenin oğlu olan Cristóvão Estavão Canhavato ya da Kester diyelim, 5 yılda toplanan 600 bini aşkın silah arasından seçtikleriyle bu eseri yaratıyor. Tahtın arka tarafı Alman yapımı eski Portekiz G-3 tüfeklerinden oluşuyor; ikisinin de namlusu baş aşağı... Kollarda Sovyet üretimi Kalaşnikof’lar görüyoruz. Oturulacak kısım Çek ve Leh yapımı, ayaklar ise Kuzey Kore üretimi otomatik silahlardan yapılmış.

        Barışla son bulan bir hikâye, o yüzden güzel. Öte yandan fotoğrafı bile ürkütücü. “Keşke bu tahtla aynı çağda yaşamasaydım” diyecek oluyorum ama aklıma gelen soruyla birlikte cümlemi geri alıyorum: İnsanın var olduğu hangi çağda silahlar yoktu ki? “Throne of Weapons” bize barış uğruna her çabanın, atılan her adımın ne denli kıymetli olduğunu da hatırlatıyor.

        ROMAN

        “Neye kızdığımı tam olarak bilemiyordum. Öfkeliydim, çünkü annem kendini onun yüzünden öldürmüştü. Öfkeliydim, çünkü ailemiz dağılmıştı. Öfkeliydim, çünkü bizi yalnız bıraktığı için anneme yöneltemediğim öfkeyi de ona yüklüyordum. Peki ama bütün suç babamın olabilir miydi? Bilmiyorum. Sonuçta bu karışık denklemin bir sadeleştirmesi olarak çarpıp bölüp topladığım bütün öfkeyi, önceden tanımadığım birine, Afet’e yüklemek kolayıma gelmişti.”

        Mehmet Anıl’ın sıra dışı anlatılarından biri daha. Afet, 20 yıl sonrasının romanı. Öyküyü, babasını arayan Muzo anlatıyor. Önümüzdeki yıllarda gelişecek sektörlerden birinde, orta ölçekli bir dilencilik şirketinde çalışan Muzo. Bir de Afet var. Önce Muzo’yu büyüleyecek, sonra da tüm hikâyeyi ele geçirecek olan kişi, “femme fatale” Afet...

        Afet

        Mehmet Anıl

        Can Yayınları

        ROMAN

        Zaman içini çekti sanki. Ve kendinden daha fazlasını dışına çıkardı. Çukurcuma büyüdü genişledi, sokakları sokaklara bağlandı, sokaklara bakan evlerin kapılarından pencerelerinden yüzlerce, binlerce kadınsı hayalet semte, oradan bütün bir şehre yayıldı. Tek bir cümle mırıltı halinde şehrin üzerini kaplamıştı, “Davamız ilmi, siyasi, edebidir.” Arzu pazarlıkları, vehimler, zalimlikler, kırklara karışanlar, kupkuru ve yapayalnız sesler, iniltiler. Fatma Aliye, Suat Derviş, Cahit Uçuk. Kim bu kadınlar? Oylum Yılmaz, geçip giden, yaşanmış olması için sözcüklere ihtiyaç duyan hayatı, ağır ağır bir bilmeceyi çözer gibi anlatıyor. Sarmaşık, sinsi bir davetkârlıkla gittiği yolu belirliyor. Ya hayat artık çiçeklenmezse? “Gerçek Hayat”, içi içine sığmayan aşkın, karaltının içindeki umudun romanı... Gerçeği yaşanmaz olunca hayaline sarılıyor herkes.

        Gerçek Hayat

        Oylum Yılmaz

        İletişim Yayınları

        HAFTANIN ÖNERİSİ

        Oyuncu Anne olarak da tanıdığımız Şermin Çarkacı’dan yeni seri. Yeni çıkan Tilki Masalları serisinin başlangıcı şöyle: Üç tilki kardeş, anne ve babalarını gözleri kapalı görünce, onların uyuduğunu düşünür. Ama işin aslı bambaşkadır. Sırrı öğrenmek isteyen küçük tilkiler de gözlerini kapar ve...

        Uyuyor musun?

        Şermin Çarkacı

        Elma Yayınevi

        Garip Bir Kuyruk

        Şermin Çarkacı

        Elma Yayınevi

        Diğer Yazılar